Sinemaya sürekli yeni bir perspektiften bakmayı asla bırakmayan, ölene kadar üreten, Fransız Yeni Dalga akımının en önemli temsilcisi usta yönetmen Jean- Luc Godard, 13 Eylül 2022’de 91 yaşındayken yaşamaktan “sıkıldı”. Onsuz bir sinemayı hayal etmek çok zor olsa da, bu yeri dolmaz yönetmenin filmleri daha uzun yıllar yeni sinemacılara rehberlik edecek.
SEVİN OKYAY
Aslında bizi vedalar konusunda uyarmış sayılırdı. 2021 Mart’ının başında Hindistan’daki Uluslararası Kerala Film Festivali’nde uzun bir konuşma yapan (85 dakikaymış) Jean-Luc Godard (JLG), elindeki iki senaryo bitince kendini emekliye ayıracağını duyurdu. Neye uğradığımızı şaşırdık! Godard, Yeni Dalga’nın yıldızıydı. Elimizde kalmış tek genç asiydi. Ve gerçek bir öncüydü. Oysa o sıralar, bir buçuk yıl sonra ona ağıtlar yakacağımız, hayli ileri yaşına rağmen aklımızdan bile geçmiyordu. Zaten onsuz bir sinema düşünmek de zordu.
“Film hayatımı –evet, film yapma hayatımı– yazdığım iki senaryoyla sonlandırıyorum” demişti. “Ardından da, ‘hoşça kal, sinema’ diyeceğim”. Senaryolardan biri Avrupa kamu hizmetleri kanalı Arte ile çekiliyordu, diğerinin adı ise “Funny Wars”du. Ancak bir sonraki Eylül’ün ortasında, İsviçre’de Rolle’deki evinde bizimle büsbütün vedalaşacağını sanmam ki düşünmüş olalım. Vazgeçilmez kalın çerçeveli gözlükleri ve ağzından düşmeyen sigarası ya da purosuyla, çeşitli rahatsızlıkları yüzünden ölme hakkını kullanmayı seçti; genç Jean-Luc’ün de yapabileceği gibi…
Uzun süredir hukuk danışmanı olan Patrick Jeanneret, yaptığı şeyleri yapamaz hâle gelince ölmeyi istediğini söylüyor. Karısı Anne-Marie Miéville ise kestirmeden gitmiş: “Hasta değildi, canı sıkıldı”. Bunu anlıyoruz işte.
1930’da Paris’te doğan Jean-Luc Godard, 1960’lara ve sonrasına damgasını vuran Fransız Yeni Dalgası’nın (La Nouvelle Vague) öncü isimlerinden biriydi. Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macronna Twitter’da “Yeni Dalga sinemacılarının putkırıcı olanı” diye veda etti. Godard, döneminin yönetmen ve film kuramcılarından André Bazin, François Truffaut, Eric Rohmer, Jacques Rivette ve Claude Chabrol gibi isimlerle Paris’te Cahiers du Cinéma dergisine yazılar yazdı. “A Bout de Souffle”, “Une Femme est Une Femme”, “Pierrot le Fou”, “Vivre sa Vie”, “Le Mépris”, “Bande à Part” gibi filmlerle tanındı. Pek çok ödülün yanısıra 2010’da Akademi Onur Ödülü’ne de layık görüldü.
1950’de Gazette du Cinéma ve 1952’de Cahiers du Cinéma için yazdığı yazılarla hem saygın bir film uzmanı hem de Yeni Dalga’nın önderlerinden biri olarak kabul edildi. İlk kısa filmi “Opération Beton”u 1954’te yaptı. 5 yıl sonra ise adını Yeni Dalga dahilinde, ülkesinde ve uluslararası sinema çevrelerinde duyuran, bugün de unutulmamış olan “A Bout de Souffle” (Nefes Nefese) ile yükseklere bir çıta dikti. O yıllarda sinemayı seven ve bilen bu genç eleştirmenler artık kendi filmlerini yapmak istiyorlardı ama paraları yoktu. Küçük bir mirasa konan Claude Chabrol onlara yardım ediyordu. Hâli vakti yerinde bir ailenin çocuğu olan Godard ise ailesinden, arkadaşlarından ve işyerlerinden, aslında mümkün olan her yerden para tırtıklayarak hem kendi film yapıyor, hem de Cahiers tayfasına film yapmaları için yardımcı oluyordu. 2007’de Guardian’ın onunla yaptığı bir söyleşide, “Film izlemek ve film yapmak için para çalıyordum” diyecekti.
Daha sonra “Breathless” adıyla Richard Gere’li bir Amerikan versiyonu da yapılan “A Bout de Souffle”un başarısında, Yeni Dalga’nın savunduklarını uygulamalı ders olarak gösteren yönetmenin iki genç başrol oyuncusu Jean-Paul Belmondo ile Jean Seberg’in gençleri etkileyen sihrinin de payı vardı şüphesiz. Ancak sokaklara inmiş o sinema enerjisi, atlamalar, sıra bozmalar, hakim sisteme olabilecek her noktada karşı çıkmalar ve göz kamaştıran doğallık, iki kelimeyle Yeni Dalga, Godard’ın öncülüğünde yükseldi. Keşfetmekten, yeniyi bulmaktan asla vazgeçmeyerek çok sayıda film yapan Godard film eleştirmeni, akademisyen ve sinemacı olmanın ötesinde, 1972’deki “Tout va Bien”e kadar “Dziga-Vertov” grubu ile birlikte üretim ve dağıtım sistemini proletaryaya yayma amacını güden “sosyalist sinema”nın savunucusu bir siyasi eylemci olarak da adını duyurdu. Sevmediğimiz dönemleri mutlaka vardır ama, onun emsalsiz sinema anlayışının ürünleri hâlâ yeni ve sinemaseverler için büyük değer taşıyor.
Bağımsız Amerikalı sinemacı Hal Hartley, hayran olduğu Godard ile 1994’te yaptığı bir söyleşide, Fransız yönetmenin öz-portresi “JLG”ye giderken yanında bir arkadaşını da götürdüğünden sözediyor: “Ben filmlerinizi çok beğenirim ama o çok azını görmüştü. Martin Donovan, sıkça birlikte çalıştığım bir aktör. Sürekli güldü”. Godard da gülüyor. Hartley, “Sinemadan çıktığında sizin Groucho Marx’tan bu yana gördüğü en komik kişi olduğunuzu düşünüyordu” diye ekleyince üstat, “Bence bu bir iltifat” demiş.
Sağı-solu belli olmayan bir sanatçı işte. Groucho Marx gibi olmayı gülerek kabul ediyor. Kapısına vurduğunda o kapıyı açıp seni bağrına basabilir, bir tekmede merdivenlerden aşağı da yuvarlayabilir. Çok eski arkadaşı Agnès Varda uzaklardan kalkıp da onun Rolle’deki evine yemek saatinde geldiğinde uzun uzun kapıyı çaldığı hâlde açmamış. Sonunda Varda geri dönmüş ama tatlı çöreklerini de kapıya bırakmış. Bu anekdotu da son dönemindeki kişisel belgesellerinin birinde nakletmiş.
Bir de şahsi anektod. Ne olsa yaşım buna müsait. Yıllar, yıllar önce Ankara’daki bir Yeni Dalga retrospektifinde; Godard’ın “Le Carabinières”inin (Jandarmalar) gösteriminde görevliler makaraları karıştırıp da ilk yarıda ölen iki adam ikinci yarıda ölü olduklarını bilmiyormuş gibi ortada dolaşmaya başlayınca, filmin çoğu genç olan izleyicileri durumu rahatlıkla kabul etmişlerdi: “Godard bu, vardır bir bildiği”. Demek ki “sinema, kahramanlarını koruyor” diye düşünmüştüm. Ne de olsa filmlerde kronolojik sırayı sevmeyen, her fırsatta bozan da JLG’nin kendisiydi.
André Bazin, genç yoldaşları Godard ve François Truffaut’nun (ki naçizane en sevdiğimdir) bir kamera-stilo ile yazarmışçasına kameralarıyla filmi yazdıklarını söylemişti. Yeni Dalga ise (Fransız Yeni Dalga’sı) 1950’lerin sonundaki kimi genç film yönetmenlerinin fevkalade bireysel üsluplarının ortak adıydı. Godard, Louis Malle, Chabrol, Truffaut, Alain Resnais, Eric Rohmer, Agnès Varda ve Jacques Demy’nin çoğu Cahiers du Cinéma kökenliydi. Dergi bazı yönetmenlerin aslında filmlerine o filmin yazarı sayılacak kadar hakim olduklarını savunan “auteur” teorisini benimsemişti. Dönemdaşları olan Fransızlar ve hatta Krzysztof Kieślowski gibi Fransız olmayan yönetmenler bu ilkeleri yüzyılın sonuna taşıdılar.
Luc Besson, Patrice Leconte, Laurent Cantet ve Claire Denis sinemalarıyla Godard’ın ve Yeni Dalga’nın ilkelerini 21. yüzyıla götürdü. Yeni Dalgacılar konularını gölgelediği iddia edilen yepyeni, pırıl pırıl bir teknik kullandı. Bir filmin hem ticarî, hem sanatsal başarı kazanabileceğini kanıtladılar. Sadece Fransa ile kalmayıp, pek çok ülkenin sinemasına da o ülkenin adıyla anılan “yeni dalgalar” armağan ettiler. Torino’daki bir retrospektifte filmlerinin çoğunu görmüş olduğum yaratıcılarının huzurunda (başta Věra Chytilová olmak üzere) izlediğim Çek Yeni Dalgası ya da Prag Baharı’nı, Fransa’dan sonra ilk sıraya koyarım.
Ezcümle, yeri dolmaz bir sinemacıyı kaybettik!
ARDINDAN NELER DEDİLER?
Büyük yönetmenlerin vedası: ‘Onun gidişiyle yoksullaştık’
Sinemanın bugününü şekillendiren önemli yönetmenler, çalışmayı hiç bırakmayan 91 yaşındaki Godard’ın ardından, onun kendileri üzerindeki etkisini anlattı. Mike Leigh’ten Martin Scorsese’ye, Claire Denis’den Abel Ferrara’ya…
Onun filmlerini ilk kez 1960 Londra’sında 17 yaşında bir Salford’lu olduğu yıllarda izleyen ve Godard’ın ilk filminin onu gerçekten “Nefessiz” bıraktığını söyleyen İngiliz yönetmen Mike Leigh, bu kaybın ardından “nostaljik bir hüzün”le başbaşa kaldığını ifade ediyor. Martin Scorsese ise kimsenin onun kadar cüretkar olmadığını hatırlatıyor, “‘Nefes Nefese’den itibaren bir filmin ne olduğunu ve nerelere uzanabileceğini yeniden tanımladı” sözleriyle. “Onun filmlerini izlerken bir andan diğer âna, hatta bir kareden diğerine ne bekleyeceğinizi bilemezsiniz” derken onu canlı hissetmek için Godard’ın filmlerinin şimdi daha da gerekli olduğunu belirtiyor.
Avrupa’nın en iyi (ve korkusuz) yönetmenlerinden biri saydığım Claire Denis “Arkadaşlarıma benim yaşadığım ama Jean-Luc’un terk etmiş olduğu bir dünyada yaşamayı hayal edemem derdim. Varlığı bana cesaret veriyordu. Filmleri bana sinema inancı aşılamadı (çünkü zaten inanıyordum) ama kıt yeteneklerimle bile yolumu nasıl bulacağımı gösterdi” diyor.
Paul Schrader ise “Sinemada Godard’dan önce ve Godard’dan sonra vardır. 15 yıl boyunca kendi Rubik kübü hâline gelene kadar sinemayı demonte etti, yeniden monte etti ve yeniden demonte etti” sözleriyle anıyor onu.
Kelly Reichardt, Andy Warhol’dan önce ve sonra dünyanın farklı göründüğünü söyleyenlere Godard’ı düşünerek hak veriyor: “Öyle üretkendi ve öyle uzun bir ömrü oldu ki! Suyunu içmeye devam ettiğimiz derin bir kuyu”.
“Nefret verici” bulunmakta Pasolini ile yarışan ve onun çırağı olmakla iftihar eden Abel Ferrara, “Film yapmaya 1967’de 16 yaşındayken başladım ve Hollywood dışında da filmler olduğunu keşfettim” diyor. “Bir seferinde büyük bir yöntemeni yer yutar, nesi varsa izler ve ilerlerdim ama onu hiç geçip ilerleyemedim” derken, eşsiz Terence Davies Godard yalnızca o zamanki yönetmenler üstünde değil, yeni senarist ve yönetmenler üzerindeki gücünü de vurguluyor: “Etkisi ve vahşi tutkusu çok yukarıda kalıyor bize göre. Ancak onu anar ve bu yansıyan görkemin tadını çıkarabiliriz. Gidişiyle yoksullaştık”.
John Boorman ise Cannes’da filmi olduğu zaman basın toplantılarının nasıl tıklım tıklım dolduğunu hatırlıyor: “Filmler hakkında konuşurken, yaparken olduğundan daha iyiydi ama büyük bir yenilikçiydi. Film sanatını sınırlarına, hatta o sınırların ötesine uzattı”.