Kasım
sayımız çıktı

Vur diyen atalar öldüren torunlar

Kuşaktan kuşağa aktarılan kimi atasözleri, kadınlar konusunda ayrımcı yaklaşımlarıyla dikkati çeker. Özgecan cinayetinin toplumsal sorumlusu şüphesiz atasözleri değil; ancak dildeki “erkek”lik, ikincilleştirme ve değersizleştirme, “sorumlu” ve “sorunlu” olarak hep kadınları işaret ediyor.

Türk atasözlerinde kadın erkeğe emanettir, onun himayesine muhtaçtır. Kendisini gayrimeşruluktan kurtaracak yegâne cinsiyet rolüne, yani eşliğe/anneliğe çocukluktan itibaren hazırlanır. Atalar “sırtından sopayı, karnından sıpayı” deyince, torunlar gereğini yapar.

Erkekler tarafından aşağılanan, işkence edilen, yaralanan hatta öldürülen kadınlara dair haberlerin neredeyse vaka-yi adiyeden sayıldığı günlerde, 20 yaşındaki Özgecan Aslan’ın Mersin’de vahşice katledilmesi toplumsal duyarlılığın fitilini ateşledi. Yazılı-görüntülü basın cinayeti başhaber yaparken, sosyal medya tepki mesajlarıyla sarsıldı. Kadın, erkek binlerce insan sokağa döküldü, protesto gösterileri birbirini izledi.

Şiddet mağduru kadınların acılı hikayelerine küçük bir azınlık dışında kimse kılını kıpırdatmazken, ne oldu da Özgecan’ın korkunç sonu böylesine kitlesel bir infial yarattı? Genç kızın günahsız güzel yüzü, hayatının baharındayken kendisini bekleyen umut vaadeden gelecekten hunharca koparılması, cinayetinin yürek paralayan detayları, daha önceki vakalarda görmediğimiz güçte bir toplumsal isyanı körükleyen insani nedenler olmalı.

Kültürel, sosyolojik, idari, hukuki, ahlaki çok yüzeyli bir prizma olan kadına ayrımcılık meselesinin tarihsel şifreleri, bugün dilimizde yaşamaya devam ediyor.

Diller sadece günlük iletişim paketlerinden ibaret değil. Çocuk anne-babasıyla karşılıklı çıkarttıkları sesler aracılığıyla anlaşmayı öğrenirken, onların kişisel deneyimleri hakkında olduğu kadar, içinde yaşadığı topluma dair “hayat bilgisi” dersleri de alır. Dilbilimci Ronald Kaplan’a göre dil “ortak ve sürekli inançların içine sindiği ve milyonlarca insanın binlerce yıl denediği hakikatlerin deposu”dur. Çocuk büyüdükçe dil sayesinde zamana ve mekana özgü ahlaki, kültürel, teknolojik ve ideolojik normlarla tanışır, inançları ve aidiyetleri öğrenir. Cinsel kimlik ve o kimliğe biçilen rollere uygun davranışlar da bunlar arasındadır. Yani dil aynı zamanda bize kendi cinsiyeti- mize uygun biçimde nasıl düşünüp davranacağımızı, karşı cinse ne gözle bakıp ne şekilde muamele edeceğimizi de öğretir.

Atasözleri ise dillerin en damıtılmış ifadeleridir. Bir toplumun uzun yıllara dayanan tecrübelerini barındırırken, o toplumun üyelerince hayatı düzenleyen kurallar olarak ortak kabul görürler.

Başka bir deyişle, bir insan topluluğunda hakim olan zihniyetin aynasıdır atasözleri.

Günümüzün ‘erkek egemen’ toplumlarında, erkek zihniyetinin ürünü deyim, deyiş ve atasözleri, dillerin hemen hepsinde var. Kaba ve doğrudan tabirler ya da ince ve dolaylı mecazlar yoluyla erkeği yüceltilirken kadını küçümseyen atasözleri yaygın. Kadına övgü bile çoğunlukla erkekler üzerinden. Kadının gücünü, zekasını, cesaretini, becerisini, yetkinliğini, güvenirliğini ifade etmek için kullanılan “erkek gibi kadın” deyimi sadece güzel Türkçemizin dağarcığında yer almaz. Dilimizde “.aşaklı kadın” gibi çok daha ‘teklifsiz’ versiyonları da bulunan bu deyim, birçok dünya lisanında ortak.

Bugün dilimizde yer etmiş bulunan atasözlerinin Türklerin yerleşik hayat düzenine geçmesinden ve İslamiyet’i benimsemesinden sonra kurdukları medeniyetlerin mirası olduğunu kabul etmek çok da yanlış değildir. Türkçe’deki atasözleri, kadına her şeyden önce aile kurumunu var etme ve sürekli kılma görevini yükler. “Yuvayı dişi kuş yapar”, “Kadınsız ev olmaz”, “Evi ev eden avrat, yurdu şen eden devlet”tir. Kadın ne kadar varlıklı olursa olsun geçimi kocası tarafından sağlanmalıdır. “Avrat malı kapı mandalı”, “Karı malı hamam tokmağı” gibi atasözleri kadının baba evinden getireceği çeyizi önemsizleştirilir, erkeğin evdeki finansal hükümranlığını sağlama alır.

Kadının eş rolünün bir başka önemli yönü ise, kocasının toplum içerisindeki itibarının gözeticisi olmaktır. Avrat er kişiyi vezir de edebilir, rezil de. İyi bir eş olan kadın, ev ekonomisinin sorumluluğunu da üstlenmelidir. Erkek getirmeyi, kadın yetirmeyi bilmelidir. Kadın henüz anne bile değildir ama artık yerinin evin içi olduğu kesin bir biçimde belirlenmiştir.

Atasözlerimiz ebeveyn rollerinden kadına düşen anneliğe, erkeğe düşen babalıktan çok daha ayrıntılı bir ilgi gösterir. Anne rolünü benimseyen kadının bu seçimi “Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz”, “Ana hakkı, Tanrı hakkı”, “Ağlarsa anam ağlar” gibi atasözleriyle yüreklendirilir. Genellikle baba erkek çocuğun, anne ise kız çocuğun rol modelidir ama kadının terbiye ve yetiştirme sorumluluğu daha büyüktür; çünkü “Çocuğa iyi-kötü huy anneden gelir”. Kız çocuğun eğitiminde annenin sorumluluğu daha da ağırlaşır. Anaya bakılır, kız alınır. Kızın erkek egemen dünyanın beklentilerine uygun bir şekilde yetiştirilmesi için her yol mübahtır. Erkeğin tekelinde bulunan şiddet kullanma yetkisinin kadına devredildiği bu istisnai durumda “Anasının teptiği buzağının canı yanmaz” ya da “Anasının bastığı yavru incinmez”.

Dünyaya getirdiği çocuğun cinsiyeti de kadının başlıca ailevi mesuliyetleri arasındadır. Erkek çocuk doğurması anneyi imtiyazlı kılarken, kız çocuk

doğurması onun sosyal itiba- rını sarsar. Çocuğun cinsiyeti meselesi atasözlerinde cinsel ayrımcılığının belki de en çok billurlaştığı noktadır. Kız ço- cukların iffet ve namusunun, bekaretinin evlendirilinceye kadar korunup kollanması zah- metli bir iştir. Öyle ya, kendi ha- line bırakılan kızlar ya davulcu- ya varırlar ya zurnacıya. Ayrıca “Kadının kız, tarlanın düz alın- ması” gerek değil midir? Erkek çocuk gibi geleceğin ekonomik güvencesi olmayan, soyun de- vamını sağlamayan kız çocuğun gelişi muhabbet dolu tezahürat- larla karşılanmaz. Bu nedenle “Oğlan doğuran ana övünürken, kız doğuran dövünür”, “Kız do- ğuran tez kocar” ve “Kızı olanın sızısı olur”.

Atasözlerinin kadını aile ilişkileri dışında ele alışı da sorunludur. Onlar herşeyden önce zeka ve beceri bakımından eksiktir: “Eksik etek”. “Erkeğin elinin kiri” değil midir kadın? Kadının bir, erkeğin dokuz aklı yok mudur? Kadın kısmının saçı uzundur uzun olmasına ama aklının kısalığına ne demelidir? Kadın zekası yeterli olmadığından erkeği ancak hile ve desise ile altedebilir. “Kadının fendi erkeği yendi” atasözü tam da bu durumu ifade eder.

Kadının erkeğe karşı kurnazlık dışında bir kozu daha vardır: Şeytan. Kadın erkeği dize getirmek için şeytanla işbirliği yapmalıdır. “Kadının şerri, şeytanın şerrinden üstün”dür, “Kadının sofusu, şeytanın maskarası”dır. Şeytanla böylesi yakın bir ilişkisi olan kadın, biçare(!) erkeğin yoldan çıkmasının da baş müsebbibidir. “Dişi köpek kuyruğunu sallamayınca, erkek köpek peşine düşmez”, “Dişi yalanmazsa, erkek dolanmaz” buyurmuştur atalarımız. 

SÖZLÜKLERDE TEMİZLİK

Mesele zihinlerden ayıklamakta

Türk Dil Kurumu’nun cinsel ayrımcılık ve kadına aşağılama içeren deyim ve atasözlerini sözlüklerden ayıkladı. Eğer insanlar sözkonusu atasözlerini sözlüklerden okuyarak öğreniyor, kullanıyor olsaydı, şüphesiz bu girişimi ayakta alkışlamak gerekirdi. Oysa dil yaşayan bir organizma, üstelik gözden olduğundan çok kulaktan beslenip yayılıyor.

Bu bakımdan sorun dilin kendisinde değil. O dili yaratan medeniyetin geçmişinden süzülüp gelen sosyo-kültürel birikimde. Dil sadece o birikimin içine nüfuz etmiş cinsel ayrımcılık tortusunu taşıyor günümüze. Bugün yaşadığımız kadına şiddet kılığında ortaya çıkan cinsel ayrımcılığın tarihsel kodlarını barındırıyor bünyesinde. Yapılması gereken ne atasözlerini yasaklamak
ne de ayıklamak. Yapılması gereken onlardan ders çıkartarak kadın-erkek eşitliğine dayalı bir zihinsel devrimin ortak dilini oluşturmak.