Kasım
sayımız çıktı

‘Yolunu bulan’ krallar ‘işini bilen’ düzenbazlar

DÜNYA TARİHİNDEN 5 BÜYÜK SKANDAL

Yolsuzluk ve rüşvet, şüphesiz modern devlet-kapitalizm öncesinde de hatta çok eski devirlerden beri vardı. Para ve sermaye piyasaları geliştikçe, yolsuzluğun uygulama biçimleri de gelişti. 20. yüzyılda yolsuzluğu önlemek için gerek tek tek ülkelerde gerekse uluslararası düzeyde yasalar çıkarıldı, antlaşmalar imzalandı. Ancak “bal tutan parmağını yalar”, “benim memurum işini bilir” hâlâ geçerli. Döneminde, dünyayı sarsan 5 büyük hadise…

Yolsuzluk, Dünya Banka­sı’nın basit tanımına gö­re, “devlet görevlilerinin kişisel çıkar için özel sektörden rüşvet kabul/talep ederek ikti­darlarını kötüye kullanmasıdır”. Elbette Dünya Bankası kurulma­dan; kapitalizm, özel sektör, mo­dern devlet ve diğerleri ortaya çıkmadan yüzyıllar önce de yol­suzluk vardı. Hatta tüm dünyaya eşit olarak dağıtılmıştı. Eskiden beri halk, vergi veya hediye adı altında rüşvet toplayan sütü bo­zuk, hırsız devlet görevlilerini bilir; bunlar hakkındaki hikaye­ler kulaktan kulağa dolaşır, kimi zaman da abartılırdı.

Örneğin eski rejimlerde va­lilerin belli bir ücreti olmaz­dı; yönettikleri bölgenin yerel halkından kendileri ve ekipleri için vergi toplarlardı. “Deli Pet­ro” olarak bildiğimiz Rus Çarı 1. Piyotr’un reformlarından ön­ce Rus valilerinin uyguladığı bu yönteme “kormlenye” (kelimesi kelimesine: “beslemek”) denirdi. Halk, beslemek zorunda olduğu bu memurlardan hiç hoşlanmaz­dı. Bazı tarihçilere göre “korm­lenye”, Rus halkının gözünde yolsuzluğu, devletin olağan bir özelliği hâline getirmişti.

Yolsuzluk her zaman olmasa da kimi zaman düzenbazlık ve sahtekarlıkla elele gider. Örneğin 18. yüzyıl başında İspanya vera­set savaşlarından mali yıkımla çıkan İngiltere ve Fransa’da iki “balon” patlamıştı. İskoçyalı Jo­hn Law, Fransa’yı borçlarından kurtaracağına ikna ederek Ame­rika ile ticaret yapacak bir “Mis­sissippi şirketi”ni kurup hisse­lerini piyasaya sürdü. Bunlar öyle bir spekülasyona yolaçtı ki kurduğu saadet zinciri kısa süre sonra 1719’da çöktü. İngiltere’de ise John Blunt adlı bir girişimci, kamu borcunu kurduğu Güney Denizi adlı şirketin sermayesine dönüştürmek, sonra da hissele­rini halka satmak üzere İngiliz hükümetini ikna etti. Bu balon da 1720’de patladı. Aynı dö­nemde İskoçyalı bir düzenbazın Amerika’da “Poyais” adlı hayali bir ülke adına tahvil çıkardığı bi­le görüldü.

ABD’de kongre üyeleri demiryolculardan aldıkları rüşvet sonucu trene dönüşmüş, ülkenin adı da “Amerika Demiryolları Devletleri” olarak değişmiş. Thomas Nast’ın karikatürü, 1880.

Bu hadiselerde şüphesiz ka­munun sorumluluğu büyüktü; ancak bu girişimlere izin veren devletler için “yolsuz”dan çok “basiretsiz” sıfatı daha uygundu. Seçkinler saadet zincirlerinden nasiplenmişti ama sonuçta zin­cir koptuğunda onlar da servet­lerini kaybetmişti.

Kapitalizm geliştikten sonra, 1934’te Fransa’yı sarsan “Sta­visky Skandalı” yolsuzlukla hi­lenin birbirine karıştığı bir baş­ka örnekti. Alexandre Stavisky adlı bir Rus mültecinin kurdu­ğu düzen, küçük Bayonne ken­tinin kredi kurumu (Fransa’da fakir halkın borçlanabildiği bu kurumlar belediye tarafından iş­letiliyordu) adına sahte bonolar çıkararak başlamıştı. Güya Ti­caret Bakanlığı’nın ve Bayonne Belediyesi’nin denetlediği bu bo­nolar, sigorta şirketleri tarafın­dan satın alınmıştı. Balon patla­dığında Stavisky intihar etti veya kimilerine göre öldürüldü, hükü­met çöktü, Fransız siyaseti kök­ten sarsıntıya uğradı ve bir darbe girişimi güçlükle önlendi.

Ancak yolsuzluğun mutla­ka bir düzenbazın tezgahından kaynaklanması gerekmiyordu. 19. yüzyıldan itibaren devlet­ten onay almak veya onunla iş yapmak isteyen girişimciler, sık sık rüşvet dağıtmak zorunday­dı. Örneğin İngiltere ve ABD’de ilk demiryolları özel girişimciler tarafından bir plan dahilinde de­ğil, karmakarışık bir şekilde ku­rulmuştu. Bir demiryolu kurmak isteyen, parlamento veya kong­reden onay almak zorundaydı, bu da fiiliyatta milletvekillerine, kongre üyelerine rüşvet dağıt­mak demekti. Ara ara skandallar patlıyor, az sonra unutuluyordu. Ancak sonuçta demiryolları da inşa ediliyordu.

Le Petit Journal’in kapağında Stavisky skandalını araştıran polisler bir baskın yapıyor

Para ve sermaye piyasaları geliştikçe, yolsuzluğun uygula­ma biçimleri de gelişti. 1970’ler­de patlak veren Lockheed skan­dalına baktığımızda, rüşvetin dağıtılma şekli bize komik dene­cek kadar safça gelebilir. Paralar ilgili ülkelerin politikacılarına bizzat bavulla taşınarak ulaştı­rılıyordu. Japon başbakanı Ta­naka’ya gönderilen para, Guam ve Hong Kong üzerinden gön­derilmişti; bir müttefiki destek­lediğini sanan bir takım düşük rütbeli CIA ajanları parayı bü­yük zorluklarla, golf çantalarıy­la taşımışlardı. Japonya sınırın­da polise yakalanma korkusuyla terleyen bu kuryeler, yüklerini Tokyo’da Peder Jose diye bilinen gerçek bir İspanyol rahibe teslim ediyorlardı. Bugünkü elektronik para dolaşım ağı, kripto paralar, okyanuslardaki ufak tefek ada­larda kurulu paravan şirketler ve ne olduğunu bilmediğimiz diğer dolambaçlı yollar henüz geliş­memişti. Ancak temelde her şey aynıydı: Bir şirket, mallarını sa­tabilmek için alıcı ülkelerin yö­neticilerine rüşvet ödemişti.

20. yüzyılda yolsuzluğu ön­lemek için gerek tek tek ülkeler­de gerekse uluslararası düzey­de yasalar çıkarıldı, antlaşma­lar imzalandı. Ancak “bal tutan parmağını yalar”, “benim memu­rum işini bilir” gibi sözler hâlâ geçerli. Tarihten seçtiğimiz ör­neklere yakından baktığımızda yolsuzluğun, algılanış biçiminin ve yolaçtığı skandalların aslında hep aynı temel özellikleri taşıdı­ğını görüyoruz.

Maaşa bağlanan kral

İngiltere Kralı 2. Charles’ın 1670’te Fransa Kralı 14. Louis ile gizli bir antlaşma imzalayıp para kabul etmesi, ülkede kralla ilgili bir kuşku ve dedikodu dalgası­na yolaçmıştı. Eskiden kralların birbirlerine çıkar sağlamak için ödemeler yapmaları doğal karşı­lanırdı. Ancak 17. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’de hem hü­kümdarı denetleme arzusunda­ki bir parlamento vardı hem de Protestanlığı Katolik Fransa’ya karşı korumaya dayalı bir milli­yetçi siyaset doğmuştu.

2. Charles, kendi parlamen­tosundan tiksiniyordu; çünkü babası 1. Charles parlamento öncülüğündeki bir devrim sonucu tahtını, dahası kafasını kaybet­miş; genç oğlu yıllarca Avrupa’da sürgün olarak yaşamıştı.1660’ta tahta çağrıldığında parlamento­ya bağlı kalacağına yemin etmek zorunda kalmıştı ama, mümkün olduğu kadar bağımsız davran­mak istiyordu. Avam Kamarası ile dengeyi kurmak için ip üs­tündeki cambaz gibi hareket et­meyi ilke edinmişti.

Para uğruna Fransa’ya köle oldu İngiltere Kralı 2. Charles’ın portresi, John Michael Wright (üstte). 2. Charles’ın Katolik dinine inandığını, buna karşılık Fransa’nın ödeme yapacağını taahhüt eden ve iki yüzyıl gizli kalan Dover Antlaşması (üstte, sağda).

2. Charles’ın aynı zamanda kuzeni Fransa Kralı 14. Louis ise Avrupa’daki gücünü perçinleme­nin peşindeydi. Hedefi, bugün­kü Belçika ve Hollanda’yı dize getirmekti. Kuzeyindeki bu top­raklara saldırmak için kuzeniyle anlaşmak isteyen Fransa kralı, aracı olarak erkek kardeşinin eşi Orléans düşesini kullandı. Bu genç kadın, 2. Charles’ın çok sevdiği kızkardeşiydi; 1670 so­nunda iki ülke arasında yapılan Dover Antlaşması’nın mimarı oydu. Aslında iki antlaşma im­zalanmıştı. Bunlardan 22 Ma­yıs 1670 tarihli olanı, o meşhum gizli antlaşmaydı. Gizli tutulma­sının nedeni, İngiltere kralının “Katolik dinine inandığını” be­lirtmesi ve “Roma Kilisesi’yle barıştığını ülkesi için uygun bir zamanda açıklamasını” öngör­mesiydi. Buna karşılık Fransa, İngiltere kralına para ödeyecek­ti. Sürekli para sıkıntısı çeken ve elisıkı parlamentonun tahsis et­tiği bütçeyle ihtiyaçlarını karşı­layamayan 2. Charles için bu çok önemliydi.

Charles ölene kadar Lou­is’den para tırtıklamaya de­vam etti. Gizli antlaşma ancak 1830’da tarihçi Lingard tara­fından açıklanacaktı. 2. Char­les’ın İngiltere’deki şöhreti bun­dan çok zarar gördü. Hatta 19. yüzyıl tarihçisi Macaulay, onun için “Fransa’nın Kölesi” tanımı­nı kullandı. 2. Charles’ın Fran­sa’dan aldığı toplam para, Fran­sız para birimi “livre tournois” olarak 9 milyon 950 bini (o dö­nemde 746 bin Sterlin) buldu. Bu miktar, aşağı yukarı kralın (yani devletin) 1 yıllık bütçesi­ne eşitti.

O dönemde Kral’ın Fran­sa’dan para aldığını bilen, hatta buna aracılık eden bazı bakanlar da vardı. Bunlardan Lord Dan­by ibretlik bir cezaya çarptırıldı. 1678’de 2. Charles, ülkesindeki Fransız düşmanlığının yükseli­şini bahane ederek rüşvet mik­tarını artırmak için başlıca ba­kanı Lord Danby’ye emir verdi. Danby iki ülke arasında gizlice aracılık yapan Montagu’ye yaz­dığı iki mektupta Fransa’dan yıl­da 6 milyon Livre “tırtıklamak” için gereğini yapmasını istedi. Başbakan Danby bu mektupla­rı unutmuş olacak ki birkaç ay sonra Montagu ile kavga ederek onu görevinden attı. Montagu intikamını hemen aldı: Dan­by’nin Fransa’dan para talep eden iki mektubunun Avam Ka­marası’nda yüksek sesle okun­masını sağladı. Gerçi mektupla­rın altında kralın “Bu mektubu onaylıyorum. C. R.” şeklinde bir notu vardı ama Meclis Başka­nı bu bölümü okumamayı tercih etti; böylece Danby sanki Fran­sa’dan kendisi rüşvet istiyormuş gibi ortada kalakaldı. Kral onu hemen feda etti; Danby de ken­dini Londra Kulesi’nde buldu.

Charles, Fransa Kralı’nın erkek kardeşinin eşi ve Dover Antlaşması’nın mimarı olan kız kardeşiyle.

Kraliçenin elmas gerdanlığı

Fransız Devrimi’nden dört yıl önce, 1785’te patlak veren “El­mas Gerdanlık Skandalı”, Kra­liçe Marie Antoinette’in temsil ettiği kraliyetin ve Kardinal de Rohan’ın temsil ettiği kilisenin imajına ağır bir darbe vurdu. Bu gerdanlık, saray kuyumcuları Boehmer ve Bassenge tarafın­dan tasarlanmış gösterişli bir parçaydı. Toplam 2.800 karat ağırlığında 647 elmastan oluşu­yordu. Kuyumcular değeri 2 mil­yon Frank’ı bulan bu ucubeyi sa­tacak müşteri bulmakta zorlan­dılar. İlk başvurdukları kişi olan Kraliçe Marie Antoinette, savur­ganlığıyla bilinmesine rağmen teklifi geri çevirdi. Gerdanlığın resmi İstanbul dahil Avrupa’daki bütün sarayları dolaştıysa da alı­cı bulunamadı.

Bir hırsız çetesi o sırada işe karıştı. Fransa’nın en eski ailele­rinden birine mensup Kardinal de Rohan’ın kraliçe tarafından hiç sevilmediğini bilmeyen yok­tu. Kont ve Kontes de Lamotte adlı, kim oldukları tam bilin­meyen bir karı-koca, Kardinal’e yaklaşarak kraliçenin gerdanlı­ğı almak istediğini, ama paraya sıkışık olduğunu, onun adına ilk avansı öderse Kardinal’e min­nettar kalacağını iddia ettikle­rinde; epeyce saf olduğu anlaşı­lan Kardinal hemen teklifi kabul etti. Kontes Jeanne de Lamotte, güya kraliçenin arkadaşıydı. Üs­telik iddiasını kraliçenin ağzın­dan yazdığı sahte mektuplarla kanıtlamıştı. Kardinal hemen 30 bin Frank avansı verdi. Ancak biraz da şüphelenerek kraliçeyle gizli bir görüşme ayarlamalarını istedi. Karı-koca Marie Antoi­nette’e çok benzeyen bir fahişe bularak kraliçe gibi giydirdiler, Versailles Sarayı’nın halka açık bahçelerinde uzaktan kardinale gösterdiler.

‘Elmas gerdanlık’
hadisesi

16. Louis döneminde
Fransa’da büyük skandala
yolaçan elmas kolyenin
zirkondan yapılmış kopyası,
Breteuil Şatosu’nda
sergileniyor (üstte).
Skandalın ardından
ömürboyu hapis ve kırbaçla
cezalandırılan Kontes de
Lamotte (üstte, sağda).

Lamotte çiftinin amacı hem kardinali tırtıklamak hem ger­danlığa el koymaktı. Kardinal­den aldıkları avansın bir mikta­rını ve güya kraliçenin yazdı­ğı, geri kalan ödemeyi Kardinal aracılığıyla yapacağını belirten bir mektubu Boehmer ve Bas­senge’a vererek karşılığında ger­danlığı aldılar. Kont de Lamotte elmasları satmak üzere hemen İngiltere’nin yolunu tuttu.

Aradan zaman geçti. Ama kraliçe hâlâ Kardinal’e yüz ver­miyordu. Boehmer ve Bassan­ge ise hâlâ paranın geri kala­nını alamamışlardı. Kraliçeye doğrudan başvurmaktan başka çare kalmamıştı. Skandal ancak o zaman ortaya çıktı. Marie An­toinette, hiç güvenmediği Kar­dinal’in de kendisi gibi aldatıl­dığını anlamadı; komplonun onun başının altından çıktığına inandı. Aynı görüşte olan Kral 16. Louis o kadar öfkelenmişti ki bütün sarayın toplandığı bir ortamda Kardinal’in tutuklan­masını emretti. Saray Bakanı Breteuil’ün herkesin ortasında “Kralın emriyle Kardinal’i tutuk­layın!” diye bağırması, sarayda ve ülkede bomba etkisi yarattı.

Kral ve Bakanları daha se­rinkanlı davransaydı, olayı tam anlamıyla araştırmadan kamuya açıklamanın kendi imajları açı­sından felaket olacağını öngö­rebilirlerdi. Ancak gerek hemen yakalanan Kontes de Lamot­te’un gerekse Paris Parlamento­su tarafından yargılanan Kardi­nal de Rohan’ın mahkeme süre­ci, hükümdarın istediği sonucu vermedi. Bir fahişenin kraliçe gibi giyinmesi, kardinalin de onu uzaktan görüp Marie Antoinette zannetmesi kralın onurunu çok zedelemişti. Buna rağmen Paris Parlamentosu sonunda Kardi­nal’i akladı. Dinadamı, Fransa Kraliçesi’nin kendisine bir “ge­ceyarısı randevusu” verdiğine inanmak gibi bir “küstahlığa” kapıldığı için özür diledi; görev­lerini bıraktı ama serbest kaldı. Kontes de Lamotte ise halkın önünde cellat tarafından kamçı­landıktan sonra, “voleuse” (hır­sız) anlamındaki bir V harfiyle damgalanarak ömür boyu hapse gönderildi.

Louis ve “bütün kötülüklerin anası” kabul edilen Marie Antoinette’in aşağılandığı bir dönem karikatürü.

Elmas gerdanlık hadisesinin tek ciddi sonucu, kraliyete olan güvenin tamamen yıkılmasıydı. Halk, bütün kötülükleri temsil eden Kraliçe’nin geceyarısı bir kardinalle saray bahçesinde bu­luşmasını tam da onun karakte­rine uygun bir davranış olarak görmüştü. Bu arada Londra’daki Kont de Lamotte gerdanlığın el­maslarını kuyumculara satmış­tı. Boehmer ve Bassenge iflas ettiler. İki kuyumcunun Kar­dinal’in ailesine açtıkları dava 1867’ye kadar sürdü. O tarihte Fransız monarşisi çoktan yıkılıp gitmişti.

Başbakan hapse girdi

Lockheed skandalı, bir şirket­le çok sayıda devletin üst düzey yöneticileri arasında kurulmuş rüşvet ağı olarak 20. yüzyılın en önemli yolsuzluk olaylarından biriydi. 1970’lerde zor durum­daki Amerikan Lockheed şirketi askerî ve sivil uçaklarını satabil­mek için Japonya, Batı Alman­ya, Hollanda, İtalya gibi gelişmiş, demokratik sayılan “1. Dünya” ülkelerinin Bakanlarına, prens­lerine, hatta başbakanına para dağıtmıştı. Lockheed’in ve onun lisansıyla üretim yapan diğer şirketlerin müşteri ağı genişti, Türkiye’den Suudi Arabistan’a, İran’dan Endonezya’ya kadar uzanıyordu. Gerçi bu ülkeler Ba­tı kamuoyunun gözünde o kadar önemli değildi; çünkü yolsuz­luğun bu az gelişmiş ve otoriter devletlerin bir parçası olduğuna inanılıyordu.

Skandalı ABD Senatosu’nun bir soruşturma komisyonu orta­ya çıkardı. Frank Church’ün başkanlık ettiği komisyon 1975’te büyük şirketlerle ilgili yolsuzluk iddialarını araştırmaya başladı. Önce Northorp mercek altına alındı ama şirketin komisyona ifade veren başkanı “Biz kendi­mize Lockheed’i örnek almıştık” deyince, dikkatler ona döndü. Lockheed’in hesaplarından pa­ranın izini süren komisyon üye­leri rüşvet ağının ne kadar ge­niş olduğunu anlayınca, durum Hazine Bakanı William Simon’a iletildi. Komisyonun önerisi şuy­du: “Bu yöntemleri durdurma­nın en etkili yolu, Lockheed’den para alan yabancı görevlileri ve ödemeleri yapan sözde pazarla­ma danışmanlarının isimlerini açıklamaktır. Bu önlem, ileride Amerikan şirketleriyle iş yapan yabancı görevlilerin rüşvet ta­leplerini durduracaktır”.

Japonya’da milat: Lockheed skandalı Lockheed 1970’lerin başında geliştirdiği L-1011 TriStar yolcu uçağını (üstte) satmak için çok rüşvet dağıttı. Tokyo’da 1976’ya “Lockheed Yılı” adı verildi. Yolsuzluklara karşı gösteriler yapıldı (altta sağda).

Ancak öneriyi uygulamak kolay değildi; çünkü Lockheed’in avukatları ABD’nin güçlü Dışiş­leri Bakanı Henry Kissinger’a başvurarak bu isim açıklama ko­nusunun ABD’nin “dost ve müt­tefikleri” için ne kadar korkunç olacağını hatırlattılar. Kissin­ger’ın müdahalesi tam istenen sonucu vermedi. Church Komis­yonu 4 Şubat 1976’da tetiği çekti. Para alanlar arasında Alman ve İtalyan bakanlar, Hollanda Kra­liçesi Juliana’nın kocası Prens Bernhard ve Japonya’nın bir ön­ceki başbakanı Tanaka Kakuei de bulunuyordu. Hollanda Pren­si Bernhard kendisine soru so­ran gazetecileri “ben böyle şey­lerin üstündeyim” diye tersledi. Haklıydı: Hollanda hükümeti ta­rafından himaye edildi. Almanya ve İtalya’daki bakanlar şöyle bir sarsıldılar; bazıları istifa etti ama fazla bir sonuç çıkmadı. Dünya bu vesileyle süper yatını Lock­heed’den tırtıkladığı rüşvetlerle alan Suudi arabulucu Adnan Ka­şıkçı ile tanıştı ama onun da kılı­na zarar gelmedi.

Asıl fırtına Japonya’nın ba­şına patladı. 6 Şubat 1976’da Lo­ckheed’in başkan yardımcısı se­natoda verdiği ifadede Tanaka’ya başbakanken Japon havayolu şirketi ANA’nın 21 adet L-011 sivil Lockheed uçağı alması için 1.8 milyon Dolar rüşvet ödedik­lerini açıkladı. Tanaka başba­kanlık koltuğunu aynı partiden Miki’ye bırakalı sadece 2 ay ol­muştu. En büyük cazibesi dürüst şöhreti olan Miki, Tanaka’nın tutuklanmasını, bir süre hapiste yatmasını sağladı. Ancak Tanaka 1993’te ölünceye kadar Liberal Demokrat Parti’nin gölgedeki en güçlü adamı olarak kalacaktı.

Korkutucu bir başka nokta, Japonya’daki rüşvet ağının tam ortasında Kodama Yoşiyo adlı bir eski savaş suçlusunun bulun­masıydı. Kodama, 1930’larda ül­kesinin Çin’i işgali sırasında bu­rada yağmaya dayanan büyük bir servet yapmıştı. Savaştan sonra yargılanmaktan kurtulmuş, ye­raltı dünyası teşkilatı Yakuza ile yakın ilişkiler kurmuştu. Eski başbakan Tanaka, Japon seçkin­leri tarafından feda edilip hapse gönderilirken, kimse Kodama’ya dokunmadı; ölene kadar siyaset ve kirli para ilişkilerinin ortasın­da yaşamaya devam etti.

Lockheed skandalı, yolsuzlu­ğa karışanları yeterince cezalan­dırmamış olabilirdi ama Japon­ya ve ABD’de önemli değişiklik­lere yolaçtı. ABD 1977’de FCPA olarak bilinen yabancı ülkeler­deki yolsuzluklarla ilgili bir yasa çıkardı. Olay, savaş sonrası Ja­ponya’da kurulan muhafazakar seçkin siyasetinin kara yüzünü sergileyen, önemli reformların kapısını açan bir milat haline geldi.

Lockheed şirketi ise sonra­ki yıllarda pek çok değişikliğe uğradı. Bugün Lockheed Mar­tin adıyla dünyanın en büyük savunma sanayii şirketi olarak F-35 projesinin üreticisi duru­munda.

Çin imparatorunun dünürü

Konfüçyus ilkelerine göre ka­tı hiyerarşik bir toplum olan Çin’de insanın üstlerine her ve­sileyle hediye vermesi köklü bir gelenekti. Çinli âlimler öteden beri hediye ile rüşveti birbirin­den ayıran sınırın ne olduğunu tartışırdı. Ama hangi standart uygulanırsa uygulansın, He­şen’in (1750-1799) bütün gücü elinde toplayan bir vezir olarak elde ettiği servet yüksek mevki­iyle açıklanacak gibi değildi. Çin tarihine yolsuzluk şampiyonu olarak geçti.

İddialara göre serveti şöyle sıralanıyordu: Konaklarındaki oda sayısı 3 binden fazlaydı, 32 kilometre karelik toprağa sahip­ti, bir sürü banka şubesi, 75 re­hin dükkanı, her biri 1000 tael (Çin para birimi) eden 100 bü­yük külçe altını, milyonlarca gü­müş külçesi, 58 bin sterlini (İn­giliz Doğu Hindistan şirketiyle iş ilişkileri kurmuştu), en yüksek kalitede sayısız ginseng (Uzak­doğu’da sağlık açısından çok değerli olan bir bitki), 10 büyük incisi (bunlar o kadar kaliteliydi ki, idam fermanında imparator kendi tacında bile böyle inciler bulunmadığını belirtmişti), sa­yısı 1000’i geçen yeşim muska­sı, 10 büyük yakutu, 40 safiri, 40 gümüş yemek takımı, 7000 de­ğerli kıyafeti, 14 bin 400 top en iyi kalite ipeği, 550 tilki postu, 460 Avrupai giysisi, 61 bin tunç eşyası, 100 bin porselen kapka­cağı, 606 erkek hizmetkârı ve hareminde 600 cariyesi vardı. Toplam servetinin Çin’in 15 yıl­lık bütçesine eşit bir rakama, 1 milyar 100 milyon gümüş Tael’e ulaştığı söyleniyordu.

Bugün tarihçiler bu servetin iddia edilen kadar olmadığın­da hemfikir olsalar bile, Heşen iktidarda kaldığı sürece iş ha­yatına hep ilgi duymuş, bizzat sarraflık yapmış, Hindistan’daki İngilizlerle ticari ilişkilere gir­miş, kıyafetleriyle göz kamaştır­mış ve kuşkusuz mağrur tavrıyla kendine çok düşman edinmişti. En büyük sorun fazla hızlı yük­selmesiydi. Evet, Mançuların önemli klanlarından biri olan Niohuru ailesinin bir üyesiydi; akıllı, yakışıklı ve yetenekliydi ama Pekin’deki Yasak Şehir’de muhafız subayı olarak başladığı kariyerinde 1 yıl gibi kısa bir sü­rede en tepeye ulaşmış, Vergiler Kurulu başkan yardımcısı, Saray Bakanı ve Büyük Danışman gibi devletin zirvesindeki mevkile­re ulaşmıştı. Bu sırada henüz 30 yaşındaydı. İmparator Çiyenlong (saltanatı 1735-1796, emekli im­parator olarak 1796-1799) onda bir cevher görmüş olacak ki, öle­ne kadar önünü açtı ve yetkile­rini artırdı. Hatta en sevdiği kızı Prenses He Şiayo’yu, vezirinin oğluyla büyük bir düğün yaparak evlendirdi. İmparator 65 yaşın­dayken doğan bu küçük kızına çok düşkündü. Prensesin 300 bin gümüş Tael’lik çeyizi, dört ablasından çok daha fazlaydı.

Heşen’in açgözlülüğüyle ilgili söylentiler, saraydaki düşman­ları tarafından durmadan kö­rükleniyordu. En büyük hatası, Çiyenlong’un veliahtını da ken­disine düşman etmek olmuştu. Nihayet Çiyenlong öldükten sa­dece beş gün sonra, yeni İmpa­rator Ciyaçing tutuklanmasını emretti. Yapılan soruşturmadan sonra yeni imparator, Heşen’i 20 ayrı suçtan ölüme mahkum eden uzun bir ferman yayınladı. Suçlar arasında servet edinme­sinden çok “imparator baba­mın gücüne meydan okumak” ve “iktidarı kötüye kullanmak” gibi iddialar yer tutuyordu. He­şen, en korkunç cezaya (yavaş yavaş kesilme) mahkum edilse de imparator belki kızkardeşi­ni düşünerek ona bir ipek sicim yollamakla yetindi, yani intihara mahkum etti.

Say say bitmeyen bir servet


Veziri Heşen’i desteklemekten hiç vazgeçmeyen Çiyenlong, Çin’in en uzun süre tahtta kalmış imparatorlarından biriydi. Heşen, sonunda servetiyle neredeyse onu geride bırakmıştı.

Beyaz Saray ve viski çetesi

ABD Başkanı Ulysses S. Grant döneminde (1869-1877) pat­lak veren Viski Çetesi skanda­lı, viskiye uygulanan verginin birkaç kat arttırılması sonucu ortaya çıkmıştı. Missouri eyale­tinin St. Louis kentindeki viski üreticileri, bu yükten kurtulma­nın yolunu devletin üst düzeyin­de yer alan iki generalle işbirliği yapmakta buldular. Bunlardan John McDonald yoksul bir ai­lenin çocuğuydu; çeşitli işlerde çalıştıktan sonra Amerikan İç­savaşı sırasında kazanan tarafta çarpışarak tuğgeneralliğe kadar yükselmişti. Daha sonra Mis­souri eyaleti defterdarı olmuştu. Diğer general Orville E. Babcock ise Westpoint Akademisi’nden mezun meslekten bir askerdi. İç savaşta Ulysses S. Grant ile aynı cephede bulunmuş, generalliğe kadar yükselmiş, silah arkadaşı başkan olunca o da özel sekre­terlik görevini üstlenmişti. Baş­kanın arkasındaki karanlık güç olarak biliniyordu.

Viski Çetesi davasında 238 kişi yargılandı.

St. Louis’deki viskiciler bu iki adamın şemsiyesi altında Vergi İdaresi memurları, depo sahiple­ri, polis ve eyalet yetkililerinden oluşan geniş bir örgüt kurdular. Ürettikleri viski için ödemele­ri gereken verginin sadece ya­rısı ceplerinden çıkıyor, bunun bir miktarı devlet memurlarına dağıtılıyor, geri kalanı devlet ha­zinesine giriyordu. Bir süre son­ra hazine bakanlığına getirilen Benjamin Bristow, viski vergi gelirinin düşük düzeyinden kuş­kulanarak olayı soruşturmaya karar verdi. Ancak başkanın özel sekreteri Orville Babcock, çete­nin muhbiriydi. Beyaz Saray’da atılan her adımı St. Louis’deki ortaklarına bildiriyordu. Bu telg­raflar şifreli bile değildi. Örne­ğin: “Şimdilik onları durdurmayı başardım. Sylph”. Özel sekrete­rin telgrafları “Sylph” diye im­zalamasının nedeni, St. Louis’yi ziyaret ettiğinde viskicilerin onu bu isimle anılan güzel bir kadın­la tanıştırmasıydı…

Hazine Bakanı attığı her adımda karşısına çıkan engelleri görünce, soruşturmasını özel de­dektiflerle, viski teşkilatının içi­ne sızan muhbirlerle sürdürdü. Dosya oluşturulduğunda baş­kandan operasyonu başlatmak için onay almak kolay olma­dı. Çünkü çetenin en önemli iki üyesi, eski silah arkadaşlarıydı.

Başkan Grant’in arkasındaki güç Orville Babcock.

Sonunda başkan ABD tari­hinde ilk kez skandalı soruştur­mak için bir özel savcı atadı. 10 Mayıs 1875’te 238 kişi hakkın­da dava açıldı, bunlardan 110’u mahkum edildi, 3 milyon dolar­lık vergi cezası toplandı.

Başkanın özel sekreteri Or­ville Babcock’un yargılanma­sı bir sonraki yıla kaldı. Başkan ondan kolay kolay vazgeçmek istemiyordu. Mahkeme karşısı­na çıkmasını engelleyemedi ama Babcock nasıl olduysa temize çıktı. Özel sekreterlik görevi­ni bırakmak zorunda kaldı ama başkanlık süresi bitinceye kadar Ulysses E. Grant’a hizmet etme­yi sürdürdü.

ABD’de pekçok yolsuzluk skandalı patlamıştı ama viski çe­tesinin bir özelliği vardı. İçsavaştan muzaffer çıkan yeni seçkin­ler savaş alanlarında kurdukları ilişkileri sivil hayatta da perva­sızca kullanmış, kendilerinde her şeye hak görmüşlerdi.