Orhun Yazıtları, Türk dilinde yazılmış, içinde “Türk” adı geçen en eski yazılı kaynak. 8. yüzyılın başlarına tarihlenen anıtlar, 1889’da Yadrintsev tarafından tekrar keşfedildi; 1893’te Thomsen tarafından tercüme edildi. Bilge Kağan, kardeşi Kültigin ve veziri Tonyukuk adına yaptırılmış olan dikilitaşlardaki yazıtlar, dönemin siyasal dengelerine, yönetim geleneklerine ışık tutuyor.
Uzanıp dokunabilecekmiş gibi yakın, hiç gelmeyen ufuk kadar uzak atlas gökyüzü altında uçsuz bucaksız uzanır Moğolistan bozkırları. Beyaz keçeden yurtlar, göz alabildiğine uzanan yeşil otlaklar arasında rastgele serpiştirilmiş, seyrek inciler gibi parlar sabah güneşiyle. Bu yurtların eşiğinde oynayan, teni rüzgar kavruğu, gözleri badem çocukların yüzleri, uzun aylar boyu süren sert kıştan sonra gelen bir nefeslik yaz gibi seyrek, sıcak ve kısa süreli güler.
Orhun Nehri işte böylesine büyüleyici ve bir o kadar da hoyrat bir coğrafyada, Hangay Dağları’nın derinliklerinden Baykal Gölü’nün sularına doğru, salına kıvrıla, nazlı ve umarsızca akar. Yolculuğu boyunca da koynunda, kadim Moğol kentlerinden Budist manastırlara kadar geniş bir çeşitlilikte zenginlikler saklar. Orhun Yazıtları ise, Türk kültür belleğinin en önemli yapıtaşlarından biri olarak, bu zenginlik yelpazesi içinde bizim için ayrı bir parıltıya sahiptir.
Orhun Yazıtları, Türk dilinde yazılmış, içinde “Türk” adı geçen en eski yazılı kaynak. Türk tarihi, dili, gelenekleri ile ilgili bir çok araştırmaya temel olmuş, destek vermiş bir temel taşı. Bilge Kağan’ın “Türk kağanı Ötüken ormanında otursa ilde sıkıntı yoktur” tavsiyesini dinlemeyip uzak coğrafyalara ulaşmış, yeni dünyalar, yeni hayaller kurmuş bir kültürün yazdığı öykülerin ilk cümlesi.
Orhun yazıtları tabiri genel olarak Göktürk dönemine ait, Orhun Nehri Vadisi’ne yayılmış irili ufaklı 13 yazıt ve bu yazıtların etrafındaki mezartaşları, balballar, kitabeler ve çeşitli heykellerden oluşan anıt yapılarını kapsar. Ancak bunların arasında en çok bilinen ve en detaylı bilgiyi günümüze kadar korumayı başaranları 2. Göktürk Kağanlığı hükümdarı Bilge Kağan, kardeşi Kültigin ve veziri Tonyukuk adına yaptırılmış olan dikilitaşlardır.
Bilge Kağan, ordu komutanı kardeşi Kültigin ve babası İlteriş Kutluğ Kağan ile onun ölümünden sonra yönetimi devralan kardeşi Kapgan Kağan’ın vezirliğini yapmış olan Tonyukuk’un da desteğiyle 18 yıl boyunca 2. Göktürk Kağanlığı’nı başarı ile yönetti. 8. yüzyılın başlarında, önce Tonyukuk, daha sonra Kültigin ve Bilge Kağan adına dikilen yazıtlar üslup ve içerik olarak birbirinden farklılık gösterse de; bu dönemin siyasal dengeleri, yönetim gelenekleri, elde edilen başarılar, katlanılan zorluklar ve yapılan hataların ele alındığı metinler olarak oldukça önemlidir.
Tonyukuk yazıtı kendi ağzından, daha sade bir dille Çin esaretinden kurtuluşu, savaşları ve kendi hizmetlerini anlatır. Diğer iki yazıt, Bilge Kağan’ın ağzından daha çok geçmişin muhasebesi, geleceğe dair öğütler ve kaybettiği kardeşi Kültigin için duyduğu üzüntü üzerine yoğunlaşan öyküsel bir anlatımı takip eder. Bazı kaynaklar, Bilge Kağan ve veziri Tonyukuk’un arasındaki yönetimsel fikir ayrılıklarının bir süre sonra gözardı edilemez boyutlara vardığından ve bu durumun ikilinin arasını giderek daha açtığından bahseder. Kim bilir, belki de uzun süre kader ortaklığı yapmış iki güçlü karakterin geriye bıraktıkları miraslarının birbirinden böyle farklı olması, hatta yazıtların aralarında neredeyse 400 kilometre mesafe bulunması, bu düşünsel ayrılıkların fiziksel dünyada vücut bulmuş halleridir.
“Zamana Tengri hükmeder, insanoğlu hep ölmek için doğmuş”.
Bilge Kağan, kaybettiği kardeşi Kültigin’in hüznüyle kitabeye bu cümleyi işletirken aklından neler geçiyordu bilinmez. Ancak dile getirdiği, aslında insanoğlunun en başından beri kovaladığı, geride bir şeyler bırakabilme telaşına ışık tutuyor ve kendisinden sonra olacakların haberini önceden vermek istiyor gibi. Çünkü Göktürkler’in tarih sahnesinden silinmesiyle birlikte, Bilge Kağan’ın öyküsü de zamanın sonsuz devinimi içerisinde uzun yüzyıllar boyunca insan hafızasından kayıp gitti. Arkasında birkaç gezgin günlüğünde “Taşa yazılmış, bilinmeyen bir dil” notu dışında bir şey bırakmadan…
Orhun Vadisi’nin bu sessiz muhafızlarının yalnızlığı, 1889’da Rus Coğrafya Cemiyeti adına Moğolistan’da araştırmalar yapan Nikolay Mihayloviç Yadrintsev tarafından tekrar keşfedilip, 1893’te Danimarkalı bir dilbilimci olan Vilhelm Thomsen tarafından tercüme edilene kadar sürdü. “Okuyanın olmadığı yerde öyküler de ölür” dermiş gibi.