NASA’nın tanımlanamayan hava fenomenlerine (UAP) ilişkin gözlemlerini kamuoyuyla paylaşması üzerine UFO tartışmaları yeniden alevlendi. İnsanın dışuzaya ilişkin merak ve korku arasında gidip gelen ilgisi, kamerayı eline aldığı andan itibaren sinemaya da yansımıştı. “Ay’a Seyahat”ten “Interstellar”a beyazperdede uzaylılarla temas fantezileri…
New Mexico’daki Los Alamos Laboratuvarı’nda çalışan fizikçi Enrico Fermi, 1950 yazında öğle arasında meslektaşlarıyla dünyadışı varlıklar üzerine sohbet ederken basit bir soru sormuştu: “Peki ama neredeler?” Adına sonradan “Fermi Paradoksu” denecek uyumsuzluk böyle doğmuştu. Milyarlarca yıldır varolduğu bilinen galakside milyarlarca yıldız varsa, bu yıldızların etrafındaki gezegenlerden bazılarında “canlılık” koşullarının oluşmuş olması ihtimali akla yatkındı. Buna rağmen, biz neden dışuzaydan gelen ikna edici bir canlılık emaresine henüz rastlayamamıştık?
Aslında dışuzayla ilişkisini merak ve korkunun güdümünde tesis eden insan, bu soruyu muhtemelen kendini bildiği ilk karanlık geceden beri soruyordu. Belki bu yüzden, kamerayı eline aldığı andan beri beyazperdeye yansıttığı fantezileri arasında ilk sırayı kah dost kah düşman olarak çizilen uzaylılara ve uzaya ayırmıştı.
Uzaya dair filmler neredeyse sinemayla yaşıt. İlk temas, 1902 yapımı “Ay’a Seyahat” ile kuruldu. Sinemanın sihirbazı Georges Méliès, bu ilk bilimkurgu filmini, Jules Verne’in 1865’te yayımladığı Dünyadan Ay’a ve Ay’ın Etrafında romanlarından uyarladı. Ancak Jules Verne’in ziyaret ettiği bu Ay, 17. yüzyılda Kepler, Bacon, Godwin gibi isimlerin yönlendirdiği bilimsel düşüncenin (ve teleskopun!) ütopyacı saiklerle “icat ettiği” bir Ay’dı. Yeni bir kozmolojinin haritasız topraklarında olasılıklar sınırsızdı. Ay’a yolculuk ise liberal bir rüyaydı: Özel teşebbüsün ve yatırımcıların zaferi…
Jules Verne’in hikayesinde Ay’da kimse yaşamıyordu. İddianın esas konusu bilim, teknoloji ve en önemlisi sermaye sayesinde oraya gitmekti; sapasağlam geri dönmek de hikayenin sürprizli mutlu sonu. Méliès’in 17 dakikalık filmine dikkatli bakıldığında ise sömürgeci yayılmacılığın mizahi bir eleştirisi (Beyaz adam bilmediği yerlere şemsiyesiz gitmez!) görülebiliyordu. Filmde insanlar, Ay’dan dönerken yanlarında Ay halkından birini de getiriyorlardı. Sinema, insana benzeyen uzaylıların ilkiyle böylece tanışıyordu.
Soğuk Savaş gezegeni
1950’lerle birlikte Soğuk Savaş, ABD’ye insanların en çok komşularından korktuğu paranoya atmosferini de beraberinde getirmişti. Bu dönemde sinema, kendilerini gizlemek için insan kılığına giren uzaylılarla tanıştı. 1953 tarihli “It Came from Outer Space”de, uzay gemileri arızalanan uzaylılar bir Amerikan kasabasına zorunlu iniş yapıyor, farkedilmemek için kasaba sakinlerini kaçırıp onların suretine bürünüyorlardı. Aslında niyetleri, ait olmadıkları bu topraklardan bir an önce ayrılmakken, kasabalıların linç girişiminden kılpayı kurtuluyorlardı.
Hikaye, bu yıllarda temelleri atılan, “makbul ve müreffeh yaşamın adresi” banliyöye taşındığında ise işin rengi değişmişti. “Invasion of the Body Snatchers”da (1956) uzaydan gelen bir yaşam formu, ahaliyi bedenlerini bir bir ele geçirmek suretiyle insanlıktan çıkarmıştı. Hikaye, kimine göre Sovyetler’in tektipleştirici, yayılmacı ideolojisine duyulan korkuyu; kimilerine göreyse banliyönün monoton düzeni içerisinde benliğini kaybetmek istemeyen genç bir adamın kabusunu simgeliyordu.
“The Day the Earth Stood Still”de (1951) ise insanlığa mesaj getiren iyi kalpli bir uzaylının başına neler gelebileceği konu ediliyordu. Nükleer silahlanmanın hızlı günlerinde, uzay halklarının elçisi Klaatu ve fedaisi robot Gort, Washington’a uçan daireleriyle inmişti. Hümanist uzaylı Klaatu, insanın saldırganlığıyla kendi kendisine tehdit oluşturduğunu anlatmaya çalışıyordu, ama nafile… Sonunda vuruluyor, ölüyor, diriliyor ve insanlar kendilerine çekidüzen vermezse kıyametin kopacağı kehanetini ilettikten sonra gökyüzüne yükseliyordu. Bu film, “War of the Worlds” örneğindeki gibi muhafazakar korkulardan beslenmiyordu. Hem halkların kardeşliğine dair bir muradı vardı hem de barışsever bir baş karakteri.
Bu hümanizmin taşınabileceği karanlık noktayı ise, Arthur C. Clarke’ın 1953 tarihli Çocukluğun Sonu romanında (ve 2015 tarihli televizyon uyarlamasında) görüyoruz. İnsanlığın nihai iyiliği için artık çocukluğunun sona ermesi gerektiğini düşünen galaktik bir zihnin elçiliğini yapan “hükümdarlar” dünyaya (geri) geliyordu. Sonunda yoksulluk, savaşlar ve hastalıklarla birlikte insana ait pathos namına ne varsa ortadan kalkıyordu ama geride de pek bir şey kalmıyordu doğrusu.
Evreni paylaşmak
1961’de dönemin ABD Başkanı John F. Kennedy, ülkesinin 1970 yılı gelmeden Ay’a bir insan indirmeyi ve onu sağsalim geri döndürmeyi hedeflediğini açıkladı. Böylece iki süper güç arasında dünyayı paylaşmak için başlayan yarışta, Yuri Gagarin’in atmosfer dışına çıkmasıyla 1961’de öne geçen SSCB ikinci sıraya düştü.
Evreni başkalarıyla paylaşmanın etiği üzerine düşünen bir yapım olan “Uzay Yolu” da bugüne dek sürecek yayın hayatına 1966’da başladı. Televizyon tarihinin unutulmazları arasındaki bu dizide, olaylar 23. yüzyılda geçiyordu. Bu evrende mantığın güdümünde bir ahlak anlayışına sahip, insan dostu Vulcanlılar sayesinde insanlar uzayı “bükerek” ışıktan hızlı seyahat ediyorlardı. Kaptan Kirk’ün gemisi Atılgan ve mürettebatı, “daha önce hiçbir insanın gitmediği yerlere cesurca gitmek” hedefiyle uzayın hudutlarını genişletmeye kararlıydı.
Yıldız filosunun Birinci Emir’i, hiçbir gezegenin kültürüne, yasasına, teknolojik gelişimine müdahale etmemeyi, “yerlilerin” özerkliğine saygı göstererek gözlem yapmayı buyuruyordu. 1965’te Vietnam Savaşı’nın kamuoyu nezdinde meşruiyetini yitirmeye başladığı bir dönemde siyaseten epeyce yüklü bir söylemdi bu.
İçe yolculuk
60’lı ve 70’li yıllar boyunca uzay filmleri ağırlıklı olarak “B tipi” yapımlarından oluşuyordu ki 1968’de benzeri görülmemiş bir fenomen doğdu. Stanley Kubrick’in başyapıtı “2001: A Space Odyssey”, görsel efektler konusunda bir kırılma yaratmış; insanın kozmik yazgısına, neredeyse mistik evrimine dair uzayın enginliğine yaraşan derinlikte bir anlatı ortaya koymuştu. Uzay yolculuğu, sinemada bazen insan zihninin karanlık taraflarına bireysel psişik malzemeden oluşan dünyalara doğru da yapılabiliyordu. Tarkovski de bu damardan ilerleyerek “Solaris”le (1972) uzayın psikolojik derinliklerine cesurca giriş yapmış, ardından “Event Horizon” (1997) gibi filmlerle iyiden iyiye dehşetin sahasına varılmıştı.
1979’da Ridley Scott’un “Alien” filmiyle başlayan seride Weyland Yutani Corp. biyolojik silah olarak kullanılmak üzere uzaylı yaratıkları dünyaya getirmeye çalışırken, Ripley karakterinde vücut bulan kadın aksiyon kahramanı arketipi de bilimkurguya armağan edilmişti. Yaratık figürü aracılığıyla canavarlaşan anne, ataerkil toplumların ahvalini de anlatıyordu.
Carl Sagan’ın romanından uyarlanan “Contact” (1997), Jodie Foster’ın canlandırdığı baş karakteriyle cinsiyete dair önyargılara bir de inanç-bilim çatışmasını eklemişti.
70’lerden itibaren, insanların uzayda karşılaşabileceklerine dair beklentiler, görsel efektlerin de ilerleyişiyle giderek daha korkutucu bir hâl aldı. Dünyada ve uzayda yaşayan türlü canavarlar içinde en dehşet verici olanın insan olabileceğine dair öyküler de bu döneme damgasını vurmuştu. Ancak büyük stüdyolar, uzay filmlerine pek yatırım yapmıyordu. Steven Spielberg 1982’de büyük bir risk alarak objektifini yeniden uzaya çevirmiş ve “E.T.”yi yaratmıştı. Bu iyimser filmle aynı yılda, Carpenter imzalı paranoya destanı “The Thing” de gösterime girmişti. Kişinin bırakın yanında duran insanları, kendi kendisinin bile ne olduğundan emin olamadığı son derece karanlık bir ruh hâlini yansıtan film, varoluşsal bir dehşeti kan-revan vücut parçalarıyla ve cehennemî metamorfozlarla buluşturmuştu.
1988’de yine Carpenter imzalı “They Live” bu sefer kamerayı kapitalizmin kaybedenlerinden, ismiyle müsemma inşaat işçisi Nada’nın (Hiç) siyasetçi, gazeteci, işinsanı kılığına girmiş uzaylılarla mücadelesine çevirmişti. Artık şüpheler gizli komünistlere değil, liberal kapitalist ekonominin zenginleştirdiği Reagan şurekasının gizli ajandalarına yönelmişti (Bugün de dünyanın, “Reptilian” denen sürüngen formlu uzaylılar tarafından yönetildiğine dair komplo teorilerine inananların sayısı hiç de az değil).
“Büyük komplolar”a dair en kuvvetli anlatılardan birini 1993’te ilk bölümü yayımlanan “X-Files”da gördük. “X-Files” haftanın canavarı bölümünde Roswell Ufo Vakası’ndan Kar Adamı Yeti’ye uzanan bir komplo teorileri ve şehir efsaneleri katalogu ortaya koyarken, mitoloji bölümlerinde daha büyük bir öykü anlatıyordu. Bu hikayede ABD’nin derin devleti, uzaylılarla teknoloji karşılığında bir anlaşmaya varıyor; vatandaşlarının DNA’sı ve bedenlerini takas ediyordu. Hükümetler hakikati kamudan gizliyor, delilleri karartıyor, düpedüz yalan söylüyordu; hep de o sarsılmaz “millî güvenlik” argümanının arkasına sığınarak…
Uzay filmlerinin evreni çok geniş. “The Man who Fell to Earth”deki gibi dünyaya atılmış olmanın dayanılmaz ağırlığı altında ezilen, “District 9”daki gibi kendi dünyasındaki soykırımdan kaçıp, dünyaya sığınmacı olarak geldiğine bin pişman olanlar… İnsanlığa hediyeler, mesajlar taşıyanlar; işgal etmeye ya da bir uzay otobanı yapmaya gelenler… “Interstellar”daki gibi kendine yeni bir gezegen inşa etmeye niyetlenmişken zamanın büküldüğü karadelikte yine insana temas edenler ya da “Arrival”daki gibi anlaşmaya pek hevesli olmayan insanlara çatanlar…
Dönemlerinin korkuları ve arzularıyla şekillenen uzaylı filmlerinin serüvenine bakılınca, insanın kendisine dair hakikati keşfetme çabasıyla aynaya bakar gibi yabancı olana baktığı anlaşılmıyor mu?
YERLİ FİLMLER
Türkiye’den uzayla bakışmalar
Uçan Daireler İstanbul’da 1955 yapımı bu filmde, İstanbul semalarında görüldüğü söylenen uçan dairelere dair atlatma haber yapmak isteyen iki acar gazeteci, bilgi almak için rasathaneye gidiyor. Uçan daire bu kez Washington’a değil, rasathanenin bahçesine iniveriyor. Filmin büyük kısmında mayolu vaziyette gördüğümüz Merihli uzaylıların tümü dişi ve revü danslarında oldukça başarılılar…
Baytekin: Fezada Çarpışanlar 1967’de, 30’ların popüler çizgiromanı Flash Gordon’dan uyarlanan Baytekin, Şinasi Özonuk’un yazdığı senaryosundan kıyafet ve dekorlarına yüksek bütçesiyle ümit vadetse de yapım sürecinin aksaması ve sette yaşanan anlaşmazlıklardan ötürü gişede istenen sonucu alamamıştı.
Turist Ömer Uzay Yolunda Hulki Saner imzalı 1973 yapımı bu filmle Yeşilçam, Hollywood’dan önce “Uzay Yolu” malzemesine el atmıştı. Sadri Alışık’ın sevimli serseri tiplemesi Turist Ömer, kendini Kaptan Kirk’ten Mr. Spock’a bütün mürettebatın hazır bulunduğu Atılgan’ın güvertesinde bir katil zanlısı olarak buluveriyor, bir yandan da herkesle dalgasını geçiyordu. Film, 1966 tarihli “Man Trap” (İnsan Tuzağı) bölümünün yeniden çevrimiydi.
Astronot Fehmi 1978 tarihli Naki Yurter filmi, Aydemir Akbaş’lı bir seks güldürüsüydü. Mekanikleşen hayatından sıkılan memur Fehmi bir gün uzaylı kadınlar tarafından kaçırılır ve yarı çıplak güzel kızlarla dolu bir gezegene getirilir. Burada bir sefahat hayatı sürmek yerine, teknolojiden bunalarak gezegeni yöneten elektronik beyni yokeder ve dünyaya geri döner.
Badi 1982 tarihli “E.T.” uyarlaması, Spielberg’in filmiyle aynı yıl gösterime girmiş; daha sonra pek çok örneğini göreceğimiz “E.T” yeniden çevrimlerinin ilki olmuştu. Zafer Par’ın yönettiği, Barış Pirhasan’ın senaryosunu yazdığı, Şerif Gören’in yapımcı koltuğunda oturduğu ve müziklerini de Yeni Türkü’nün yaptığı film, indiği mahallenin sevgilisi olan bir uzaylının hikayesini anlatıyordu. Görsel efektleri en hafif tabirle sınıfta kalan film, Giovanni Scognamillo’ya “Bu kadar deneyimli sinema adamının bu maceradan ne umdukları anlaşılamamıştır” dedirtmişti.
Dünyayı Kurtaran Adam 1982 yapımı Çetin İnanç filmi, dünyanın en kötü filmleri arasında gösterilse de uluslararası çapta kült film mertebesine ulaşmış, koleksiyonerlerin gözdesi olmuştu. Cüneyt Arkın ve Aytekin Akkaya, 1977 tarihli “Star Wars” filminden alınan sahnelerin eklendiği bu uzay operasında, Han Solo’nun gemisiyle bilinmeyen bir gezegene düşerler. Karate ile metafiziğin, karton ve plastik maskeli canavarlarla gladyatörlerin ve robotların buluştuğu, son derece eklektik bir kolaj olan film, set olarak kendine kurak bir kaya gezegenini andıran Ürgüp-Göreme’yi seçmişti.
Kaynakça: Fantastik Türk Sineması, Giovanni Scognamillo,
Metin Demirhan, Kabalcı Yayınevi, 2005