Son günlerde iki yeni “arkeolojik kirlenme” örneği daha sosyal medyada kendine yer buldu. Mesleki ilkeleri olan arkeolog, sanat tarihçisi ve müzeciler ise “popüler ve medyatik” olmayı değil, kazı sonuçlarını bilimsel kriterlere göre paylaşmayı hedefliyor.
Türkiye’de arkeolojik kazıların bir ayağı üniversiteler ve akademisyenler ise diğer ayağı müzeler ve müze uzmanlarıdır. 2000’li yılların başından itibaren değişmeye başlayan müzecilik anlayışı ile birlikte, Türkiye müzeleri yeni bir yapılanma içine girmeye başlamıştır. Bu süreçte Gaziantep, Şanlıurfa ve Hatay gibi zengin arkeolojik değerlere sahip önemli kentlerimizde, Batı dünyasının bile takdirle karşıladığı yeni müzeler inşa edilmiş ve bunlar teşhire açılmıştır. Söz konusu müzeler modern sistemlerle donatılmış depoları, konservasyon laboratuvarları ve kütüphaneleri ile adeta akademik bir yapıya geçiş yapmışlardır.
Çoğunlukla arkeolog ve sanat tarihçilerinin oluşturduğu müze uzmanlarının yeniden yapılanma ile birlikte hem sayıları hızla artmış hem de akademi gibi çalışmaya başlayan müzelerin yoğun arkeolojik faaliyetleri ile bilgi birikimleri ve deneyimleri üst düzeye ulaşmıştır. Bu olumlu sürecin meyvelerini hızlı bir biçimde vermeye başlamış olduğunu Kureyşler Barajı Kurtarma kazıları projesini yürüten Kütahya Müzesi özelinde yine bu sütunlardan memnuniyetle duyurmuştuk.
Giderek artan arkeolojik çalışmalar müze uzmanlarının yayın faaliyetlerine de doğrudan olumlu biçimde yansımaya başlamıştır. Bununla birlikte kimi akademisyenlerin özellikle dikkati çekmek ve kazılarına kamuoyu ilgisi oluşturmak adına hızlı, bazen eksik, çoğunlukla ise abartılı beyanlarının benzerlerini bazı müze uzmanlarının internet ortamındaki yayın ve haberlerinde görmeye başlamış olmamız, bu yazının da ana konusunu oluşturmuştur.
Ahşap, arkeolojik kazılarda nadiren bulunan bir malzemedir. Organik olması nedeniyle günümüze ulaşması için toprak altında belli şartların oluşması gereklidir. Yenikapı Metro-Marmaray kazılarında Neolitik yerleşmede açığa çıkan 8500 yıllık ahşap kulübe, mezar sandukaları, kano kürekleri ve araç-gereçler dünyada büyük yankı uyandırmıştı.
Yenikapı kazılarının en önemli sonuçlarından biri Türkiye Erken Öntarihi’nde Neolitik bir yerleşmenin deniz tarafından yutulduğunun anlaşılmış olmasıdır. MÖ 5500-5200 yıllarında buzulların erimesi ile birlikte yükselen Marmara Denizi, Yenikapı Neolitik köyünü yaşanmaz hale getirmiş ve insanlar yerleşmeyi terketmek zorunda kalmıştır.
Bu önemli gelişmeler ve çarpıcı buluntular, akla hemen “Nuh ve Tufan” gibi son derece popüler ve medyatik bir temayı getirse de, kazıyı yapan arkeologlar ve Arkeoloji Müzesi uzmanları yaptıkları açıklamalarda buna bir gönderme yapmamışlar -örneğin kazılarda çıkan ahşap bulguların Tufan öncesi insanlığa ait olduğunu iddia etmemişler- tamamen bilimsel bir çerçevede, ulaştıkları sonuçları paylaşmışlardır.
Oysa benzer bir noktada, çok farklı, hatta tam tersine bir durum, maalesef kısa bir süre önce Troya (Truva) kazısında yaşanmıştır. Kazı sırasında bulunan bir grup ahşap malzeme bağlamına ve tabakasına bakılmadan, hızlı bir şekilde Truva Atı’nın parçaları olarak internet ortamına servis edilmiştir. Kaldı ki Troya, dünya çapındaki ünü ile böylesine bir reklama ihtiyacı olan en son yerleşme durumundadır.
Bir diğer “kirlenme” örneği Samsun’da ortaya çıkmıştır. Bir müze uzmanının Samsun Salıpazarı-Yeşilköy’de bazı kaya parçaları üzerinde saptamış olduğu kazıma tekniğindeki ok ve artı biçimindeki birtakım basit işaretler marifetiyle İskit, Öntürk ve Oğuz yazılı tamgalarını çözdüğünü beyan etmesi, bilim dünyasınca hayretle izlenen bir durum oluşturmaya başlamıştır. Avrasya coğrafyasında Rus, Alman, Amerikalı, Fransız, Belçikalı, Kazak, Moğol ve Çinli biliminsanlarının onlarca yıldır kazılar ile yüzey araştırmalarında bulamadıkları İskit yazı ve alfabesinin Salıpazarı’nın bir köyünde sadece iki adet işaretle (ok ve artı) keşfetmiş ve bunu büyük bir cesaretle yayınlamış olan müze uzmanını ayrıca takdir etmemiz gerekmektedir!
Türkiye üniversitelerinde bir uzmanı olup olmadığını bile bilemediğimiz, Avrasya arkeolojisi ve filolojisi ile ilgili üst düzey uzmanlık isteyen bir konuda bir müze uzmanının yaklaşık beş yıldır internet ortamındaki gazete ile bazı sitelerde İskitlerin ve Öntürklerin yazılarını hem de Salıpazarı’nda keşfetmiş olduğunu iddia etmesi, internet ortamındaki yayınların ne denli kontrolden uzak ve arkeolojiyi kirletici olduğunu bir kez daha göstermektedir.
Buradaki en büyük tehlike, bir lise öğrencisinin konu ile ilgili ödev hazırlarken internet ortamında bahse konu yayınlara ulaşması, öğretmeni ile arkadaşlarına yapacağı sunumda, olmayan İskit ve Öntürk runik yazı ile tamgalarının Salıpazarı’ndaki mevcudiyetlerini bilimsel zannettiği kaynaklar ışığında anlatması, belki de okul gazetesinde yayınlamasıdır. Kirlenmeler böyle başlar, yıllar içinde birikir, gerçek uzmanların bunları temizlemesi ise onlarca yıl alır maalesef.