Tarihin herhangi bir anında hem geçmişe hem de o günlerde yaşananlara bakarak, bir ülkenin yeni bir döneme girdiğini ve bu dönemin birçok ölçüte göre farklı bir üçüncü, beşinci ya da on beşinci dönem ya da evre olduğunu söyleyebiliriz. Ama üçüncü, beşinci ya da on beşinci cumhuriyet veya meşrutiyet olduğunu söyleyemeyiz. Buna, dönemlendirmemiz ne kadar akla yatkın olursa olsun, bizim öznelliğimiz karar veremez.
Burada ölçüt hukuk, daha doğrusu anayasa hukukudur; tarih ya da siyaset bilimi değil. Ancak bir disiplin olarak anayasa hukukuna özgü düşünce de “devrim” sözcüğüyle anlatmaya çalıştığımız köklü dönüşüm dönemlerini kavrayamaz. Numaraları ancak anayasalara göre vermekte direneceklerin bile, kaç yüz yıllık sadrazamlık- başbakanlık kurumunun kalkmasını devrimsel olarak niteleyeceklerinden hiç kuşkum yok.
Başlangıç tarihini hatırlayamıyorum maalesef, ama 8-10 yıldır ortalıkta bir “Üçüncü Cumhuriyet” lafıdır dolaşıyor. AK Parti karşıtı kimileri, bu “Üçüncü Cumhuriyet”i 2002’den, yani o zamanlar adı Adalet ve Kalkınma Partisi olan partinin iktidara gelişinden başlatıyorlar. Bunların bir özelliği de ilk iki Cumhuriyet’in ne zaman başlayıp ne zaman bittiğine ilişkin somut herhangi bir şey söylememeleri. Belki bir tek partili Cumhuriyet, bir de onun ardından gelen çok partili Cumhuriyet vardı akıllarında; bilemiyorum.
Öte yandan, gene AK Parti karşıtı olan ama başka telden çalan bazı çevrelerde, 2013’teki Gezi hadiselerini ufukta görünen bir “Üçüncü Cumhuriyet”in ilk işareti olarak yorumlayanlar oldu. Ne var ki bunların da ilk iki Cumhuriyet’i zamandiziminde nereye yerleştirdiklerine ilişkin sağlıklı bilgi edinemedik. İlk grupla aynı biçimde Birinci ve İkinci Cumhuriyet’i, “tek partili” ve “çok partili” olarak ayrıştırıyorlardı diye varsayabiliriz; ama o kadar.
Birkaç yıldır, özellikle de son Anayasa halkoylamasından beri ise, AK Parti yanlısı olan ve geçtiğimiz 24 Haziran seçimlerinden sonra yürürlüğe giren sistemi destekleyen çevrelerde de bir “Üçüncü Cumhuriyet” teriminin kullanıldığını görüyoruz. Bu çevrelerin de geçmişe olan bakışları aynı: Daha önce bir tek partili Cumhuriyetimiz oldu, bir de çok partili. Artık başkanlık sistemimiz var, bu da yeni bir Cumhuriyet, Üçüncü Cumhuriyet demek oluyor!
Standartsızlık komedisi
Durum, tam bir standartsızlık komedisi; tıpkı sokak adlarının yazıldığı tabelalarda, sokaklarımızdaki bina numaralarında ya da sağda solda gördüğümüz telefon numaralarının yazılışında ve şimdi aklıma gelmeyen daha pek çok şeyimizde karşımıza çıkan standartsızlık örneklerinde olduğu gibi… Herkes, amiyane tabirle, kafasına göre takılıyor. Ülkemizde sistemleşme, kurumsallaşma gibi alanlarda yeterince kafa yoran olmadığı, kafa yoran bir avuç insanı kimse dinlemediği ve birçok şey durmaksızın yeniden yapılıp yeniden bozulduğu için bu standartsızlık da sürüp gidiyor. Sonuç: At atabildiğin kadar; nasılsa bir tutan olur.
Eğer işi Cırcırböceği Muhlis’in indirgemeciliğine bırakmayıp, “tağrihin kimin kaçıncı Lui, kimin İkinci Ulvi olduğunu anlattığı” açıklamasıyla sarsılmayacaksak, söylenmesi gereken şudur: Yukarıda sözünü ettiğimiz değiniler yazıldığında, biz zaten 7 Kasım 1982’deki halkoylamasından beri Üçüncü Cumhuriyet’te yaşıyorduk. Nitekim yakınçağ Türkiyesi hakkında yazılmış en son tarih kitaplarından Modernleşen Türkiye’nin Tarihi’nde Erik Jan Zürcher, 1980 darbesiyle başlattığı son bölümü “Üçüncü Cumhuriyet” olarak adlandırmıştır. Buna da kendisi yahut aydınlar, entellektüeller, münevverler, okumuşlar ve okutanlar ya da gazetelerin köşeyazarları veya siyasetçiler değil, Anayasamız, daha doğrusu Anayasalarımız karar vermiştir.
Ölçüt ne olacak?
Görüldüğü üzere burada ölçüt hukuk, daha doğrusu anayasa hukukudur; tarih ya da siyaset bilimi değil.
Örnek olarak Birinci Cumhuriyet’i ele alalım. Bu dönem 29 Ekim 1923’te başlar ve 27 Mayıs 1960’ta sona erer. Yaklaşık 40 yıl süren bu dönemde, 1924’ün Mart-Nisan aylarında yapılan Anayasamız geçerli olmuştur. Bir tarihçi ya da siyaset bilimci olarak isterseniz, bu Anayasa’nın yürürlükte olduğu dönemin öyküsünü yazarsınız, Birleşik Amerikalı Richard D. Robinson’ın yaptığı gibi: The First Turkish Republic (Cambridge MA, 1963). İsterseniz, bu dönem ile 1961 Anayasası’yla başlayan İkinci Cumhuriyet arasında önemli bir fark görmez, ayrım çizginizi çok partili sisteme dönüş tarihine (1945-1946) ya da Demokrat Parti’nin iktidara geliş tarihine (1950) koyarsınız. Bu sizin neye baktığınıza, neyi vurgulamak istediğinize göre değişir. 19 Mayıs 1945’i veya 6 Ocak 1946’yı ya da 14 Mayıs 1950’yi, 27 Mayıs 1960’tan veya 9 Temmuz 1961’den daha önemli birer tarihsel veya siyasal dönemeç olarak görebilirsiniz. Bu yaklaşımınız tümüyle meşru olduğu gibi, tarih ya da siyaset bilimi çözümlemesi olarak gayet anlamlı, dolayısıyla da başarılı olabilir. Ama bütün bunlar, 1961 Anayasası’yla yeni bir devletin ortaya çıktığı gerçeğini değiştirmez.
Özetleyecek olursak, “cumhuriyet” derken biz bir devletten, bir rejim biçiminden, hukuksal bir yapıdan söz ediyoruzdur; iktidardan, iktidarın doğasından, yönetim üslubundan, toplumla olan ilişkilerinden, kısacası, siyasetten değil. Hele toplumdan, toplumun dönüşümünden yani tarihten, hiç değil.
Anayasaların önemi
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, tarihin herhangi bir anında hem geçmişe hem de o günlerde yaşananlara bakarak, belirli bir noktada bir ülkenin yeni bir döneme, yeni bir evreye girdiğini ve bu dönem ya da evrenin birçok ölçüte göre farklı bir üçüncü, beşinci ya da onbeşinci dönem ya da evre olduğunu söyleyebiliriz. Ama üçüncü, beşinci ya da onbeşinci cumhuriyet veya meşrutiyet olduğunu söyleyemeyiz. Buna, dönemlendirmemiz ne kadar akla yatkın olursa olsun, bizim öznelliğimiz karar veremez.
Bu aşamada her anayasanın bir cumhuriyet olduğu anlaşılıyordur sanırım.
Bu ilkeye nereden gelindiği akla takılacaktır tabii. Bu soruya verilecek tek yanıt, gelenektir; Fransızlardan aldığımız hukuk ve tarihyazımı geleneği. Nitekim hem tarihçilerimiz hem anayasa hukukçularımız hem de siyaset bilimcilerimiz, 23 Temmuz 1908’de başlayan döneme “İkinci Meşrutiyet” dedikleri gibi, 1961 Anayasası’nın yürürlüğe girmesiyle başlayan döneme de “İkinci Cumhuriyet” demişlerdir. Buna da çok şaşırmamamız gerekir, zira böyle yaparken III. Selim’den beri, yani iki yüz yılı aşkın bir süredir birçok konuda süregelen bir geleneği devam ettirmişlerdir.
Bilindiği gibi Fransa’da 1792 yılında Cumhuriyet ilân edildi. Arkasından Napoléon Bonaparte’ın İmparatorluk Dönemi geldi. Bunun da bitmesiyle 1814’te Restorasyon dönemi başladı, yani krallığa dönüldü. 1830 Temmuz’unda patlak veren bir devrimle tahttaki Bourbon hanedanının yerini Orléans hanedanı aldı. 18 yıl süren bu döneme de Fransa tarihçiliğinde “Temmuz Krallığı” denir. Şubat 1848’de yeniden bir devrim oldu ve yeniden Cumhuriyet ilân edildi. Ancak o günlerde “İkinci Cumhuriyet” deyimi kullanılmamıştı. Bu dönem, Cumhurbaşkanı Louis Napoléon’un Aralık 1851’de yaptığı darbeyle bitti ve ertesi yıl İkinci İmparatorluk ilân edildi. İşte “İkinci Cumhuriyet” deyimi bu İkinci İmparatorluk döneminde kullanılmaya başladı. İmparator III. Napoléon’un tahtı bırakması üzerine 1870’de ilân edilen Cumhuriyet’e de “Üçüncü Cumhuriyet” dendi. Hitler Almanyası’nın Fransa’yı istilâsıyla sona eren bu dönemi ise yeni birer Anayasa’yla başlayan 1946’daki Dördüncü Cumhuriyet ve 1958’deki Beşinci Cumhuriyet izlediler.
‘İkinci Cumhuriyet’ tartışması
Ülkemizde bu geleneğin bir biçimde unutulmaya yüz tuttuğunu da söylemem gerekir. Anayasa hukuku kitaplarında “İkinci Cumhuriyet” deyiminin kullanıldığını, ama sonradan kaldırıldığını duymuştum. Bu galiba “İkinci Cumhuriyet” deyiminin başka bir anlamda kullanılmaya başlamasıyla yapıldı. Bilindiği gibi 1990’ların başlarında, İstanbul Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mehmet Altan’ın öncülük ettiğini sandığım bir “İkinci Cumhuriyetçilik” akımı çıkmıştı. Ne var ki, 7 Kasım 1982 sonrası için “Üçüncü Cumhuriyet” deyiminin de kullanıldığını pek duymadım. Bu da bana kalırsa üstüne eğilmemiz gereken bir nokta. En azından 1990’ların yeni düşünce akımına neden “İkinci Cumhuriyetçilik” dendiğini ve giderek günümüzdeki kavram karmaşasını açıklayabilmemizde yardımcı olabilir.
İkinci Cumhuriyetin ilk reisi
Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, yeminini ettikten sonra müzakere salonundan ayrılmış ve dinlenme odasına çekilmişti. Odada kendisini oğlu Özdemir Gürsel karşıladı ve başkanlığı için onu tebrik eden ilk isim oldu.
Öte yandan, İkinci ve Üçüncü Cumhuriyet dönemlerini anlatan tarih kitaplarımız da çok yok. Olanlar ise bu konuda bize yardımcı olmuyorlar maalesef. Örneğin üniversitelerde ders kitabı olarak kullanılabilecek nitelikteki Sina Akşin’in Kısa Türkiye Tarihi de, Rıdvan Akın’ın Türk Siyasal Tarihi de ne “İkinci Cumhuriyet”ten ne de “Üçüncü Cumhuriyet”ten sözediyorlar. Yani Zürcher’in sürdürdüğü geleneği yerli tarihçilerimiz sürdürmek istememişler. Bunu da açıklayabilmek iyi olurdu ama bu konuda karar vermek için henüz çok erken. Ben gelecek nesillerin tarihçilerinin eski geleneğe dönebileceklerini sanıyorum.
Peki şimdi ne yapacağız? 16 Nisan 2017’de kabul ettiğimiz ve 24 Haziran 2018 seçimleriyle yürürlüğe giren Anayasa değişikliklerinden sonra Dördüncü Cumhuriyet’ten söz edebilir miyiz, edemez miyiz? Yukarıda cumhuriyetlerin yeni bir anayasa yapılmasıyla numaralandırıldığını söylemiştik. Yani anayasalarda çok kapsamlı bir değişiklik yapılmasının bile bu numaralandırmayı değiştirmeyeceği ima edilmişti. Nitekim böyle de olmuştur. Örneğin Fransa’da 1884 yılında, hem de iki kez Anayasa değiştirilmiş, 2008’de ise gayet köklü bir Anayasa değişikliği devreye girmiştir. Ama bunlar, Fransa’da Üçüncü ve Beşinci Cumhuriyetler’in sonu olarak görülmemiştir. Türkiye’de de durum aynıdır. Ne 1928’den 1937’ye kadar yapılan beş değişiklik Birinci Cumhuriyet’in, ne de 1969’dan 1974’e kadar yapılan yedi değişiklik İkinci Cumhuriyet’in sonu sayılmıştır. Bu açıdan bakıldığında, son yıllarda yapılan Anayasa değişiklikleri ne kadar köklü olursa olsun, ülkemizde Üçüncü Cumhuriyet’in bitmediği iddia edilebilir.
‘İkinci Cumhuriyet Serisi’
29 Ekim 1961’de tedavüle çıkan posta pulları “İkinci Cumhuriyet Serisi” olarak bilinir (altta açılmış kitap figürü yeni anayasayı simgeler).
Dördüncü Cumhuriyet
Ancak ben bu iddiaya katılmıyorum ve şu anda Dördüncü Cumhuriyet’te olduğumuz kanısındayım. Bunun nedeni, bir disiplin olarak anayasa hukukuna özgü düşüncenin “devrim” sözcüğüyle anlatmaya çalıştığımız köklü dönüşüm dönemlerini kavrayamamasıdır. Yani burada söz, tarihe ve tarihçilere kalıyor.
Önce Fransa’ya bakalım. Orada İkinci Cumhuriyet, 2 Aralık 1851’deki darbeyle bitti; ama İkinci İmparatorluk tam bir yıl sonra, 2 Aralık 1852’de ilân edildi. Üçüncü Cumhuriyet’in ise 1870’de başladığı kabul ediliyor. Halbuki Üçüncü Cumhuriyet Anayasası 1875’de yapıldı. Nitekim Fransız anayasa hukuku tarihçisi Marcel Morabito, “4 Eylül 1870’teki Cumhuriyet, gerçek bir doğum belgesinden çok İkinci İmparatorluk’un ölüm ilmühaberiyle başlar” der. Türkiye’de de durum aynıdır. 29 Ekim 1923 akşamı Cumhuriyet ilân edildiğinde değiştirilen Teşkilât-ı Esâsiyye Kanunu, hangi açıdan bakarsak bakalım, bir anayasa değildi. Cumhuriyet’in Anayasası da 20 Nisan 1924’te kabul edildi. Aynı biçimde, Birinci Cumhuriyet 27 Mayıs 1960’ta bitti, ama İkinci Cumhuriyet 9 Temmuz 1961’de başladı. Kısacası, yukarıda söylediğimiz gibi her rejimin bir anayasası oluyor tabii; ama rejimlerle anayasaları arasında da “saat farkı” oluyor.
Günümüze dönecek olursak… Evet, elimizde yalnızca Anayasa değişiklikleri var; yeni baştan yapılmış bir anayasamız yok. Ama bunun önümüzdeki birkaç yılda olmayacağını kim iddia edebilir ki? Diyelim birkaç yıl içinde yeni bir anayasa yapıldı. Dördüncü Cumhuriyet’i o zaman mı başlamış kabul edeceğiz? Şu anki rejimimiz, devrimsel mahiyette değişiklikler gösteren bir rejim. Numaraları ancak anayasalara göre vermekte direneceklerin bile kaç yüz yıllık sadrazamlık-başbakanlık kurumunun kalkmasını devrimsel olarak niteleyeceklerinden hiç kuşkum yok. Dolayısıyla, halkoylaması ve seçim propagandalarının hayhuyunu bir kenara bırakıp, sessiz bir devrim yaşadığımızı ve Dördüncü Cumhuriyet’te olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz.