Ekim 2024 Sayımız Çıktı

Uzay ve uzaylı filmleri: Yalnız değiliz, var birileri…

GÖKYÜZÜNE BAKMAK, SONRA AYNAYA BAKMAK!

NASA’nın tanımlanamayan hava fenomenlerine (UAP) ilişkin gözlemlerini kamuoyuyla paylaşması üzerine UFO tartışmaları yeniden alevlendi. İnsanın dışuzaya ilişkin merak ve korku arasında gidip gelen ilgisi, kamerayı eline aldığı andan itibaren sinemaya da yansımıştı. “Ay’a Seyahat”ten “Interstellar”a beyazperdede uzaylılarla temas fantezileri…

New Mexico’daki Los Alamos Laboratuva­rı’nda çalışan fizikçi Enrico Fermi, 1950 yazında öğle arasında meslektaşlarıyla dün­yadışı varlıklar üzerine sohbet ederken basit bir soru sormuş­tu: “Peki ama neredeler?” Adına sonradan “Fermi Paradoksu” denecek uyumsuzluk böyle doğmuştu. Milyarlarca yıldır varolduğu bilinen galakside milyarlarca yıldız varsa, bu yıldızların etrafındaki geze­genlerden bazılarında “canlılık” koşullarının oluşmuş olması ihtimali akla yatkındı. Buna rağmen, biz neden dışuzaydan gelen ikna edici bir canlılık emaresine henüz rastlayama­mıştık?

Aslında dışuzayla ilişkisini merak ve korkunun güdümün­de tesis eden insan, bu soruyu muhtemelen kendini bildiği ilk karanlık geceden beri soruyor­du. Belki bu yüzden, kamerayı eline aldığı andan beri beyaz­perdeye yansıttığı fantezileri arasında ilk sırayı kah dost kah düşman olarak çizilen uzaylıla­ra ve uzaya ayırmıştı.

Uzaya dair filmler neredey­se sinemayla yaşıt. İlk temas, 1902 yapımı “Ay’a Seyahat” ile kuruldu. Sinemanın sihirbazı Georges Méliès, bu ilk bilimkur­gu filmini, Jules Verne’in 1865’te yayımladığı Dünyadan Ay’a ve Ay’ın Etrafında romanlarından uyarladı. Ancak Jules Verne’in ziyaret ettiği bu Ay, 17. yüzyıl­da Kepler, Bacon, Godwin gibi isimlerin yönlendirdiği bilimsel düşüncenin (ve teleskopun!) ütopyacı saiklerle “icat ettiği” bir Ay’dı. Yeni bir kozmolojinin haritasız topraklarında olası­lıklar sınırsızdı. Ay’a yolculuk ise liberal bir rüyaydı: Özel teşebbüsün ve yatırımcıların zaferi…

Jules Verne’in hikayesinde Ay’da kimse yaşamıyordu. İddianın esas konusu bilim, teknoloji ve en önemlisi serma­ye sayesinde oraya gitmekti; sapasağlam geri dönmek de hikayenin sürprizli mutlu sonu. Méliès’in 17 dakikalık filmine dikkatli bakıldığında ise sö­mürgeci yayılmacılığın miza­hi bir eleştirisi (Beyaz adam bilmediği yerlere şemsiyesiz gitmez!) görülebiliyordu. Film­de insanlar, Ay’dan dönerken yanlarında Ay halkından birini de getiriyorlardı. Sinema, insa­na benzeyen uzaylıların ilkiyle böylece tanışıyordu.

resim_2024-09-01_151255073
1902 yapımı “Ay’a Seyahat” sinemanın uzayla ilk temasıydı

Soğuk Savaş gezegeni

1950’lerle birlikte Soğuk Savaş, ABD’ye insanların en çok kom­şularından korktuğu paranoya atmosferini de beraberinde getirmişti. Bu dönemde sine­ma, kendilerini gizlemek için insan kılığına giren uzaylılarla tanıştı. 1953 tarihli “It Came from Outer Space”de, uzay gemileri arızalanan uzaylılar bir Amerikan kasabasına zorunlu iniş yapıyor, farkedilmemek için kasaba sakinlerini kaçırıp on­ların suretine bürünüyorlardı. Aslında niyetleri, ait olmadıkları bu topraklardan bir an önce ayrılmakken, kasabalıların linç girişiminden kılpayı kurtulu­yorlardı.

Hikaye, bu yıllarda temelleri atılan, “makbul ve müreffeh ya­şamın adresi” banliyöye taşındı­ğında ise işin rengi değişmişti. “Invasion of the Body Snatcher­s”da (1956) uzaydan gelen bir yaşam formu, ahaliyi bedenleri­ni bir bir ele geçirmek suretiyle insanlıktan çıkarmıştı. Hikaye, kimine göre Sovyetler’in tektip­leştirici, yayılmacı ideolojisine duyulan korkuyu; kimilerine göreyse banliyönün monoton düzeni içerisinde benliğini kaybetmek istemeyen genç bir adamın kabusunu simgeliyordu.

resim_2024-09-01_151259253
Christopher Nolan’ın yönettiği “Interstellar” (2014) yokoluşun eşiğindeki insanlık için kurtuluşu uzayda arıyordu.

“The Day the Earth Stood Stil­l”de (1951) ise insanlığa mesaj getiren iyi kalpli bir uzaylının başına neler gelebileceği konu ediliyordu. Nükleer silahlan­manın hızlı günlerinde, uzay halklarının elçisi Klaatu ve fedaisi robot Gort, Washing­ton’a uçan daireleriyle inmiş­ti. Hümanist uzaylı Klaatu, insanın saldırganlığıyla kendi kendisine tehdit oluşturduğu­nu anlatmaya çalışıyordu, ama nafile… Sonunda vuruluyor, ölüyor, diriliyor ve insanlar kendilerine çekidüzen vermez­se kıyametin kopacağı kehane­tini ilettikten sonra gökyüzüne yükseliyordu. Bu film, “War of the Worlds” örneğindeki gibi muhafazakar korkulardan beslenmiyordu. Hem halkların kardeşliğine dair bir muradı vardı hem de barışsever bir baş karakteri.

Bu hümanizmin taşınabi­leceği karanlık noktayı ise, Arthur C. Clarke’ın 1953 tarihli Çocukluğun Sonu romanında (ve 2015 tarihli televizyon uyarla­masında) görüyoruz. İnsanlığın nihai iyiliği için artık çocuklu­ğunun sona ermesi gerektiğini düşünen galaktik bir zihnin elçiliğini yapan “hükümdar­lar” dünyaya (geri) geliyordu. Sonunda yoksulluk, savaşlar ve hastalıklarla birlikte insa­na ait pathos namına ne varsa ortadan kalkıyordu ama geride de pek bir şey kalmıyordu doğ­rusu.

resim_2024-09-01_151304105
1953 tarihli “It Came from Outer Space”, Soğuk Savaş’ın paranoya atmosferini uzaylılar teması üzerinden yansıtmıştı.

Evreni paylaşmak

1961’de dönemin ABD Başkanı John F. Kennedy, ülkesinin 1970 yılı gelmeden Ay’a bir insan indirmeyi ve onu sağsalim geri döndürmeyi hedeflediğini açıkladı. Böylece iki süper güç arasında dünyayı paylaşmak için başlayan yarışta, Yuri Gagarin’in atmosfer dışına çık­masıyla 1961’de öne geçen SSCB ikinci sıraya düştü.

Evreni başkalarıyla paylaş­manın etiği üzerine düşünen bir yapım olan “Uzay Yolu” da bugüne dek sürecek yayın hayatına 1966’da başladı. Televizyon tari­hinin unutulmazları arasındaki bu dizide, olaylar 23. yüzyılda geçiyordu. Bu evrende mantığın güdümünde bir ahlak anlayışına sahip, insan dostu Vulcanlılar sa­yesinde insanlar uzayı “bükerek” ışıktan hızlı seyahat ediyorlardı. Kaptan Kirk’ün gemisi Atılgan ve mürettebatı, “daha önce hiçbir insanın gitmediği yerlere cesurca gitmek” hedefiyle uzayın hudut­larını genişletmeye kararlıydı.

Yıldız filosunun Birinci Emir’i, hiçbir gezegenin kültürüne, yasasına, teknolojik gelişimine müdahale etmemeyi, “yerlilerin” özerkliğine saygı göstererek gözlem yapmayı buyuruyor­du. 1965’te Vietnam Savaşı’nın kamuoyu nezdinde meşruiyetini yitirmeye başladığı bir dönem­de siyaseten epeyce yüklü bir söylemdi bu.

resim_2024-09-01_151307986
“Star Trek”in sezonunda Mr. Spock’un beyninin çalındığı bölüm.

İçe yolculuk

60’lı ve 70’li yıllar boyunca uzay filmleri ağırlıklı olarak “B tipi” yapımlarından oluşuyordu ki 1968’de benzeri görülmemiş bir fenomen doğdu. Stanley Kub­rick’in başyapıtı “2001: A Space Odyssey”, görsel efektler konu­sunda bir kırılma yaratmış; insa­nın kozmik yazgısına, neredeyse mistik evrimine dair uzayın enginliğine yaraşan derinlikte bir anlatı ortaya koymuştu. Uzay yolculuğu, sinemada bazen insan zihninin karanlık taraflarına bireysel psişik malzemeden oluşan dünyalara doğru da yapılabiliyordu. Tarkovski de bu damardan ilerleyerek “Solaris”le (1972) uzayın psikolojik derin­liklerine cesurca giriş yapmış, ardından “Event Horizon” (1997) gibi filmlerle iyiden iyiye dehşe­tin sahasına varılmıştı.

1979’da Ridley Scott’un “Alien” filmiyle başlayan seride Weyland Yutani Corp. biyolojik silah olarak kullanılmak üzere uzaylı yaratık­ları dünyaya getirmeye çalışır­ken, Ripley karakterinde vücut bulan kadın aksiyon kahramanı arketipi de bilimkurguya ar­mağan edilmişti. Yaratık figürü aracılığıyla canavarlaşan anne, ataerkil toplumların ahvalini de anlatıyordu.

resim_2024-09-01_151312649
Tarkovski’nin “Solaris”inden (1972)…

Carl Sagan’ın romanından uyarlanan “Contact” (1997), Jodie Foster’ın canlandırdığı baş karakteriyle cinsiyete dair önyargılara bir de inanç-bilim çatışmasını eklemişti.

70’lerden itibaren, insan­ların uzayda karşılaşabile­ceklerine dair beklentiler, görsel efektlerin de ilerleyişiyle giderek daha korkutucu bir hâl aldı. Dünyada ve uzayda yaşayan türlü canavarlar içinde en dehşet verici olanın insan olabileceğine dair öyküler de bu döneme damgasını vurmuştu. Ancak büyük stüdyolar, uzay filmlerine pek yatırım yapmı­yordu. Steven Spielberg 1982’de büyük bir risk alarak objekti­fini yeniden uzaya çevirmiş ve “E.T.”yi yaratmıştı. Bu iyimser filmle aynı yılda, Carpenter imzalı paranoya destanı “The Thing” de gösterime girmişti. Kişinin bırakın yanında duran insanları, kendi kendisinin bile ne olduğundan emin olamadı­ğı son derece karanlık bir ruh hâlini yansıtan film, varoluşsal bir dehşeti kan-revan vücut parçalarıyla ve cehennemî me­tamorfozlarla buluşturmuştu.

resim_2024-09-01_151316721
Büyük stüdyoların uzay filmlerine yatırım yapmadığı 1982’de Steven Spielberg büyük bir risk alarak objektifini yeniden uzaya çevirmiş ve “E.T.”yi yapmıştı (üstte). Aynı yıl çekilen “The Thing” bambaşka bir uzaylı portresi çiziyordu (altta sağda).
resim_2024-09-01_151321451

1988’de yine Carpenter imzalı “They Live” bu sefer kamerayı kapitalizmin kaybedenlerinden, ismiyle müsemma inşaat işçisi Nada’nın (Hiç) siyasetçi, gazeteci, işinsanı kılığına girmiş uzaylı­larla mücadelesine çevirmişti. Artık şüpheler gizli komünistlere değil, liberal kapitalist ekono­minin zenginleştirdiği Reagan şurekasının gizli ajandalarına yönelmişti (Bugün de dünyanın, “Reptilian” denen sürüngen formlu uzaylılar tarafından yö­netildiğine dair komplo teorile­rine inananların sayısı hiç de az değil).

“Büyük komplolar”a dair en kuvvetli anlatılardan birini 1993’te ilk bölümü yayımlanan “X-Files”da gördük. “X-Files” haftanın canavarı bölümünde Roswell Ufo Vakası’ndan Kar Adamı Yeti’ye uzanan bir komplo teorileri ve şehir efsaneleri ka­talogu ortaya koyarken, mitoloji bölümlerinde daha büyük bir öykü anlatıyordu. Bu hikayede ABD’nin derin devleti, uzaylı­larla teknoloji karşılığında bir anlaşmaya varıyor; vatandaşla­rının DNA’sı ve bedenlerini takas ediyordu. Hükümetler hakikati kamudan gizliyor, delilleri ka­rartıyor, düpedüz yalan söylü­yordu; hep de o sarsılmaz “millî güvenlik” argümanının arkasına sığınarak…

resim_2024-09-01_151327957
Stanley Kubrick şaheseri “2001: A Space Odyssey”den (1968) bir kare.

Uzay filmlerinin evreni çok geniş. “The Man who Fell to Earth”deki gibi dünyaya atılmış olmanın dayanılmaz ağırlığı al­tında ezilen, “District 9”daki gibi kendi dünyasındaki soykırımdan kaçıp, dünyaya sığınmacı olarak geldiğine bin pişman olanlar… İnsanlığa hediyeler, mesajlar taşıyanlar; işgal etmeye ya da bir uzay otobanı yapmaya gelenler… “Interstellar”daki gibi kendine yeni bir gezegen inşa etmeye ni­yetlenmişken zamanın büküldü­ğü karadelikte yine insana temas edenler ya da “Arrival”daki gibi anlaşmaya pek hevesli olmayan insanlara çatanlar…

Dönemlerinin korkuları ve arzularıyla şekillenen uzaylı filmlerinin serüvenine bakılınca, insanın kendisine dair hakikati keşfetme çabasıyla aynaya bakar gibi yabancı olana baktığı anla­şılmıyor mu?

resim_2024-09-01_151335312
“The Day the Earth Stood Still”in (1951) uzaydan gelen iyiniyet elçisi Klaatu, pek de iyi niyetli olmayan insanlar karşısında.

YERLİ FİLMLER

Türkiye’den uzayla bakışmalar

Uçan Daireler İstanbul’da 1955 yapımı bu filmde, İstanbul semalarında görüldüğü söylenen uçan dairelere dair atlatma haber yapmak isteyen iki acar gazeteci, bilgi almak için rasathaneye gidiyor. Uçan daire bu kez Washing­ton’a değil, rasathanenin bahçesine iniveriyor. Filmin büyük kısmında mayolu vaziyette gördüğümüz Merihli uzaylıların tümü dişi ve revü dansların­da oldukça başarılılar…

Baytekin: Fezada Çarpışanlar 1967’de, 30’ların popüler çizgiromanı Flash Gordon’dan uyarlanan Baytekin, Şinasi Özonuk’un yazdığı senaryo­sundan kıyafet ve dekorlarına yüksek bütçesiyle ümit vadetse de yapım sürecinin aksaması ve sette yaşanan anlaşmazlıklardan ötürü gişede iste­nen sonucu alamamıştı.

Turist Ömer Uzay Yolunda Hulki Saner imzalı 1973 yapımı bu filmle Yeşil­çam, Hollywood’dan önce “Uzay Yolu” malzemesine el atmıştı. Sadri Alışık’ın sevimli serseri tiplemesi Turist Ömer, kendini Kaptan Kirk’ten Mr. Spock’a bütün mürettebatın hazır bulundu­ğu Atılgan’ın güvertesinde bir katil zanlısı olarak buluveriyor, bir yandan da herkesle dalgasını geçiyordu. Film, 1966 tarihli “Man Trap” (İnsan Tuzağı) bölümünün yeniden çevrimiydi.

Astronot Fehmi 1978 tarihli Naki Yurter filmi, Aydemir Akbaş’lı bir seks güldürüsüydü. Mekanikleşen hayatın­dan sıkılan memur Fehmi bir gün uzaylı kadınlar tarafından kaçırılır ve yarı çıplak güzel kızlarla dolu bir gezege­ne getirilir. Burada bir sefahat hayatı sürmek yerine, teknolojiden bunalarak gezegeni yöneten elektronik beyni yokeder ve dünyaya geri döner.

resim_2024-09-01_151339521
1973 yapımı “Turist Ömer Uzay Yolunda” filminde Sadri Alışık’ın sevimli serseri tiplemesi Turist Ömer, “Star Trek”ten tanıdığımız Atılgan’ın mürettebatıyla dalgasını geçiyordu.

Badi 1982 tarihli “E.T.” uyarlaması, Spielberg’in filmiyle aynı yıl gösterime girmiş; daha sonra pek çok örneğini gö­receğimiz “E.T” yeniden çevrimlerinin ilki olmuştu. Zafer Par’ın yönettiği, Barış Pirhasan’ın senaryosunu yazdığı, Şerif Gören’in yapımcı koltuğunda oturduğu ve müziklerini de Yeni Türkü’nün yaptığı film, indiği mahallenin sevgilisi olan bir uzaylının hikayesini anlatıyordu. Görsel efektleri en hafif tabirle sınıfta kalan film, Giovanni Scognamillo’ya “Bu kadar deneyimli sinema adamının bu maceradan ne umdukları anlaşılama­mıştır” dedirtmişti.

Dünyayı Kurtaran Adam 1982 yapımı Çetin İnanç filmi, dünyanın en kötü filmleri arasında gösterilse de uluslararası çapta kült film mertebesi­ne ulaşmış, koleksiyonerlerin gözdesi olmuştu. Cüneyt Arkın ve Aytekin Ak­kaya, 1977 tarihli “Star Wars” filminden alınan sahnelerin eklendiği bu uzay operasında, Han Solo’nun gemisiyle bi­linmeyen bir gezegene düşerler. Karate ile metafiziğin, karton ve plastik maskeli canavarlarla gladyatörlerin ve robot­ların buluştuğu, son derece eklektik bir kolaj olan film, set olarak kendine kurak bir kaya gezegenini andıran Ürgüp-Gö­reme’yi seçmişti.

Kaynakça: Fantastik Türk Sineması, Giovanni Scognamillo,

Metin Demirhan, Kabalcı Yayınevi, 2005