Keşif ve fetih güdüleri, göç ve sürgün hareketleri, Eldorado arayışları, seyyahlar… Yolculuk kültürü sadece edebiyatıyla değil, trenleri, otobüsleri, gemileri, hanları, pansiyonlarıyla geniş ve zengin bir alan. İhtiyacımız olan ise sistemli araştırma ve arşivler.
Yolculuk kültürünün tarihi epeydir yazılıyor. Çokboyutlu, çokparçalı, çokkatmanlı bir tarih yazımı sözkonusu; dolayısıyla, oluşmakta olan, uçsuz bucaksız özellikli “kütüphane”si şimdiden dev bir kapsama sahip. İnsanlık tarihine koşut ilerleyen bir kategoriden sözettiğimizi unutamayız: Gilgameş’in sonsuzluğu arayışının destanından Argonotların seferine; İbn Battuta’dan Evliya Çelebi’ye, Marco Polo’dan Bruce Chatwin’e her çağın özel ve büyük kalkışımlarını içeriyor bu tarih.
Hayâl gücünün haritası bile işin içinde: Samsatlı Lukyanos’un “Aya Yolculuk” metni 2 bin yıl önce bir fanteziydi şüphesiz, 1969’da gerçekleştiğine tanık olduk. Sıra “Arzın Merkezine Seyahat”ı beklemeye geldi.
Keşif ve fetih güdüleri, göç ve sürgün hareketleri, Eldorado arayışları yolculuk tarihinin olmazsa olmaz tabakaları arasında öne çıkıyor. Kollektif ve kişisel portreler galerisi büyümüş zaman içinde. Kara, deniz, hava: Binbir araç türü, binbir teknik hamle. Günümüzde yalnızca kütüphaneleri değil müzeleri de devrede. Bilimiyle, edebiyatı ve sanatıyla, felsefesiyle her alana sıçramış bir serüven toplamı. Yerkürenin en ücra köşelerine, doruk noktalarına, okyanusların derinliklerine uzandığı için evrensel bir eyleme alanı çiziyor Yolculuk kültürü; buna karşılık, her ülkenin özerk bir deposunun olduğu yadsınamaz: İçine ve dışına açılan iki yaylı hareket düzeneğiyle karşılaşıyoruz bakınca.
2001 ve 2002 yıllarında peşpeşe iki seçki çalışması gerçekleştirmiştim: Avrupa Güneşinin Doğduğu Yere Yolculuk / İstanbul’da ve Anadolu’da Batılı Seyyahlar ve Beş Kıtada Türk Seyyahları / XX. Yüzyıl Türk Gezginlerinden Seçmeler. Bu çifte çalışmanın gerektirdiği kaynak taramaları, herşeyden önce alanın ne denli başıboş bırakıldığını bana göstermeye yetmişti: Kendi kültürel tarihimizin bu kesitine hâkim olmanın uzağındayız. Defalarca üzerinde durduğum bir konu bu bağlamda da geçerliğini koruyor: Bir ülkenin kültürel düzeyinin yüksekliği, onun mirasını değerlendiriş biçimiyle orantılı olarak saptanır. Arşiv kurumlarının gelişkinliği ve çeşitliliği, miras ögelerinin işleniş yöntemleri ortaya çıkacak yorumların da katsayısını belirler. Yolculuk kültürümüzün kuşatılışı örneksel bir durum ortaya koyuyor. Üç ayrı kategoride genel görünüme bakılabilir: İçeriden içeriye; içeriden dışarıya; dışarıdan içeriye.
Yerli gezginlerimizin yurtiçi seferleri kaynaklı metinlerin bibliyografyasını oluşturmuş değiliz. Şüphesiz, iyi-kötü ünlenmiş kimi örnekleri tanıyoruz: Reşat Nuri’nin Anadolu Notları’nı ya da Refik Halit Karay’ın yazdıklarını. Ama yolculuk kültürünün kapsamı edebiyatla sınırlı tutulamaz, her alandan gelen katkılarla zenginleşmiş bir alan sözkonusudur. Kaldı ki, bir tek kitap haline gelmiş metinler kaynağı belirlemeye yetmez: Gazete arşivleri, dergi koleksiyonları canalıcı başvuru noktalarıdır. Her bölgenin, ilin ilçenin amatör kayıttutarları vardır gerçi, ama onların yarı sistematik çabalarıyla bir yere kadar ilerlenebilir. Kendi payıma, Eskişehir üzerine çalışırken, kaydadeğer bir yerli arşivin henüz oluşturulamadığına tanık olmuştum.
Pirî Reis’in haritası ve Evliya Çelebi’nin Seyahatname‘si, Osmanlı dünyasında yolculuk ve keşif kültürünün önemli referans noktalarını oluşturuyor.
İçeriden dışarıya düzlemine geçildiğinde de farklı bir panorama çıkmıyor karşımıza. Yurtdışına yerli gezginlerimizin seferlerinin kayıtlarının ne ölçüde yayımlanabilmiş olduklarına ilişkin somut veriler yok elbette elimizin altında. Öyle ki, resmî belgeler bile karanlıkta bekliyor: Faik Reşit Unat’ın önemli çalışması Osmanlı Sefirleri ve Sefâretnâmeleri’nde dökümünü yaptığı tanıklık metinlerinin küçümsenemeyecek bir bölümünün dolaşıma çıkmadığı sır sayılmaz.
Sivil tanıkların belirgin talihsizliği iki ayrı gerekçeye dayandırılabilir: Bir bölüğü günışığına hiç çıkamamış, aile arşivinde kalmıştır; bir bölüğüyse yazarın kendi olanaklarıyla basıldığı için gözden kaybolmuş, ulaşılması rastlantılara kalmıştır. Bunların “amatör” işi olmaları, yolculuk kültürü açısından değerlerini azaltmıyor: Yabancı bir dünyaya, ülkeye, kente, farklı dil ve kültüre sahip insanlara bakışaçımızı yansıtan özellikleri zihniyet haritamızı da yansıtıyor.
Dışarıdan içeriye kategorisi oldukça geniş bir alanın taranmasını gerektiriyor, erişebildiğimiz kaynakların buzdağının görünen bölümünü yansıttığını söylemeliyiz. Kimi “klâsik” metinleri (Nerval) bütünlüğünde, kimilerini bölük pörçük dilimizde ağırladık; bir bölüğü ise antolojilerde, kültür dergilerinin sayfalarında yer bulabildi. Eksikler, erişilenlerin kat be kat fazlası oysa. Egemen dillerde çıkmış Türkiye’ye, Anadolu’ya, İstanbul’a gezi metinleri çoğu kez çevrilmeyi bekliyor.
Cocteau’nun bir tiyatro turnesi için çıktığı yolda, uzunca bir süre İstanbul’da ve Ankara’da tuttuğu günlüğü dilimize henüz aktarmadık. Simenon’un 1930’larda Türkiye gezisinde yazdıkları (ve çektiği fotoğraflar) yakında nihayet okur önüne çıkacak. Bazılarına, kem yaklaşımları nedeniyle içerliyor, uzak duruyoruz: Sözgelimi André Gide’in İstanbul-Bursa izlenimlerine öfkeleniyoruz, kimse her gittiği ülkeyi beğenecek diye bir kural yok, ‘karşı taraf’ın zihniyetini, önyargılarını, işin içyüzünü görememe durumunu çözümlemek de işimiz. Biz oysa, Loti’nin ülkemizle ilgili yazdıklarını bile toplu bir halde dilimize taşıyamadık.
Yolculuk kültürü tarihinin kuşatılışını bu üç kategoriye hâkim olmakla sınırlamıyorum doğal olarak. Trenler, otobüs seferleri, tekneler ve gemiler; hanı, kervansarayı, oteli, pansiyonu; hizmet sektörünün bileşkenleri: Panoramayı bütününde görebilmek için, bir süredir üretildiğini gördüğümüz çalışmaları toparlayacak çatı kuruluşlarına, Tarih Vakfı türünden çok sayıda kuruma gereksinmemiz var.
Bir vakitler, kendi kendime, “Türkiye’nin Serüven(ciler) Tarihi”ni kurcalamaya söz vermiştim, altına giremedimse altından kalkamayacağımı gördüğüm içindi. Halikarnas Balıkçısı’ndan, Sakallı Celâl’den diyelim Hasan Safkan’a, Nasuh Mahruki’ye seferlerin ve portrelerin izleri dağınık, gözden kaçanların nüfusu kabarıktı. Son, yeni çıkan Deniz Mecmuası’nın ilk sayısında karşılaştığım, Atlas Okyanus’unu kendi olanaklarıyla aşan Mustafa İhsan Denizaşan’ın görkemli serüvenini 1933’te gerçekleştirdiğini, Cem Gürdeniz onu yeniden gündeme getiresiye 80 yıl boyunca unutmayı başardığımızı görünce içim daraldı.
Toplumsal tarih alanına güçlü yatırımlar yapılmalı. Eloğlunun “Gözyaşının Tarihi”ni yazacak olanaklara sahip olduğunu daha önce yazmamış mıydım?