Ortadoğu’da, son dönemde yaşanan tüm gelişmeler, mezhep faktörü ile açıklanmaya çalışılsa da, bölgesel ittifaklarda veya karşıtlıklarda belirleyici olan siyasi faktörler ve tabii ekonomik çıkarlar. Yemen’in 20. yüzyılı ve bugünün analizi.
ALPTEKİN DURSUNOĞLU
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Yemen toprakları, İngiliz himaye bölgesi ve kabile şefleri arasında bölündü. 1934’te bağımsızlığını kazanan Yemen, ‘İmam’ adı verilen Şiiliğin Zeydî koluna mensup kişiler tarafından yönetiliyordu. İmam Yahya’nın idaresindeki ülke, 40’lardan itibaren iç karışıklıklara sahne oldu. 1962’de Mısır Başkanı Cemal Abdunnasır’ın gönderdiği 60 bin asker ile Yemen’de Zeydî imamlar yönetimi sona erdi ve cumhuriyet ilan edildi. Arap dünyasında Abdunnasır’ın ‘devrimci’ rüzgarlarının estiği yıllarda, Şiî İran da, Sünnî Suudiler de Mısır’ı öncelikli tehdit görüyorlardı. Dolayısıyla bu olaydan sonra, İmam Musa Sadr’la birlikte Lübnan Hizbullahı’nın temellerini atan İranlı Dr. Mustafa Çamran, Mısır’a giderken; Yemen’de cumhuriyetin ilanından sonra baskılara uğrayan Zeydi âlimlerinden Bedreddin Tabatabaî el-Husî de Suudi Arabistan’a sığınmıştı.
1962-1970 arasında Mısır destekli cumhuriyetçiler ile Suudi Arabistan yanlıları arasında içsavaşı cumhuriyetçiler kazandı. Kuzey Yemen’den sonra 1967’de Güney Yemen de bağımsızlığını ilan etti. Kuzey ve Güney, 1993’teki seçimin ardından birleşti ve seçimleri kazanan Ali Abdullah Salih’in cumhurbaşkanlığı dönemi başladı. Kendisi de Zeydî kökenli olan Ali Abdullah Salih’in yönetimi ile Husîler arasında, mezhepten değil ekonomik ve toplumsal eşitsizliklerden kaynaklanan çelişkiler bulunuyordu. Husîler, ekonomik ve toplumsal eşitsizliği yönetimin diktatör yapısından kaynaklanan yolsuzluklara; diktatör yönetimin varlığını ise Suudi Arabistan ve ABD himayesine bağlı görüyordu. Dolayısıyla Husîler ile İran’ı doğal müttefik kılan şey mezhep değil, yerelde Ali Abdullah Salih rejimine, bölgede onu destekleyen Suudi Arabistan’a ve uluslararası alanda ise bu ikisini destekleyen Amerika’ya bakıştaki ortaklıktı. Ali Abdullah Sâlih’in otuz üç yıllık yönetimi 2011’de sona erdi.
“Arap Baharı” ve kış
Tunus’ta başlayıp 2011’de altı Arap ülkesini etkileyen “devrim” süreçleri ABD ve bölgesel müttefikleri tarafından üç kategori içerisinde değerlendirildi.
1. Kriz yönetimi anlayışıyla kontrol altına alınması gereken devrimler: Tunus ve Mısır bu kategoride yer aldı. Üçer haftalık kitlesel gösterilerle cumhurbaşkanlarını koltuklarından eden Tunuslu ve Mısırlı ‘devrimcilerin’ yeni siyasi süreçlerin eski rejimin adlî ve askerî bürokrasisi tarafından hazırlanmasına itiraz etmemesi bu ‘devrimlerin’ kontrol altına alınmasını kolaylaştırdı. Nitekim 3 Temmuz 2013 darbesi ile Mısır’da, 27 Ekim 2014 seçimleri ile Tunus’ta eski sistem yeni aktörlerle güncellenmiş oldu.
2. Desteklenmesi gereken devrimler: Bu kategoride ABD ve bölgesel müttefikleri ile iyi ilişkilere sahip olmayan ülkeler yer aldı. Libya’da NATO müdahalesi ile Suriye’de ise ‘Suriye’nin Dostları’ adını alan ABD liderliğindeki koalisyonun başlattığı vekâlet savaşı ile ‘devrim’ gerçekleştirilmeye çalışıldı.
3. Engellenmesi gereken devrimler: Bu kategorideki Bahreyn ve Yemen’de öncü rol Suudi Arabistan liderliğindeki Körfez İşbirliği Örgütü’ne düştü. Bahreyn’e askeri müdahalede bulunan Suudi Arabistan, Yemen’de ise Ali Abdullah Salih’i yetkilerini yardımcısı Abdurrabbih Mansur Hadi’ye bırakarak çekilmeye ikna etti; böylece Salih feda edilerek eski sistem korunmaya çalışıldı.
Yemen’deki gerçek çelişki
Yemen’i Suudi askerî müdahalesine maruz bırakan gerçek çelişki, aslında Suudîlerin Yemen’deki eski sistemi yeni aktörlerle güncellemeye çalışmasından kaynaklanıyor. Husîler, Tunus ve Mısır ‘devrimcilerinin’ aksine, iktidar değişikliğini devrim için yeterli görmüyor ve sistemin ülkedeki tüm kesimlerin ortak iradesiyle tamamen değişmesini istiyor.
Bu ortak irade 2011’den sonra başlatılan Ulusal Diyalog Konferanslarında oluşmuş ve tüm siyasi kesimlerin imzaladığı ‘Ulusal Barış ve Katılım Anlaşması’ ile hukuksal bir nitelik kazanmıştı. Husîler, 18 Mart 2013’te BM ve Körfez İşbirliği Örgütü’nün desteği ile yapılan ve farklı siyasal kesimlerden 565 üyenin katıldığı Ulusal Diyalog Konferansı’nda görev süresi bir yıl daha uzatılan Mansur Hadi’yi ‘Ulusal Barış ve Katılım Anlaşması’nı uygulanamaz hale getirmeye çalışmakla suçluyor.
Husîlerle Mansur Hadi arasındaki ikinci çelişki ise, ülkenin altı federal bölgeye bölünmesi planının anayasa taslağına eklenmesi.
Husîlerin Ulusal Barış ve Katılım Anlaşması’nın uygulanması, ulusal birlik hükümeti kurulması ve Yemen’in altı bölgeye ayrılmasından vazgeçilmesi konularındaki ısrarı ile Hadi’nin buna askerî yollarla direnmesi, 22 Eylül 2014’te başkent Sana’nın 22 Ocak 2015’te de cumhurbaşkanlığı sarayının Husîlerin kontrolüne geçmesiyle neticelendi.
2013’te bir yıl uzatılan görev süresi dolmuş olan Hadi, cumhurbaşkanlığı muhafızları aracılığıyla yaptığı son hamlesinde de başarısız olunca istifa ederek Husîleri ‘darbeci’ konumuna düşürmek istemişti. Zira Husîler otorite boşluğu oluşmasın diyerek ondan istifasını geri almamasını istemiş; ancak Hadi kararından geri adım atmamıştı.
Husîler, yönetim boşluğunu ortadan kaldırmak üzere diğer siyasi gruplara cumhurbaşkanlığı kurulu oluşturulmasını önerdi. Bu öneri 6 Şubat’ta ‘Anayasa Bildirisi’ adı altında ülkeyi geçiş sürecinde yönetecek somut mekanizmalara dö- nüştürüldü.
BM Yemen Özel Temsilcisi Cemal bin Ömer’in diğer siyasî grupların Husîlerle anlaşmayı kabul ettiğini açıkladığı 20 Şubat’ta, Mansur Hadi başkent Sana’dan doğum yeri olan Aden’e gitti ve 25 Şubat’ta da istifasını geri aldığını açıkladı.
IŞİD’in 20 Mart’ta Husîlere ait iki camiye düzenlediği intihar saldırılarında 150 kişinin hayatını kaybetmesi, adeta Suudîlerin Yemen müdahalesinin zeminini yarattı. Husîlerin terörle mücadele adına el-Kaide’nin güçlü olduğu güney illerine doğru ilerlemesi üzerine Mansur Hadi Aden’den Suudî Arabistan’a giderek Yemen’e askerî müdahale çağrısı yaptı.
Suudî Arabistan’ın Türkiye ve Amerika gibi Arap olmayan müttefiklerinin de desteğini aldığı Yemen müdahalesi başarılı olursa, eski sistem bu kez çok daha güçlü bir şekilde güncellenmiş olacak.
Husîlerin başarılı olması ve Ulusal Barış ve Katılım Anlaşmasına dayalı bir sistem kurulması halinde ise Yemen ‘Arap Baharı’ndan gerçek bir devrimle çıkmış tek ülke olacak.
Özetle Yemen şu an ‘bahara’ da ‘hazana’ da eşit uzaklıkta.
Yemen’in son 500 yılı
1500’ler
Yemen’in bir bölümüne hakim olan Osmanlı Devleti’nin hakimiyeti 1635’e dek sürdü.
1839
İngilizler Aden’i ve Kızıldeniz’in kontrolünü ele geçirdi.
1849
Osmanlı Devleti Yemen’in kuzeyine hakim oldu.
1872
Osmanlı Devleti Kuzey Yemen’i ele geçirdi, idari merkezi Sana olan Yemen Vilayeti kuruldu.
1911
İmam Yahya isyanının büyümesi üzerine, Osmanlı Devleti ve Yemen arasında antlaşma imzalandı.
1918
Kuzey Yemen İmam Yahya’nın önderliğinde bağımsızlığını ilan etti, Osmanlı Devleti’nin Yemen’deki varlığı tamamen sona erdi.
1947-48
Yemen Birleşmiş Milletler’e kabul edildi. İmam Yahya’nın öldürülmesi üzerine oğlu İmam Ahmet başa geçti.
1962
İmam Ahmet’in ölümüyle yönetimi devralan oğlu Muhammet darbeyle devrildi, Kuzey Yemen Arap Cumhuriyeti kuruldu. İç savaş başladı.
1967
Güney Yemen bağımsızlığını ilan etti, Halk Cumhuriyeti kuruldu. İngiliz ve Mısır kuvvetleri Yemen’i terketti.
1970-72
İç savaş cumhuriyetçilerin zaferiyle sona erdi. Kuzey ve Güney Yemen sınırlarında çatışmalar çıktı, müzakereler başlayana dek uzun süre aralıklarla devam etti.
1990
Güney Yemen Halk Cumhuriyeti ve Kuzey Yemen birleşti, Birleşik Yemen Cumhuriyeti kuruldu, Ali Abdullah Salih yeni ülkenin ilk devlet başkanı oldu.
1994
Güney bölgesinin lideri koalisyon hükümetine karşı ayaklandı, ancak Kuzey Yemen ordusu durumu kontrol altına aldı.
2004
Kuzey Yemen’de Hüseyin El Hûsi hükümete karşı ayaklandı, bir süre sonra öldürüldü, ancak çatışmalar, reform talepleri, silahlı saldırılar uzun süre aralıklarla devam etti, yüzlerce insan hayatını kaybetti.
2011
Arap Baharı’nın etkisiyle reform yanlısı gösteriler arttı, polis ve göstericiler arasında başlayan çatışmalar sonucu olağanüstü hal ilan edildi. Abdullah Salih’in 33 yıllık iktidarı sona erdi.
2012
Mansur Hadi Körfez İşbirliği Örgütü’nün müdahalesiyle çekilen Ali Abdulah Salih’in yerine cumhurbaşkanı oldu.
2014
Mansur Hadi yönetimi, Yemen’in 6 federal bölgeye ayrılmasını öngören bir karar aldı. Hûsiler başkent Sana’yı kuşattı, 4 günlük çatışmanın ardından şehri ele geçirdi.
2015 Ocak
Husiler, cumhurbaşkanlığı sarayının kontrolünü ele geçirdi. Cumhurbaşkanı Hadi ve yardımcısı istifa etti, yönetim Sana ve Aden hükümetleri olarak ikiye ayrıldı.
2015 Şubat
Mansur Hadi, Aden’de istifasını geri aldığını belirterek yeniden cumhurbaşkanı olduğunu açıkladı. Husiler Aden’e doğru ilerledi.
2015 Mart
Mansur Hadi uluslararası müdahale talep etti. Suudi Arabistan Hadi’nin talebini ve Yemen’in İran tarafından işgal edildiğini gerekçe göstererek Yemen’e havasaldırısı başlattı.
2015 Nisan
Suudi Arabistan hava harekatını sona erdirdiğini açıkladı. Buna rağmen hava saldırıları devam etti.
YEMEN’DE İLK OSMANLI DÖNEMİ
Zeydîlere karşı darülharp uygulandı
1539-1635 arasındaki Osmanlı yönetimi, Yemen’in yerlileri Zeydîlere acımasız davrandı. Bölgenin ürünlerine ve işletmelerine, limanlarına el koyarak Yemenlileri vergiye bağlayarak; askerî, ekonomik ve sosyal harcamaların kaynaklarında kullandı. Bir padişahlığın, güneyde Umman’a açık son kalesiydi Yemen.
SALİH ÖZBARAN
Yavuz Sultan Selim’in orduları İran yolundan dümen kırıp 1516 ve 1517 tarihlerinde Suriye ve Mısır’ı kuşatmış, Memluk Sultanlığı’na bağlı coğrafyanın egemen gücü olmuş, Osmanlı Devleti kendisini Hint Okyanusu serüveni içinde bulmuştu. İmparatorluk, İslâmiyet’i güney sınırlarından -özellikle de kutsal topraklardan- Hıristiyan rakipleri olan Portekiz saldırılarına karşı koruma görevini üslenirken, Uzakdoğu ve Hindistan tarafından gelip Kızıldeniz ve Basra Körfezi boyunca doğu Akdeniz’e ulaşan ticaret yoluna ortak olmuş, Arap ülkelerinden topladığı vergilerle de ekonomisini güçlendirmek istemişti. Akdeniz’de kurduğu hakimiyet, Karadeniz’de tuttuğu yer, bu kez Hint Okyanusu’nda paralellik peşindeydi. Bu serüven bağlamında, güney denizlerine çıkışı sağlayan örgütlenme içinde Yemen Eyaleti (Beylerbeyliği), stratejik ve ekonomik konumuyla önemliydi.
Koruyabileceği sınırların çok ötesine geçmiş olan bir imparatorluğun Yemen’deki ilk egemenlik süresi (1539-1635) üstüne şunları dile getirebilirim: Osmanlıların Yemen’e hakim olmalarından önce, Memluk Sultanlığı’nda da görev yapmış olan ve Kızıldeniz çevresini çok iyi tanıyan denizci Selman Reis’in 1525’te Kahire’de Sadrazam İbrahim Paşa’ya sunduğu bir rapor, bizlere Yemen hakkında önbilgiler vermekte. Rapora göre Yemen, Mısır’dan daha bayındır bir eyaletti, getirisi boldu ve ülke sahipsizdi. Yalnızca Zebid bölgesinin yıllık geliri 180.000 altındı. Mekke ve Medine’ye akıp giden vakıf gelirleri bedevilerin elindeydi. Taiz şehri Bursa kadar güzel, bağlık ve bahçelikti. Aden liman kenti yılda 200.000 altın sağlamaktaydı. Yemen zor da olsa fethedilmeliydi; böylece Hindistan’a egemen olunabilirdi.
Gerçekten, Mısır’da Süveyş limanında inşa edilen ve daha çok kadırga gücüne dayanan Osmanlı deniz kuvvetleri, 1538 yılında 74 kadar gemi ve iri toplarıyla Umman’a açılmışlar, Hindistan’ın Diu limanını işgal edecek cesareti bulmuşlardı ama elleri boş dönmüşlerdi. Ne var ki bu sefer sırasında okyanusu kontrol edebilecek konumdaki Aden gibi çok önemli bir liman kenti ele geçirilmiş, dönüşte de Zebid şehri zaptedilmiş, böylece Yemen’de Osmanlı egemenliği fiilen başlamıştı. Bazı Yemen tarihi uzmanları, örneğin San’a kuşatmasıyla ilgili olarak Osmanlıların Zeydîler karşısında adeta “darülharb” hedefiyle savaştıklarını aktarır: Kenttekiler uyandıklarında Osmanlı sancağının sura çekilmiş olduğunu ve önlerinde mızrakların savrulduğunu görmüşlerdi. Terör, panik ve yardım çığlıkları ortalığı kaplamıştı. 1200 kadar insan katledilmiş, evler yağmalanmış, onurlar kırılmıştı. Kadınlar pazarlanmıştı, kimileri de kendi hayatlarına kıymıştı.
Aşağı yukarı bir yüzyıl ardından, 1635’te muktedirler Yemen’i terk etmek zorunda kalmışlardı. Vali Ahmet Kansuh Paşa ve vurgun yemiş Osmanlı askerleri, Zeydîlerin karşı koymalarıyla son iskele durumundaki Moha’dan ayrılıp Mısır’a taşınmışlardı. Bu durum 19. yüzyılın ikinci yarısında yeniden Osmanlı hakimiyetine kadar sürecek olsa da, 1. Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı nüfuzu Yemen’de bir kez daha son bulacaktı.
Osmanlıların Yemen’de yerleştirmek istedikleri yapılanma, aslında, Mısır Eyaleti’nde 1517’den sonra ortaya konan askerî, mali, sosyal vb. teşkilatlanmayı örnek almıştır. Diğer deyişle, imparatorluğun emperyal, kutsal, muhafız ve mültezim (vergi toplayan) niteliklerine uygun bir teşkilatlanmaya gidilmiştir. Osmanlı güçleri ile yerli halkın kimi zaman onlara kucak açan, kimi zaman da buyrukları kabullenmeyen ilişkileri, Yemen’i sürekli olarak yönetimi zor olan bir beylerbeylik durumunda bırakmıştır. Yemen’deki Zeydî kabileleriyle neredeyse aralıksız çatışma halinde olan Osmanlılar, bölgede geniş bir askerî güç bulundurmak zorundaydılar. Ne var ki gelir kaynaklarının gitgide kuruması ve başka kazanç kapılarının nispeten azlığı ve tabii yerli halkın karşı koymaları, 1635’e gelindiğinde Osmanlıların eyaleti terk etme kararı almalarına yol açmıştır.
Yemen Eyaleti, bir imparatorlukta bulunan “emperyal” özelliklerin çoğunu taşıyordu. Sultan, kontrol edemeyeceği kadar uzaklardaki toprak ve denizlere ulaşmış bir coğrafyaya, resmî tanımla bir “memâlik-i mahrusa”ya sahip olmuştu; “şeriat”ın yanında çıkardığı ve ona uyarladığı “kanunnâme”lerle dokunulmazlığını ilan etmişti. Hıristiyanlığa yani “darülharb”e meydan okumuş bir devletinin en güney sınırında tesis edilmiş bir beylerbeylikti Yemen. “Muhafız” görevini üslenmişti. Fethedilen ülkelerin korunmaları ve oralardan daha uzaklara yayılmak için askerî (azeb, gönüllü, mustahfız, merdan vb) düzenlemelerini yerine getirmiş, top ve tüfenkleriyle birlikte garnizonlarını tesis etmiş devlet-i aliyye’nin, zaptı ve korunması zor olmuş karışık mezhepli bir yöreydi Yemen.
Oradaki görevliler aynı zamanda “mültezim” (ya da müteahhit!) idi; “timar” sistemi tesis edilmemişti/edilememişti. Çünkü yayıldığı bölgelerin ürünlerine ve işletmelerine, limanlarına el koyarak onları vergiye bağlamış, böylece bürokrasisini kurmuş; askerî, ekonomik ve sosyal harcamaların kaynaklarını kullanmış bir padişahlığın güneyde Umman’a açık son kalesiydi Yemen. Kısacası, “salyâne” yöntemiyle idare edilmişti. Yani maaşların beylerbeyleri ve sancakbeyleri dahil askerilere ödenmesinden sonra oralarda toplanan “irad” -eğer artık verirse- irsaliye adı altında İstanbul’a gönderilmişti. Ancak bu durum, vergilerin başta geleni olan “harâc-ı arazi”nin, diğer vergilerin ve tabii okyanustan akıp gelen ve oraya açılan ticaretin limanlardaki getirisinin yettiği kadarıyla sürdürülebilmiştir.
İmparatorluklar merkezlerinden çok uzak bölgelerin gelir kaynaklarına el atmakla da tanımlanırlar. Yemen de Osmanlı İmparatorluğu›nun açılımının bir parçası olmuştur. Çok uzaklardaki bu ülkede telef olanlar için sonradan dile getirilen, günümüzde de yinelenen ağıtlar ve okunan ezgiler, andığım sürecin tarihî bir açıklaması sayılmalıdır.
YEMEN’DE İKİNCİ OSMANLI DÖNEMİ
Giden gelmiyor, acep nedendir?
19. yüzyılın ortasında Yemen’de tekrar hakimiyeti ele geçiren Osmanlı Devleti, merkezin iradesini yansıtmayan bir kötü yönetim ve adaletsizlikler zinciriyle uğraşmak zorunda kaldı. Yerel yönetim istekleri gözardı edilince, isyanlar birbirini izledi.
AHMET KUYAŞ
Osmanlı yönetiminden 18. yüzyılda yavaş yavaş kopan Yemen, Napolyon Savaşları sırasında İngilizlerin Aden’e yerleşmeleri üzerine İstanbul’un gözünde yeniden stratejik bir önem kazandı. Ama bu ülke, ancak yıllar sonra, Kavalalı Mehmet Ali Paşa krizinin çözülmesinden sonra Osmanlı topraklarına katılabildi. Yemen’in genellikle Osmanlı yönetimini tanıdığı, Osmanlı sultanına sadık olduğu, ancak İstanbul’dan beklediği reformların yapılmaması nedeniyle isyan ettiği söylenir. Bu özet, doğru olmakla birlikte, eksiktir. Yakınçağdaki ilk isyanın, Sultan II. Abdülhamit’in hilâfet politikası nedeniyle çıktığı genellikle hasıraltı edilir. Zeydî olan Yemen halkının ve dinî önderleri imamın gerçekte Osmanlı sultanına bağlı olduğunu, ama imamın yetkesinin üzerinde bir dinî yetke de tanımayı kesinlikle reddettiklerini görmeden bu isyanı anlamak mümkün değildir. Nitekim Zeydîlik, geçmişte zaman zaman beşinci bir fıkıh ekolü olarak görülmüş olsa da, aslında ehl-i sünnetin dışında kalan bir inanç dizgesidir. Dolayısıyla da bu inanca bağlı olanların halifeliğe saygılı, yani imamlarının üzerinde bir halife tanımaya yatkın olmaları beklenemezdi. Osmanlı yöneticilerinin, belki biraz da Sultan II. Abdülhamit’in zoruyla, bu konuda duyarsız davranmaları, isyanın baş nedenidir.
Bu noktada, hem ilk isyanı hem de 1910’da başlayan ikinci isyanı açıklayan bazı satırlara, İsmet (İnönü) Paşa’nın anılarında rastlıyoruz. Genç bir subay olarak Ahmet İzzet Paşa’nın kurmay heyetinde Yemen’e giden ve binbaşılığa orada terfi eden İsmet Paşa, anılarında Yemen’de bulunan Osmanlı yöneticilerinin, biraz da uzaklığın neden olduğu bir rehavete kapılarak, kendi çıkarlarını Osmanlı merkezinin çıkarları sanacak kadar yanlış bir yönetim üslûbu tutturduklarını, merkezi de yanlış bilgilendirdiklerini söyler. İmam Yahya ile yapılan görüşmelerde bizzat bulunan, hatta İzzet Paşa’nın anılarına bakacak olursak, imamın güvenini kazanan bu genç subayın söyle- dikleri, imamın sonraki tutumuyla desteklenmektedir. Nitekim İmam Yahya, İtalyanların 1911’de Libya’ya saldırmaları üzerine isyanını durdurmuş, Osmanlı sultanı yabancılarla savaş halindeyken kendisine karşı savaşmayacağını ilân etmiştir. Daha sonra da, Asir bölgesindeki isyancılara karşı Osmanlı kuvvetleriyle işbirliği yapacağı sözü vermiş, 1. Dünya Savaşı boyunca da Osmanlı sultanına sadık kalmıştır.
Özetleyecek olursak Osmanlılar için Yemen sorunu, 1806’daki Sırp isyanından II. Meşrutiyet’teki Arnavut isyanına kadar başka birçok bölgede olduğu gibi, merkezin iradesini yansıtmayan bir kötü yönetim ve adaletsizlik sorunudur. Bu temel açıklamaya, 20. yüzyıla özgü olarak ve Arnavutlar, Suriye Arapları veya Doğu Anadolu Ermenileri örneklerinde olduğu gibi, bir de yerinden yönetim isteklerine kulak asılmamasını ekleyebiliriz.
HAREKÂTIN ARDINDAN
Suudi Arabistan’ın müdahale gerekçeleri
Suudî Arabistan, Yemen’e yaptığı askerî müdahalenin meşruiyetini biri hukuksal, diğeri de stratejik olmak üzere iki gerekçeye dayandırıyor. Yemen’in “yasal” Cumhurbaşkanı Mansur Hadi’nin talebi ile Körfez’in ve dünya ticaretinin güvenliğinin korunması argümanı.
Riyad’a göre Yemen, İran tarafından mezhebî yakınlığı bulunan Husîler aracılığıyla işgal edilmiş durumda. Bu durum Suudî Arabistan’ın, Körfez’in ve Bab el-Mendeb Boğazı dolayısıyla da dünya ticaretinin yüzde 65’inin güvenliğini tehdit ediyor.
Suudî Arabistan’ın gerekçeleri, Yemen’deki gelişmelerin mezhebî çelişkilere dayalı bir vekâlet savaşı olarak okunmasına da neden oluyor. Husîlerin siyasî örgütü olan Ensarullah ile Hizbullah arasında doğrudan benzerlik kuruluyor. Suudî Arabistan ve müttefiklerine göre Lübnan’da Hizbullah, Yemen’de ise Ensarullah, mezhep çelişkilerinden yararlanarak Arap dünyasına hâkim olmaya çalışan İran’ın Arap dünyasındaki vekilleri. Dolayısıyla Yemen’de yaşananlar, Lübnan’daki Hizbullah projesinin Yemen’de tekrar edilmeye çalışılmasından ibaret.
Ensarullah ile Hizbullah arasında benzerlik kurulmasına neden olan veriler şunlar:
Toplumsal temsil: Hizbullah Lübnan’daki, Ensarullah da Yemen’deki Şiilerin siyasi temsilcisi. Hizbullah, Lübnan’daki Müslüman nüfusun en az yarısının, Ensarullah da Yemen nüfusunun yaklaşık yüzde 40’ının desteğine sahip.
Askerî güç: Ensarullah da tıpkı Hizbullah gibi askerî bir güce sahip; ancak Hizbullah Lübnan’da resmî savunma gücünün bir parçası olarak tanınırken, Ensarullah’ınki yasal bir statüye sahip değil.
Mezhep: Her iki parti Şii olmakla birlikte Hizbullah, Şiiliğin İmamiye, Ensarullah ise Sünnilikle çok az farkı bulunan Zeydiye koluna mensup.
İdeoloji ve ittifak: Her iki parti de başta ABD ve İsrail karşıtlığı olmak üzere Direniş Ekseni’nin temel önceliklerine ve İran’la yakın ilişkilere sahip.