Kasım
sayımız çıktı

Türkler’i Arap yazısından kurtaran büyük eğitimci

Kuva-yı Milliye’nin kahramanları, cumhuriyetin kurucu kadrosu, hatta onları tanıyanlarımız dahi hayattan çekildi. O dönemi ve kimlikleri karalamak bugün neredeyse moda. Türk millî eğitiminin iki anıt bakanı Mustafa Necati de Hasan Âli Yücel gibi geçmişte dinsizlik-komünistlik iftirasına hedef olmuştu. 35 yaşında ölen Mustafa Necati’nin portresi.

Türkiye’de 20 milyon öğrenci, bir o kadar kadın-erkek yetişkin, kamu görevlileri, veliler, işçiler… Kabaca 70 milyon, her gün abece okuyor, yazıyor. Her gün 1 milyonu aşkın gazete basılıp dağıtılıyor, binlerce süreli yayın, ortalama her gün yüzlerce kitap yayımlanıyor. Bilgisayar-telefon yazılımları, sayısız sınırsız sonsuz boyutta. Eğer 1928’de yeni Türk harfleri kabul edilmese, bir yıllık bir geçiş sürecinde köylere kadar yayılmasa, Arap Elifbası’nın bugün bizi kilitlemesi kaçınılmaz kaosunu tahmin bile edemeyiz.

Nüfusun en iyimser tahminle 3/4’ü hâlâ ümmi, uygarlık âleminin abecesinin dışında kalacağından hâlâ ulusça okur-yazar değildik! Eski harflerle okur-yazarlar da iki sözcükten birini Arapça veya Farsça seçmek durumundaydı.

İzmir’in işgalini önceleyen 14 Mayıs 1919’daki Maşatlık Mitingi’nde avukat Mustafa Necati Bey.

Kabul edildiği evredeki adıyla Harf İnkılabı (bu iki sözcük de Arapçadır) ve bir önceki 1924 Tevhid-i Tedrisat (öğretim birliği) Yasası, bizi yüzyıllarca yoran, bocalatan Arap-Acem yazılarından kurtaran uygarlık ve kültür tarihimizin en keskin dönemeçleri olmuştu.

Harf Devrimi, alfabe değiştirmenin ötesinde dil bağımsızlığımızın da ilanıdır. Arap Elifbası – Acem noktalaması, Türkçe yazıp okumanın yolunu kapatan aşılmaz engellerdi. Dili boğan, yazmakta okumakta gülünçlüklere, yanlışlıklara düşüren bir tuzaktı. Asıl zorluk, Türkçe sözcükleri Elifba ile yazmak ve okumaktaydı. Türk ulusu bu karabasana bin yıl katlandı. Bugün bu uzun evrede yazılan-basılan kitapları, belgeleri kültür kaynakları sayarak koruyor, bunlardan yararlanıyoruz. Ama artık Batı kültürleriyle aynı alfabe düzlemindeyiz. Bu erişimin temel dayanağı, 90 yıllık kültür anahtarımız Türk Alfabesidir. Öyle ki Elifba-Osmanlıca özlemindekiler de artık savlarını Arapçası Farsçası ayıklanmış Türkçe ile dillendiriyorlar. Eskiye özlemle seçtikleri sözcükleri de yanlışlardan arındıramıyorlar; “muhattap” diyorlar, “râkip” diyorlar, düyûn yerine “düyün”, asgarî yerine “askeri”, te’kid yerine “tenkit”… diyor, gülünç durumlara düşüyorlar!

Türk eğitiminin cüssesiyle de ‘dev adam’ı Necati Bey, bir kız meslek lisesinin kadın-erkek öğretmenleri ve öğrencileriyle.

Arap-Fars kuralları ve uydurma imlerle yazıp okuma serüvenimizi 1900’lere kadar bir düzene oturtamadığımız bir gerçek. “Bargir” yazıp beygir, “köv” yazıp köy, “havace” yazıp hoca, “carşeb” yazıp çarşaf veya “cıhar-ı –şenbih”i Çarşamba, “hayırhavah”ı hayırhah, “Serya”yı Süreyya, “Duyğu”yu duygu okumak zorundaydık. “Deha” ile “daha”, “üç” ile “uç” aynı yazılırdı. Sözün gelişine göre “dinlenmek” diklenmek; “göz” köz, güz; “gül” de göl, kül olarak okunabiliyordu. Doğal ki “göl”ü “kül” okuyanlara gülünüyordu! Söylendiği gibi yazılan, yazıldığı gibi okunan fonetik imlamıza uygun bir yazılım kuramamıştık.

Bu açıdan, yeni Türk harfleri cumhuriyet devrimlerinin en köklüsü, kalıcısı, sonsuza dek değişmez olanıdır. Aynı alfabeyi kullanan uluslarla ilişkilerimizde, Avrupa ulusları topluluğuna katılmamızda başlıca etken yeni Türk yazısıdır. Bunun gerekliliğini Osmanlı aydınlarından da düşünenler olmuştu. Bu köklü, “dönülmez” devrimi cumhuriyetin daha beşinci yılında gündeme getiren aydın önderler Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal ile Maarif Vekili Mustafa Necati Bey’dir (İzmir 1894 Ankara 1 Ocak 1929). Bu ikilinin, kimi yurtsever aydınları, hatta kimi Kurtuluş Savaşı kahramanlarını ikna etmeleri ise kolay olmamıştı.

İlk Türkçe, son eski Türkçe kitaplar


Arap harfleriyle son
kitaplar, yeni Türk
harfleriyle de ilk kitap
Mustafa Necati’nin Bakanlığı
sırasında basılmıştı.

Necati Bey’in sadece 35 yıllık yaşamı

Mustafa Kemal’le Mustafa Necati’nin arkadaşlıkları Millî Mücadele’den 1929’a kadar 10 yıldır. İzmir’de idadi (lise), İstanbul Darülfünunu’nda hukuk okuyan Mustafa Necati, 1914’te İzmir’de avukatlığa başladı. Kız Muallim Mektebi’nde öğretmen, Şark Mektebi’nde müdürlük yaptı. Türk Ocağı üyesiydi. İlk haykırışları, Ahenk gazetesinde yankılandı: “Gençler! Saltanatlar söner, hâkimiyetler ölür, millet ölmez, milliyet boğulmaz. Bütün beşeriyetin topları, tüfekleri başımızda patlasa da ürkmeyelim!” (4 Aralık 1918).

1919’da İzmir ve havalisinde Yunan işgali başladığı günlerde Maşatlık’taki gece mitinginin ateşli konuşmacılarından biri de oydu. İşgalci Yunanlılar yazıhanesini bastılar. İstanbul’a gitti, Balıkesir’e döndü, direniş örgütlenmelerine destek verdi. Balıkesir ve Havalisi Kuvayı Milliye komutanlığını üstlendi, yerel milislerin Anzavur’a ve işgalcilere saldırılarını yönetti. Arkadaşı Vasıf Çınar’la çıkardıkları İzmir’e Doğru gazetesinde Millî Mücadele’yi destekleyen yazılar yayımladılar.
Çapına cüssesine sığmayan inanç ve ülkülerle yüklü bu genç adam, 1920’de 1. Meclis’te Saruhan (Manisa) mebusuydu. Müdafaayı Hukuk Grubu kâtipliği yaptı. İstiklâl Mahkemelerinde görev aldı. Kastamonu İstiklâl Mahkemesi reisliğini adaletle yürüttü. 1923’te 2. Meclis’e İzmir’den mebus seçildi. Cumhuriyetin ilanını önceleyen günlerde (20 Ekim) Mübadele, İmar ve İskan Vekili atandığında özel makam odası yoktu; bir iskemlede görev yaptı. Anavatana göçen, yüzbini aşkın yoksul ve perişan soydaşımızın iskânlarını sağladı. 7 Mart 1924’te Adliye Vekili oldu. Muallimler Birliği reisliği de devam ediyordu. Arkadaşı Vasıf Çınar da bir gün önce İsmail Safa Bey’in yerine Maarif Vekili atanmıştı. Aynı günlerde (3 Mart) Meclis’te cumhuriyetin temel taşları olan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve diğer devrim yasaları kabul edilmişti.

Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal, Maarif Vekili Mustafa Necati, onlarla yan yana yaver ve arkada bir kamu görevlisi (Ankara, 1928).

Mustafa Necati’nin, Hamdullah Suphi Bey’in yerine 21 Aralık 1925’te getirildiği Maarif vekilliği, ölümüne kadar 3 yıl 11 gündür. Gözükara denecek kadar ulus-sever bir aydındı. Öğretim Birliği Yasası’nı günün koşullarına karşın ödünsüz uygulayarak temellendirdi. 7 Mart 1926’da Maarif-i Umumiye, 20 Mart’ta Maarif Teşkilatına Dair Kanun’un mecliste kabulünü sağladı. Bu yasalar, cumhuriyet yönetiminin eğitim öncelikleri, yeniliklerin sürekliliği bakımından da önemliydi. Yasaların gerektirdiği mevzuatı, ders programlarını, ders kitaplarıyla materyelleri hazırlamak ve onamak için 28 Mart’ta eğitim-öğretim işlerini “ilmî ve müstakil bir merkezden idare etmek üzere Millî Talim ve Terbiye Dairesi”nin, izleyen günlerde de Bakanlıkta Halk Eğitimi Halk Dershaneleri Sanayi-i Nefise Müdürlüklerini, Maarif Eminliklerini örgütledi. Kayseri (Zencidere) ve Denizli köy muallim mektepleri açıldı. 26 Mayıs 1927’de teknik ve meslek mektepleri Maarif Vekaleti’ne bağlandı.

“Müjde müjde! Millet Mektebi Açılıyor. Ayın birinci günü derslere başlanacaktır. Kaydolun.” Bu ilana halk beklenen ilgiyi göstermişti fakat Mustafa Necati Bey o mutlu günü göremedi.

Üç yıllık görevi sırasındaki peformansı eşssizdir: 3. Heyet-i İlmiye’nin toplanması; Maarif Teşkilatına Dair Kanun’un kabulü; okul kitaplarının Maarif Vekâletince bastırılması; lise ve orta mekteplerin nehari (gündüzlü) bölümlerinin ücretsiz olması; mesleki kurslar açılması; Muallimler Birliği Kongresi; Konya’da Orta Muallim Mektebinin (Gazi Eğitim) açılması; meslek mektepleri, mektep pansiyonları, ziraat mektepleri kanunları; Türk Maarif Cemiyeti’nin kurulması; Muallimler Birliği 4. Kongresi; okul kitaplarının ilk kez yeni harflerle basılmaya başlanması; Reisicumhur Gazi’nin yeni harfleri tanıtmak için -anlamlı bir şekilde yine Samsun’dan yurt gezisine çıkması; 3 Kasım 1928’de Türk eğitiminde en köklü devrimi müjdeleyen Yeni Türk Harfleri Kanunu’nun kabulü; izleyen 8 Kasım’da da Gazi’nin Millet Mektebi Umumi Reisliği ve Başmuallimliğini kabul etmesi; o yıl ilkokula başlayan çocukların da okuma yazmayı yeni harflerle basılan alfabeden öğrenmeleri…

Mustafa Necati’nin yeni Türkiye’nin kurtuluşu için en çok umut bağladığı Harf Devrimiydi. Bu bir yönüyle de ülke genelinde okur-yazarlık seferberliği demekti. O, önceki devrimlerin ve gündemdeki Harf Devrimi’nin asıl amacını ilk sayısı 10 Şubat 1927’de yayımlanan Terbiye Dergisi‘ndeki “Terbiye Niçin Çıkıyor?” başlıklı yazısında şöyle açıklamıştı: “Türkiye, son mesut inkılabı ile bütün hukuk ve vazifeleri ile medeni milletler ailesine girmiştir. Türkiye Cumhuriyeti bu medeni vasfını muhafaza için mekteplerini bu yeni terbiye anlayışına göre yeni baştan tertip ve tanzim etmek mecburiyetindedir”.

Mustafa Necati’nin öldüğü gün açılan bir Millet Mektebi. Halk dershanesinde yeni harflerle okuma yazma öğrenen Türk kadınları.

1 Ocak 1929’da yürürlüğe giren yasanın amacı, Millet Mektebi ve Halk Dershaneleri’nde vatandaşları yeni harflerle okur-yazar yapmaktı. Yazık ki mektep ve dershane açılışları, onun öldüğü güne rastladı. Yine o günlerde Türk Dili Encümeni Alfabe Raporu ve Türkçe Gramer yayımlandı. Arap harfleriyle kitap basımını yasaklayan yasa yürürlüğe girdi. Mustafa Necati bu geçişleri, öğretmenlerin meslekî kurslara devamını, Terbiye Dergisi‘nin yeni harflerle basılan sayısını da göremedi.

Gazi, Necati’nin ölümüne ağladı. Çalışma kadrosunda büyük bir boşluk yaşayan Başvekil İsmet (İnönü), bir atama yapmayarak Maarif Vekâletini iki ay boyunca asaleten üstlendi.

Maarif Vekili’nin cenazesinde İsmet İnönü, Fevzi Çakmak dahil tüm devlet erkanı.

Maarif Vekili Mustafa Bey’in eğitim dünyamıza hizmetleri yanında kültürümüze kazandırdıkları ve unutulmayan anekdotları çoktur. Ankara’ya yolu düşen eğitimciler ve başkaları ona uğrarlardı. “Ankara.. Ankara…” marşındaki “Senden yardım umar her düşen dara” dizesi, sanki onu işaret ediyordu! Öğretmenlerini seven, onları arkadaş sıcaklığıyla dinleyen bir bakandı. Bir köy muallimi yolu düşüp de Ankara’ya gelse, Ulus’taki Maarif Vekâletine özgürce girebilir, “vekil beyle görüşeceğim” der, özel kalem o an makam müsaitse “buyurun” der, değilse özür dileyip “benim misafirim olarak biraz bekleyeceksiniz” derdi. “Makam” denilen odada, bakanın tahta yazıhanesi, ahşap iki koltukla sandalyeler vardı. Necati Bey öğretmeni ayakta karşılar, kahve içerler, ama salt okul, öğretmen, sağlık, köy sorunlarını konuşurlardı. Görüşme bitince konuğu öğretmenin koluna girip, koridoru çınlatan, gür sesiyle “Yine beklerim! Yavrularımıza başarı dilediğimi, köylü yurttaşlarımıza selam söylemeyi sakın unutma! Mektup yaz.” der; öğretmen istasyona gidecekse Bakanlığın tek otomobili ile gönderirdi. Bu onurlandırmayla köyüne dönen öğretmenin köydeki önderliği-itibarı bir kat daha artardı.

Mustafa Necati 1895-1929.

Atatürk’le beraber Türk millî eğitiminin temellerini kuran Necati Bey’i, ölümünün 90. yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nın bir vefa göstererek anacağını umut edelim. Üniversite özerkliğini gündeme getiren, “Her alanda uzman ve bilgili gençlere muhtacız” diyen bu eğitim kahramanının adını taşıyan bir üniversitemiz yok! Eğitimimize gece-gündüz hizmet ederken genç yaşta ölen Necati Bey için anma toplantısı yapmayı düşünen bir üniversitemiz belki olur. Ankara’da ve İstanbul’daki Necatibey Caddelerine, adını taşıyan okullara ilişilmesin yeter!

Yaşım ve mesleğim gereği Reşat Şemseddin Sirer’den (bakanlığı 1946-1948) en son İsmet Yılmaz’a kadar kimi Millî Eğitim Bakanlarını yakından gördüm. Konuştuklarım, görev gereği hitapta ve sunumda bulunduklarım da oldu. Eğitim tarihimize ilişkin çalışmalarımda kimilerinden söz ettim. Ne bunlar ne diğerleri arasında eğitim-öğretim sorunlarımıza Mustafa Necati ve Hasan Âli Yücel içtenliği ve azmiyle yönelen üçüncü bir bakanı anımsamıyorum.

GAZİ’NİN 9 AĞUSTOS 1928 TARİHLİ SÖYLEVİNDEN…

M. Kemal: 1-2 yıl içinde bütün Türk toplumu yeni harfleri öğrenecek

“Çok işler yapılmıştır. Ama bugün yapmaya mecbur olduğumuz son değil, lâkin çok lüzumlu bir iş daha vardır. Yeni Türk harfleri çabuk öğrenilmelidir. Her vatandaşa, kadına erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bir milletin, sosyal bir toplumun yüzde onu, yirmisi okuma yazma bilir yüzde sekseni, doksanı bilmezse bu ayıptır. Bundan insan olanların utanması gerekir. Bu millet utanmak için yaratılmamıştır. Övünmek için yaratılmış, tarihini övünçlerle doldurmuş bir millettir. Fakat milletin yüzde sekseni okuma-yazma bilmiyorsa bu hata bizde değildir. Türk’ün karakterini anlamayarak kafasını bir takım zincirlerle saranlarındır. Artık geçmişin hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hataları düzelteceğiz. Bu hataların düzeltilmesinde bütün vatandaşların çalışmalarını isterim. En nihayet bir yıl, iki yıl içinde bütün Türk toplumu yeni harfleri öğrenecektir. Milletimiz, yazısı ile kafası ile bütün medeniyet âleminin yanında olduğunu gösterecektir”.

DÖNEMİN MİLLÎ EĞİTİM BAKANI-1926

Mustafa Necati: Üniversiteler ancak bağımsız yaşar…

“Kurumların hukuk ve yetkilerini korumak, doğrudan doğruya kurumları yaşatmak demektir. Bir memlekette darülfünun (üniversite) bağımsız yaşar ve öğretim itibariyle profesörlerin görüşleri alınarak genel hatlar çizilirse, o vakit üniversitenin gerçek yararlarını kabul etmek gerekir. Yoksa, üniversite emininin (rektör), üniversite heyetinin (senato) ve divanının yaptıkları program sıradan bir bakan tarafından bozulacak olursa, darülfünun hakiki vazifesini yapmış olamaz. Yine tabiidir ki Talim ve Terbiye Dairesinin görüşü alınmadan da çocuklarımızın terbiyesi konusunda uluorta görüşlerde bulunamayız…”

SUYU ARAYAN ADAM’DAN…

Şevket Süreyya: Necati Bey ağır bir treni çeken lokomotif gibiydi; yazık ki çok erken öldü…

Genç, hareketli bir insandı. Ona göre zamanın gecesi gündüzü yoktu. Bizim vekâlette iş, bütün dairelerin kapılarını kapadığı zaman başlardı. Akşam saatine kadar ancak günlük muamelelerle uğraşılırdı. İş saatleri sona yaklaşıp da vakit gelince, daireler boşalırdı. Fakat yüksek kadronun çalışması asıl o saatten sonra başlardı. Müdürlerin, umum müdürlerin odalarında lambalar gecenin geç saatlarine kadar yanardı. Asıl mühim işler için kararlar bu saatlerde çıkarılırdı.
Bu geç saatlerde vekil hemen daima arkadaşlarının yanında olurdu. Gecenin sonu çok defa onun bir davetiyle şurada veya burada bir sofranın başında biterdi. Bakana göre “büyük işler” yapılmalıydı. Fakat bu “büyük işler”in teferruatı onu ilgilendirmezdi. O yalnız kendisinden büyük işlerin istenilmesini beklerdi. Küçük işler küçük tedbirler onu sıkıyordu. Bu güreş meydanında karşısına eş bekleyen bir pehlivan gibi dolaşıyordu. Ya yenmek, ya yenilmek istiyordu (…)
Necati Bey büyük ölçüde saydığı bir iş yaptığı zaman çocuk gibi sevinirdi:

– Bugün millet mektepleri açılması emrini verdim!
– Bugün yeni Türk harfleriyle tam yüz bin alfabe basılmasını emrettim!
– Bugün filan enstitünün inşaat hesabına tam yüz elli bin liralık havale gönderdim!..

Erken sevincinden yerinde duramazdı. “Ah ne olur, benden daha fazla bir şeyler isteseler” der gibi, etrafındaki arkadaşlarını tartaklar dururdu. Zaman, mekân ve imkânlar onun ölçüleri arasına girmezdi. En büyük işleri, elinden gelse bir nefeste başarmak isterdi. Bazen bir rüzgâr gibi odaya girerdi. Bir gün önce karar verilen, fakat aylarca sonra tamamlanacak olan bir işin bitip bitmediğini, yahut ne safhada olduğunu sorardı. İşler değil, işlerin sonu onu ilgilendirirdi (…)

“Daha ne duruyorsunuz yahu? Yapsanıza. Ama binalar büyük olmalı. Çok büyük. Ta İstanbul’dan Sivas’tan, Hint’ten Çin’den görünsün vesselâm…” der, gene bir rüzgâr gibi çıkar giderdi. Maarif Vekâleti bu hava içinde çalışıyordu. Necati Bey’in arkadaşları kendinden birer parça gibiydiler.

Fazla olarak onun sınır tanımaz arzularını kâğıda dökecek, hesaba vuracak ölçüde insanlardı. Vekil olarak onlara çok bağlıydı. Onlara takılmayı severdi. Beni de ilk tanıdığı zaman elini omuzuma koydu:

– İstediğini yap arkadaş, dedi, ama bizim mektep çocuklarını sakın komünist yapma! Cevap verdim:
– Mektep çocuklarıyla işim yok Vekil Bey, ama siz kendinizi koruyun!

Hem kendi güldü hem hepimizi güldürdü.

Altına çizilmiş yolda ağır bir treni çeken bir lokomotif gibiydi. Yazık ki girdiği yolun, henüz çok genç başındayken öldü. (Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, s. 454-456, Remzi Kitabevi, 1974.)

HASTA YATAĞINDA MUSTAFA NECATİ

‘Son anında bile metin, adeta yaralı bir aslandı’

“Kastamonu İstiklal Mahkemesi başkanı iken (1921) köydeki sevgilisini özlediği için askerden kaçan Mehmed Onbaşı, iki gece köyünde kaldıktan sonra teslim olmuş. İstiklal Mahkemesindeki yargılanmasında verilen idam cezası dayağa çevrilince, ‘Dayak yediğimi sevdiğim kızın duymasını kaldıramam’diyerek mahkemeden idamını istemişti. Onbaşının bu mert tavrı karşısında bir değerlendirme yapan, kendisi de 27 yaşında bir genç olan mahkeme başkanı Mustafa Necati cezayı kaldırmış, onbaşıya 10 gün izin vererek ilgili kaymakama da düğün yaptırılıp evlendirilmesini, sonra cepheye gönderilmesini yazmıştı.

Necati, inkılâbın yoğurup olgun yetiştirdiği pek kıymetli bir vatanperverdi. Onu Millî Mücadelenin daha ilk anlarında sevgili arkadaşı Vasıf’la beraber, Balıkesir’de cephe kumandanı Miralay Kâzım (Özalp) Bey’in yanında millî davanın en hararetli müdafii olarak görüyoruz.

Necati’deki cevheri gören Kâzım Paşa onun elinden tuttu. Büyük Gâzi kabiliyet ve istidadını takdir ettiği Necati’yi en mühim işlerde kullandı. Nihayet o, İsmet Paşa mektebinde en kıymetli devlet adamı olarak yetiştirildi.

Ameliyattan yarım saat evvel ziyaretine gittim. Yanında müsteşar Kemal Zaim ve bir-iki kişi vardı. Sancının ıstırabı altında bile arkadaşlarına iltifatı unutmayan Necati, beni görünce tebessüm etti, elini uzattı. En son benim öptüğüm o elin sahibinin yirmi dört saat sonra aramızdan ayrılmış göreceğimi hiç aklıma getirmemiştim. ‘Bak İsmail Hakkı, ben ne oldum!’ dedi.

Lazım gelen tesellide bulundum. Ameliyatın ehemmiyetsiz olduğunu söyledim. Ben sözümü bitirince karyolanın ayak ucunda başını önüne eğmiş olan (müsteşar) Kemal Zaim’e, kulaklarımızın alışkın olduğu gür sesiyle ‘Ne düşünüyorsun Kemal? Mukadder neyse olur!’ dedi. Ben son deminde de metin olan bu yaralı aslanın kükremesinden heyecanlanarak odadan fırladım”. (İ. H. Uzunçarşılı – Mustafa Eski, Mustafa Necati Bey’in Kastamonu’daki Çalışmaları-Ankara Ayyıldız Matbaası, 1990, sf. 50-51, 140-141.)

1920’LERİN HAYAT MECMUASI

Necati Bey’in beklenmedik ölümü ve ardından yazan ünlü isimler…

Ölümünün bir hafta ertesinde çıkan Hayat mecmuasının 111. sayısı “Zavallı Necati Bey” başlığıyla Mustafa Necati Bey’e ayrılmıştı. Mecmua bu sayısında, derginin adını da kendisinden ilhamla aldığını ilan ediyordu. Mecmuanın mottosu Nietzsche’dendi: “Hayata, daima hayata… Dünyaya daha çok hayat katalım!”

Hayat’ta kimler yazmıyordu ki… Eserleriyle yazın dünyamızda eşsiz ünlere sahip Mehmet Emin Yurdakul, Köprülüzade Mehmet Fuat, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç, Ahmet Haşim, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Hasan Âli Yücel, Hakkı Tarık Us, Ruşen Eşref Ünaydın, Yunus Nadi ve niceleri… İşte bu ustaların Mustafa Necati’nin ölümü üzerine Hayat mecmuasında yazdıklarından bölümler:

“Bütün hayatı adeta yetişilemeyecek derecede koşmakla geçti. Altmış yetmiş senelik insan ömrünün hasılasını 34 sene içine sığdırdı” (Mehmet Emin Yurdakul).

“Necati Bey öldü. Necati Beyin ölümüne inanmak kadar müşkül vaziyete hayatımda hiç düşmedim. Üç gün evvel gözlerinden ve sözlerinden hayat ve kudret taşan Necati Beyi üç gün sonra toprağa teslim etmek üç gün evvel halkı okutmak için açtığı Millet Mekteplerinin faaliyet tarzını hararetle, neşe ile, ümit ile tespite çalışırken üç gün sonra aramızdan birdenbire kaybolduğunu görmek…” (Ahmet Tevfik).

“Yarın Türk maarif tarihini yazacak olanlar, bu tarihin en parlak sahifelerini Necati Beyin üç seneye sığıştırdığı parlak faaliyet devrine tahsis edeceklerdir” (Ali Haydar).

“Her Kânunusaninin 1. günü, bundan sonra Türkiye maarifi için hem Millet Mektepleri hareketinin, yani ümmiliğe karşı harbin; hem de bu hareketin mübdii aziz Necati’nin ufülünün yıldönümü olmak itibariyle biri tatlı, öteki acı iki derin hatırayı tazeleyecektir… Zalim kader bir taraftan Necati’ye kıyarken öte taraftan da sanki bu günahını affettirmek istiyormuş gibi ona en büyük işinden bir Abide yapmış oldu” (B. Avni).

“Ve Necati Bey âşığı olduğu gençlikten ayrılmamak, ebedi bir genç kalmak için genç yaşında öldü. Tarih onu ebediyete kadar Türk ihtilâlinin genç evladı diye anacaktır” (Cevat).

“Bana öyle geldi ki Necati, kuvvetli ve dinç omuzlarıyla tabutun kapağını fırlatıp atacak, geniş göğsünü göklere kanat açmak isteyen bir şahin gibi haykıracak: ‘Susunuz, aziz dostlar, sevgili arkadaşlar! Ölümü yendim ve işte hayata dönüyorum!..” (Rıdvan Nafiz).

“Necati merhum, aynı zamanda mücadele senelerinde en kuvvetli numunesini gördüğümüz Türk mertliğini lisana getirmiş bir hatip hamlesini de nazik fırsatlarda göstermişti. Bu genç ölünün inkılabın kucağında can vermek saadetine gıpta ettiğimi gizlemeyeceğim” (Mustafa Şekip).

Makamında Necati Bey Maarif Vekaleti’nde, makamında Mustafa Necati Bey. Belki de son fotoğrafı.

“İlme, ihtisasa, samimi bir hürmeti vardı; ve yanındakileri çalıştırmak sırrını pek iyi bilirdi. Cevval zekası sayesinde, bulunduğu işleri az zamanda kavrar herhangi bir mesele hakkında muhtelif fikirleri dinlediği zaman en doğrusunu derhal keşfederdi. Samimi olmak şartıyla en şiddetli tenkitlere darılmadığını muhtelif tecrübelerimle bilirim. Başından sonuna kadar lekesiz, berrak, geçen bu hayat, ne yazık ki, çok kısa sürdü; fakat bu kısa hayat inkılap çocuklarına örnek olacak kadar temiz ve dolgundur!” (Köprülüzade Mehmet Fuat).

“Teselli kabul etmez bir haldeyim. Zavallı Necati ve zavallı tababet! İlâsına uğraştığın irfan alemi işte daha 36’sını doldurmadığın bir yaşta seni ölümün ifna edici kollarına attı” (Hakkı Tarık Us).

“Necati ölmüş, diye bir haber söylediler. Dünya dünya olalı, ne kürrei arz üzerinde, ne de onun üstünde herhangi bir adamın başına bu kadar müthiş bir yıldırım düşmemiştir. Haber yıldırım idi. Fakat onun mukabilinde ben daha kuvvetli: sanki, şaka! Diyen bu hakikata inanmamakla selamet bulmak isteyen ben…” (Yunus Nadi).

“Denilebilir ki, Necati ayakta, söylemekte olduğu bir cümlenin ortasında öldü. 1 Kanunusani 1929 günü hem halk mekteplerinin açılması, hem de onun gözlerinin ebediyen kapanması tarihidir. Harf inkılabının en çetin faaliyetini şefkat ve neşe ile başardıktan sonra gene aynı şevk ve neşe ile irfan seferberliğinin erguvanî bandırasını o genç pehlivan omuzlarında yüklenmiş, yürümeye –ne diyoruzkoşmaya hazırlanıyordu. Birden bulunduğu yerde dondu kaldı, ve henüz 36 yaşında idi” (Yakup Kadri).

“Necati Bey’in ölümü kadar hiçbir ölüm, bana ölümü bu kadar korkunç göstermemiştir. Bu zeybek huylu ve zeybek boylu vatan çocuğunu toprağa düşüren pençenin rüzgarı, bütün Türk elinin bağrından geçti. Onu bir kere, heyecanla bir nutuk söylerken dinlemiştim: Dağ dağa vuruyor sandımdı!” (Yusuf Ziya Ortaçgil).

“15 sene evvel İzmir’de tanıdığım haşarı ve düşünceli genç, sonraki inkılapçının bütün faziletlerine ve kuvvetlerine tamamen malikti. O çelikten yoğrulmuş gençliğin talii, alnında vazih hatlarla yazıldı. Bu güzel baht yazısında, ne ihtiyarlığın, ne romatizmanın, ne öksürüğün ne de yatakta çirkin bir ölümün lekeleri mer’i değildi. Fakat ancak kahramanların grubuna layık olan o şanlı uzviyeti, küçük bir tıbbi hata, çalıştığı sahadan erken çekilmeye mecbur etti. Ne yazık!” (Ahmet Haşim).

“O levent cüssenle hayattın, candın;
Neşeydin, kudrettin ve heyecandın;
Bu kara toprağa nasıl uzandın;
Ölüm mü oraya koyan başını?
Saymadı mı yoksa ecel yaşını?..”
(Hasan Ali Yücel).

“O ne koç yiğitti gören vurulur,
Karşılık gelirdi gökten o sese
Derdim ki önünde diz üstü bulur
Efem Azraili bir göğüslese!..”
(Faruk Nafiz Çamlıbel).