Yürümenin somut ve soyut cepheleri sapaklarla dolu. Kimileri sevmez sapmayı; asıl yoldan uzaklaşılmasına yolaçtığına inanırlar; onlardan olmadım ben. O kadar ki, çıkmaz sokaklara, her ne demekse “yanlış yollar”a sapmaya bayılırım. Asıl yol mürekkeptir; onu asal yol kılan başat özelliğini orada aramak gerekir… Yazıya dökmeye koyulduğumuz özöykü’nün, ne’sinden çok nasıl’ı onu yüksek hizaya taşıyacaksa taşıyacaktır.
Yürümek fiilinin, yürüyüşün “yol düşüncesi” ile çakıştığı bireyler familyasının bir üyesi olarak yaşamımı sürdüredurayım, o konumla zıtlaşan bir karşı-konuma daha yatkın oldum hep: Ömrümün hafife alınamayacak bir bölümü masa arkasında oturarak geçti.
Nietzsche’nin “ancak oturarak düşünüp yazılabilir” diyen Flaubert’e Putların Alacakaranlığı’ndaki pek ünlü çıkışını okuryazarlar tanır: “Yakaladım seni nihilist! Oturup durmak, tam da Kutsal Ruh’a karşı işlenen günah. Bir tek size yürürken gelen düşüncelerin değeri vardır”.
Paylaşmıyorum o salvoyu, yalnızca çok oturan biri olduğum için değil, sık yürümüş biri de olduğum için: Gövdemin bütün konumlarında düşünceler geliştirdiğimi bilirim; buna karşılık tıpkı Nietzsche gibi yazarken ayakta durmamışımdır (Gide gibileri hesaba katıyorum doğal olarak).
Yürüyen gövdenin zihnin işleyişini etkilediği yadsınamaz: Yürüyüş hali, doğurduğu açı ve ufuk değişikliklerinin kesintisizliğine bağlı biçimde çok sayıda tetikleme yaratır. Öte yandan, dalgın yürüyüş hali farklı bir zincirleme düşünce silsilesi peydahlar; körlemesine bir ilerlemeden derin uçlara ulaşıldığı gerçektir. Herkesin reçetesi kendine. Benimkisi toplama sürecine sıklıkla dayalı bir yürüyüş halidir, sonuçları sonra -Nietzscheseverleri kızdırmak pahasına- oturunca, hattâ uzanınca yüzeye tırmanmaya koyulacaktır.
Yol-cu açısından ana ölçünün adım olarak ele alınması benim gözümde uygun yaklaşım. İlk adımıma, kendi kendime ilk ayağa dikilişime ilişkin anılarım belleğimin asla erişemeyeceği tabakalarında kazılı. Oğlumunkileri gördüm yürümeye başladığında, o ana denk geldim; yüzüne yerleşen ifadeyi unutmadım bunca yıl geçti; benimkisi büyük olasılıkla eşi benzeriydi: Belki ilk utku duygusudur bu, yenidoğanın. Kimsenin yardımını almadan, erişkinler gibi durmayı, adım atmayı başarmak -yürümeyi öğrenmekten dem vurulmasını yadırgarım hep.
50. yıldönümünde “Ay üstünde ilk adımı insanın” yeniden gündemin merkezindeydi. Bu adımın tanığı olmuş birkaç milyar dünyalıdan biriydim; Amerika Büyük Bir Şaka’da ben de bıraktığı ize değinecektim.
Hiç kimsenin adım atmadığı yerlere ilk gidenlere ayrıcalıklı yer açılır Dünya’nın fihristinde. Büyük keşifler bir avuç gözüpek kaşifin harcıdır ya, onlarla elbet kıyaslanamayacak özel adımlar atmışızdır yaşarken; yalnızca kendimizi heyecana garketmiş hamlelerdir bunlar. Arkamda, arka hikayeler katalogumda sayısız öyle adım olmuştur; benim dışımda kimseyi ilgilendirmeyecektir varlıkları, izleri. İlk adımımınki de.
Neden öyleyse yaşamöyküsü, auto-fiction ya da anı metinleri yazıyoruz? Ne’si olduğuna inanıyoruz yaşadığımız hayatın, ki hikâyesi başkalarını ilgilendirsin?
Tartımlı düşünülürse, bir yazarın yaşamı -ayrıcalıklı örnekleri ayırırsak- sıradışı özellikler taşımaz pek. Bakmayalım efsun yüklemelerine, nedir ki Kafka’nın ya da Kavafis’in “hikayesi”. Bitmez tükenmez serüvenlerin doldurduğu, kalabalıkların, bazan koskoca ülkelerin yazgısını etkilemiş, sözgelimi Mao’nun, Mustafa Kemal’inkiler. Çok değerli yapıtların olaysız, handiyse ıssız yaşam biçiminden çıkabildiğinin tek örneği Pessoa mıdır; hayır.
Yürümek, işte böyle bir edim türü; somut ve soyut cepheleri sapaklarla dolu. Kimileri sevmez sapmayı; asıl yoldan uzaklaşılmasına yolaçtığına inanırlar; onlardan olmadım ben. O kadar ki, çıkmaz sokaklara, her ne demekse “yanlış yollar”a sapmaya bayılırım. Asıl yol mürekkeptir; onu asal yol kılan başat özelliğini orada aramak gerekir: Borges’in Çatallanan Yol diye tanımladığı tür. Yazıya dökmeye koyulduğumuz özöykü’nün, ne’sinden çok nasıl’ı onu yüksek hizaya taşıyacaksa taşıyacaktır.
Cehennem Pasajı’na uğrayışımın hemen ertesinde, Paris’teki klasikleşmiş güzergahlarımdan birini seçtiydim kimbilir kaçıncı kez. Aklımın yarısı bir önceki günün “Biz Ağaçlar” sergisinde, öbür yarısı içine yerleştiğim, hareketli parçası olduğum yolun çokparçalı kesitlerinde, ilerlemeye başladım.
İçimdeki şeytan(lardan bu ‘iş’le sorumlu olan) dürttü o gün; yolun başından sonuna gidesiye, cep telefonumla fotoğraflar çektim; seçip sıraladıklarımla, hayır bir çok parçalı değil, hafif irkilerek ‘tenya şeridi’ olarak vaftiz ettiğim bir bütünlük oluşturmayı umdum. Arago Bulvarı, başlangıcına yakın bölümündeki kahvede pek çok metnimi yazdığım, randevulaştığım caddedir. Sık sık uzun, hafif eğimli yolu gidiş yönündeki kaldırım üstünden katederim; bu kez de alıştığım akışı zorlamadan, durakalka ilerledim.
Şehir, tarihini ve efsanesini bir parça tanımışsanız, sizi insanlar ve olaylar üzerinden farklı zamanlara savurur; tekzamanlı olamaz yürüyüş çizginizi kuşatan gerçeklik. Bir şimdiki zamanınız vardır tabii, ama zihniniz ona çivilenmez her an, makas değiştirir. 35 Numara’da, görece yeni fotoğraf galerisi Zebra № 35’de Oturuyor yangının üzerinden aylar geçmiş, Notre Dame Katedrali’nin gece karanlığından alevler içindeki fotoğraflarını sergiliyor. O gece ben de İstanbul’da, TF1’den haberleri izlerken ekranın fotoğrafını çekmiştim (Cep telefonuma bakıyorum: 15 Nisan 2019, yerel saatle 21.31 yazıyor. Tarih’in ortasından böyle geçiyoruz artık; ona kendimizi dahil ettiğimiz kuruntusuyla, her gün birkaç milyar adet selfie’nin çekiliyor olmasını başka nasıl açıklarız).
Yangın, ormanlarından yaklaşık 800 yıl önce kesilip katedralin çatısında kullanılmak hedefiyle hazırlanan meşe putrelleri kavurmuştu. Bir banka oturup düşündüm: Kütük, büsbütün canlı olmaktan çıkıp kesinkes ölü bir organizmaya dönüşüyor muydu kesildikten sonra? Yoksa, içinin içinde canlı hücreler, dokular kalıyor muydu? Ya da bir çeşit fantom acı çekmiş olabilir miydi Notre Dame’ın çatısındaki putreller?
Sonra Cité Fleurie’ye dek sürdürdüm yürüyüşümü. 1878’de, bir girişimcinin Evrensel Sergi’den artan malzemelerle inşa ettirdiği bu sanatçılar sitesinin evlerinde kullanılan parçalar arasında Osmanlı pavyonundan gelme olanlar var mıydı sorusunu öteden beri kendime sormuşumdur. Paris’e gelen Türk ressamları arasında kısalı uzunlu burada konaklayan olmuşsa bile, kayıtlarda gözüme çarpmadı benim. Site bir ara Gauguin’i, 9 numarada Modigliani’yi ağırladığı için övünüyor; şimdiki konukları hakkında bilgi yok.
İkinci mola yeri, yanıbaşındaki Square Henri-Cadiou. O da Cité’de atölye kurmuş sanatçılardan biri; oraya kurumsal bir nitelik kazandırdığı için seçilmiş olmalı parkın adı. Taşınmaz taş satranç karesi asıl heykel! Roussel’i, Nabokov’u, Zweig’ı, hepsinden çok Marcel Duchamp’ı çağrıştırıyor bana varlığı. İki oyuncu buluşuyorsa burada, biri evinden yanında getirecek taşları. Tek başına yürüyüşünü sürdüren, mola vermek için parka uğrayan biri, iki ayrı oyuncuya bölerek kendini, hayalet taşları boşlukta yerleştirerek hayaletsi bir oyun oynayamaz mı, neden olmasın?
Parkın bitiminden başlayan yüksek, alımlı duvar La Santé Hapisanesi’nin. Yanlış bilmiyorsam, 15 yıl buradaki bir hücrede tutuldu İlyiç Ramirez Sánchez; sonra başka bir hapisaneye nakledildi. Nüfusunu bilmiyorum La Santé’nin; duvar boyu ilerlerken üst katların parmaklıklı, çamaşır asılı pencerelerine bakarken içim daralıyor. Büyükçe bir ‘kare’ye oturtulmuş hapisane yapıları. Arago tarafında 1909’da giyotin kurulmuş; işgal döneminde Pétainci işbirlikçilerin elinden 14 direnişçi öldürülmüş; bugünse köktendinci teroristler için yapılmış özel bir kafes barındırıyor kare.
Kare diyorum… Beckett’in Quad’ı kaçıncı kez zihin perdemde canlanıyor; kukuletalı siluet giriyor çıkıyor kareye; aynı La Santé’nin volta alanındaki hareket etme düzeni, karenin öteki yakasına, Beckett’in Godot’yu Beklerken’den gelen telif geliriyle satın aldığı dairenin penceresinden gördüğü hapisane avlusu konusuna bir defa daha döneceğim.
Bu aşamada, birkaç yıl önce ikinci Paris kitabımda ağırladığım tarihî bir parçaya yoğunlaşıyorum: Şehirde başka örneği kalmış mıdır bilmem, bu memişhane’den bir dolusuna rastlanırdı 1970’lerde, hatırlıyorum. Dahası, şehirde ilk zamanlarımda, Fransız arkadaşlarımdan birinin beni bu memişhaneler bağlamında uyardığını da: Eşcinsellerin avlanma mekânları arasındaymışlar meğer. Kaç yıl geçti aradan; Roland Barthes’ın sarsıcı Incidents’ında çıktılar karşıma; hazret epey siftinmiş oralarda. Bugün bir tarihî şehir mobilyası örneği.
360° çizerek etrafında fotoğraflarını çekiyorum yeniden. İşim bitince duvarboyunu katetmeyi sürdürüyorum, “Duvar”ı yazalı çeyrek yüzyıla yakın bir süre geçmiş olmalı; yeni bir ‘duvar metni’ hazırlanıyor aylardır kafamda, La Santé’ninki bir araf duvarı, arkasında bir cehennem sahası, günler ve geceler bitmek bilmez içeride (kodes, mahpushane, dam ve benzeri pek çok adı sanı vardır hapisanenin, bana kalırsa en okkalısını dile getirir “ben içerideyken” diyen biri); hele ki gerçek anlamda “ağırlaştırılmış müebbet” cezasına çarptırılmış olanların gözünde dışarısı yokolmuştur.
Duvarın bitiminden sola dönüyor, paraleldeki Saint-Jacques Bulvarı’na, 38 numarada Sam’ı selamlamak için geçiyor, gerisin geri ilerlemeye koyuluyorum. Yürümek, ayrıca bir zaman tüneli açıyor insanın önünde; hayır, kronolojik bir hat değil oradaki; tersine, parçalanmış ve kimi parçaları dağılıp zemininden kopmuş bir ayna neyi nasıl yansıtırsa öyle: başıbozuk akış. Beckett’le tanıştığım gün Saint-André des Arts Sokağı’nın Saint-Michel çıkışındaydı; belki de Minuit Yayınevi’nden oraya yürüyerek gelmişti. Uzun yürüyüşlerin adamıydı, sabitleşme eğrisi yüksek ‘anti-kahraman’larının tersine. Bir pub’a oturmuş, biralarımızı söylemiştik; Christophe benim SB düşkünlüğümden coşkuyla sözettikçe taburemde ufaldığımı anlamıştı sanırım. Bir cesaret posta adresini istemiştim; Nil yayımlandığında ona gönderdim; teşekkür kartı ulaştı sonra; çerçevesinin içinde hâlâ bir tılsım, bir tür karşı-muskadır benim gözümde. Oradan Sam’ın bana “devam et” diye seslendiğini kurarım.
Christophe’la 217, Rue Saint-Honoré’deki çift odayı paylaşıyorduk; o pervasız, taşkın genç adam beni Nedim Gürsel’le tanıştırmıştı; ama o bir şey mi, gözüpekliği sayesinde Chez Ruc’de Roland Barthes’ın masasına gidip uzun bir sohbete dalmış; aynı kahvede, komşumuz Roger Blin ile birkaç kez demlenmiş, Beckett’lerimizi tokuşturmuştuk. Onun sahneye koyma titizliğinden, Godot’yu Beklerken için Giacometti’ye yaptırttığı çıplak ağacın hikayesinden geçmiştim birkaç yıl önce. Beckett’in ağacı kaybolmuştu. Ama, Gazon Street de sırra kadem basmamış mıydı? Benim ‘iş’lerimden biri de bu kayıpları anımsatmaktı.
Saint-Jacques Bulvarı, bir köşeyi geçince Auguste Blanqui caddesine dönüşür. Orada, yorulmuşum, bir yol kenarı sırasına oturuyorum. Benjamin düşüyor orada aklıma. Barikatlar beyinin yıldız haritası üstünden evren okumasına kilitlenişi. Onun, tek tek, Paris adreslerini ziyaretlerimden ne ummuştum?
Artık mahalleye dönüş vakti. Yürüme’k’ten çeyrek yüzyıl sonra, gövdemin eskisi kadar dirençli olmadığının farkındayım; bir sonraki aşamada baston edinmeye gelecek sıra.