Tarih boyunca mağaralara, duvarlara, tuvaletlere, okul sıralarına, ağaç gövdelerine edepli-edepsiz, arlı-arsız, sanatlı veya harcıâlem nice yazılar yazıldı, resimler çizildi. Tamamen çevre kirliliğine sebep olanları çoğunlukta olsa da bazı yazılar yaşanmış bir tarihin tek tanığı olabilir ve özenle korunmalıdır. Evliya Çelebi’ye göre seyyahların gezip tozdukları yerlerde taşa, duvara, ağaca yazı yazmaları adettenmiş. Belki bu adet çok yayılınca vakıf kuranlar da hayır eserlerindeki kirliliğinin önüne geçmek için maniun-nukuş adı verilen bir görevli istihdam etmeye başladılar.
Tarihteki yolculuğunda adını sabit kılmak iste yenler, kendilerinden sonrakilere bir iz, işaret bırakmaya pek önem vermiştir. Mağara duvarlarındaki resimlerden itibaren izlenebilen bu psikoloji, legal düzeyde kitabelerde karşımıza çıkar. Her kültürde sayısız örneği vardır. Tapınak, okul, saray, köprü gibi binaları inşa ettirenlerin veya kazandıkları zaferlerin unutulup gitmemesini düşünenlerin ilk aklına gelen, sanatlı veya sade bir kitabeyle o tarihî anı, başarısını kayıt altına almaktır.
Diktirdikleri anıtlara koydurdukları kitabelere zaferlerini yazdıranların, kendilerinden bahsetmeleri hiç yadırganmaz. Çünkü toplumlar, tarihe geçmenin bânîlere veya muzaffer komutanlara, hükümdarlara verilmiş haklardan olduğunu tartışmaz. Buna karşılık bina yaptıramayan, zafer kazanamayanlar kendilerini geleceğe taşıma isteklerini nasıl tatmin edeceklerdir? Mezarına diktireceği taştan bile mahrum olanların, zengin, eşraftan, bey, paşa veya hükümdar olamayanların, uzak dağ başlarını kendilerinden bahseden yazılarla doldurmaları mümkün olsa da insan elinin, gözünün değmediği böyle yerler pek tercih edilmez. Sahipli veya hayır eseri, kamuya mal olmuş, geleni gideni bol mekânlar özellikle seçilir ki, izler oralara bırakılır. Legal kitabelere göre bu izlerin, yazı veya şekillerin, çoğunlukla estetik kaygılardan, sanattan ve edebi duyarlılıktan uzak, tahripkâr ve yer yer vandalizme evrilmiş, korsan ürünler olduğu şüphesizdir.
Anadolu’da Roma ve Bizans dönemlerinden kalma eserlerde de Yunanca, Latince duvar yazılarına rastlanır. Batı dünyasında da çok sayıda tarihî örnekleri bulunan ve bugün “grafiti” olarak kavramlaştırılan duvar yazıları, 1970’lerden itibaren sanat ve ideoloji bağlamında farklı değerlendirmelere sözkonusu olsa da bu yazımızın çerçevesine dâhil değildir.
Tarihî eserlerin, abidelerin yazı, resim ve şekillerle kirletilmesi, bazen bu eserlerin tahribine sebep olacak derecede ileri gidilmesi, her devirde engellenmesi gereken bir durum olagelmiştir. Öncelikle mülk sahipleri, binalarının yazılıp çizilerek kirletilmesini önlemek ister. Osmanlı devrinde de sıklıkla karşılaşıldığına şüphe yok ki, hayır sahipleri vakfettikleri hayratın, inşa ettirdikleri cami, türbe, medrese, imaret, darüşşifa gibi eserlerin, yazı, resim ve çeşitli şekillerle kirletilmesinin önüne geçebilmek için özel bir görevlinin istihdam edilmesini vakfiyelerinde şart kılmışlardır. Bu görevliye çoğunlukla “mâniun-nukûş” adı verilir, bazen de “mahîun-nukûş” olarak adlandırılır. İlki “nakışları engelleyen”, ikincisi “nakışları yok eden” anlamlarına gelen bu sıfatları taşıyanların görevleri de vakfiyelerde belirtilir.
Vakıflar Dergisi’nin 1938’de çıkan ilk sayısında Süheyl Ünver “İstanbul’un Fethinden Sonra Türklerde Tıbbî Tekâmül” makalesinde ve Halim Baki Kunter “Türk Vakıfları ve Vakfiyeleri Üzerine Mücmel Bir Etüt” çalışmasında, bu görevlilerin tarifini yapmışlardır.
Kunter ayrıca İlahiyat Fakültesi Dergisi’nin 1952’deki ilk sayısında “Abidelerin ve Hayrat Binaların Bakımı ve Korunması Meselesi” adlı makalesinde İstanbul Yenicamii’de görevli kadroyu sayarken vakfiyesindeki “maniun-nukuş”un görev ve yetkilerini aynen nakledip izah eder:
“… ‘ve bir hizmet-i malûmeye kâim ve ikâmeti vazife-i lâzımeye mülâzım kimesne maniunnukuş olup sâlifüzzikr olan mebânî-i hayrâta hâzır ve der-i divârına muzır olup şöyle ki süfehâ-i enâm ve erâzil-i avâmdan bir ferd duvarlara ya hat veya nakş etmek kasdede kâinen men kâne bi-eyyi tarikın kân men’ ve eğer ihtiyaç olursa darb ile def’eyliye ve tesvîd olunmuş mevâzii mahk ve eserini bilkülliyye mahveyliye’ …Görülüyor ki bu hizmet bir nevi “Abide Zabıtası”dır. Caminin hiçbir yerini hiçbir kimsenin yazı ve çizgi ile veya sair suretle kirletmemesi için daimi surette abideyi gözetleyecek, ona el uzatanları, ihtiyaç görüldükte dövebilecektir. Maniunnukuş adı verilen bu anıt polisinin iki vazifesi vardır: Biri abidenin kirletilmesine meydan vermemek, ikincisi de çizilmiş, kirletilmiş bir yer görürse yapılan telvisatı hemen gidermek, orasını bunların izi belli olmayacak şekilde temizlemektir”.
Kunter’in bu izahı, kavramı ortaya koymaktadır. Osmanlı devrinde de bilhassa helâ duvar ve kapılarının yazı ve resimlerle doldurulduğunu Reşad Ekrem Koçu nakletmektedir. Günümüze gelen tarihî binalarda çok az yazıya, çiziye, şekle rastladığımıza göre görevliler de işlerini hakkıyla yerine getirmişlerdir (Ayasofya Müzesi’nde üst kat galeride görülen Viking Halvdan’ın yazısının mermere derin kazınmış olması silinmesine imkan vermemiş olmalı).
Yine de duvarlara yazı yazanlar her zaman için vakfiyede belirtildiği üzere “sefih ve erazil” takımından olmayabilir. Evliya Çelebi gibi seyyahların, gezip dolaştıkları yerlerde bir iz bırakmak için özel gayretleri hatta adetleri olduğu anlaşılıyor. Mehmet Tütüncü’nün incelediği üzere Evliya Çelebimiz Edirne, Elbasan, Berat, Medine, Mora-Ballıbadra, İstanköy, Foça, Adana şehirlerini gezdiğinde duvarlardan çınar ağaçlarına kadar müsait yerlere yazılar yazmış ve bunların bir kısmını da Seyahatname’sinde nakletmiştir. Arnavutluk’ta Elbasan Kalesi’ne gittiğinde Sinan Paşa Camii’ni tarif ederken “Büyük ve eski bir cami olarak duvarlarının dış cephesinde bir nokta konacak kadar boş yer yoktur. Beyitler, kasideler, hadislerle doldurulan duvarda Anadolu, Arap ve Acem seyyahlarının birer kıta hüsn-i hatları var ki yüz cilt kitap olur. Zira burası nice bin şairin durağıdır. Onun için herkes marifetini gösterip nice kerre yüz bin eser yazmışlar. Benim de her vardığım köy ve kasabada halkın toplandığı mekânlarda birer eser bırakmak alışkanlığım olmakla küstahâne bir beyit yazıp ‘Ketebehu seyyâh-ı âlem Evliyâ sene 1081′ şeklinde tarih ve imzamı attım” demektedir. Kitabında belirttiği yazılar günümüze gelemese de belirtmediği bazı yazılar tespit edilip yayımlanmıştır.
Günümüze kadar silinmeden gelebilen yazılar da vardır. Yazıldıkları hatta kazındıkları yerler itibarıyla silinmeleri imkânsız olduğundan günümüze geldikleri muhakkaktır. Cami kubbelerini tutan fil ayaklarının veya revak kemerlerinin sütunlarının bilezik adı verilen tunç, metal kısımlarına çok sayıda yazı kazınmıştır. Bazıları gayet sanatlı ve imzalı olan bu yazılar, haliyle silinemeden kalmıştır. Belki de silinmemek üzere yazılmışlardı.
İstanbul’daki cami, türbe yapılarıyla Topkapı Sarayı’nda yer alan bilezik yazıları, yakınlarda Nazif Arıman tarafından İBB yayınları arasında çıkan kitapta tanıtılmıştır. Nazif Arıman bu eserinde Evliya Çelebi’de tespit ettiği bir ibarede, maniunnukuştan farklı olarak yine Evkaf tarafından görevlendirilen “hakkâk müverrih”ten bahseder. Hakkâk, sert bir zemine sert bir cisimle yazan sanatkârdır. Bunun aynı zamanda müverrih, yani tarihçi olarak anılması, bilezik yazılarında görülen yangın, savaş, barış, önemli kişilerin ölümü gibi tarihî olayları kaydetmekle görevli kişilerin varlığını düşündürür. Şimdiye kadar incelediğim vakfiyelerde bu görevin tayin edildiğini veya Ruus kayıtlarında herhangi birine tevcih edildiğini görmesem de bulunması muhtemel olduğundan Evliya Çelebi’nin kaydına itibar ediyorum.
Osmanlıların son çeyreğinden itibaren yazılıp günümüze intikal eden bazı ilginç yazılar da mevcuttur. Fatih Köse, Tekirdağ Rüstem Paşa Camii’nde bulunan, 1884-1988 arasında yazılan yazıları tanıtmıştır. Necdet Sakaoğlu çok farklı bir yazıyı Amasra Limanı dalgakıranının dev taşlarında tespit etmiştir. Taşçı kalemiyle 10 cm’ye 1.5 cm boyutunda açılan derin yarıklara sert beyaz harç yedirilerek oluşan rakam ve harflerle yazılan 1 MAI 1911 yazısını Sakaoğlu’na göre, dalgakıran inşaatında çalışan Fransız mühendisleri Dünya İşçileri Dayanışma Günü için bilinçli olarak yazmışlardır.
Fatih Camii haziresindeki Dinozade Abidin Paşa’nın baldaken türbesinin mermer sütunları, tavanı, sanduka kenarları 1900’lerin başından 2000’lere kadar gelen eski yazı-yeni yazı yüzlerce ibare ile doluydu. Yanıbaşındaki Gazi Osman Paşa’nın türbesinde en ufak bir çizik yokken Abidin Paşa türbesine neden rağbet edildiğinin kaynağı meçhuldür. Belki de halk ağzında tez yayılan Tezveren Baba hikâyeleri gibi, bu türbenin de istekleri yerine getirdiğine inanılıyordu. Daha çok sınıfını geçmek isteyen öğrencilerin, aralarının düzelmesini isteyen sevgililerin yakarışlarından ibaret yazıların dijital öncesi film tab edilen çağda fotoğraflarını çektiysem de maalesef okunamaz halde çıkmışlardı. 2011 yılındaki restorasyonda tamamı silindiği için yaklaşık 100 yılın folklorik birikiminden hiç eser kalmadı.
Elbette duvar yazıları deyince, edebiyat tarihimize geçmiş haliyle Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiiri ve ana teması olan Maraşlı Şeyhoğlu adlı halk şairinin koşması unutulamaz. Faruk Nafiz, 1923’te öğretmenlik görevi için Kayseri’ye atlı araba ile giderken konakladığı kervansaraylarda yatağının yanındaki duvarlarda gördüğü yazıların verdiği ilhamla o müthiş şiirini kültürümüze kazandırmıştır. Yazılarla ilk karşılaştığı anın dile geldiği mısralarla yazımızı bağlayalım:
Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,
Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı:
Fânî bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,
Aygın baygın manîler, açık saçık resimler…
REŞAD EKREM KOÇU’DAN
Cami helasındaki tellak övgüleri
Reşad Ekrem Koçu’nun muhteşem eseri İstanbul Ansiklopedisi sayesinde varlığından haberdar olduğumuz Aksaray Murad Paşa Camii’nin ayakyolundaki bir çizim, duvardaki şekillerine vakıf olabildiklerimizin en orijinallerindendir. 1324/1906’da Basmacı Ali adlı biri tarafından çizilen “Aksaray Tevekkül Hamamında Tellak Tokatlı İsmail Ağa sanatında gayet mahirdir” ibareli ve İsmail Ağa’nın belinde peştemali, ayağında nalınları ile tasvir edildiği resim, 1933 yılında sapasağlam durduğu sırada R.E. Koçu tarafından Hüsnü adlı birine kopya ettirilmiş. Zamanla bir duvar ilanına dönüşen resmin çevresi, İsmail Ağa’nın tellaklık sanatında gayet mahir olduğunu tasdik eden çeşitli müşterilerin el yazılarıyla dolmuş. 1906’dan 33’e kadar kimsenin silmeye teşebbüs etmemesi de hayli ilginç.
Solda yukarıdan aşağıya:
- Tasdik olunur efendim doğrudur, Haddehaneden Süleyman ve refiki Tahir;
- Tasdik olunur, Nizamiye Çavuşu Bekir;
- Bendeniz dahi gayetle memnum oldum, tasdik ederim, Ketebe-i Maliye’den Ahmed Hidayet;
- Tasdik olunur, Mektepli Nuri Sağda yukarıdan aşağıya:
- İsmail Ağa’ya yıkandım, ben dahi tasdik ederim, gayetle mahirdir, Tıbbiyeli Talat;
- Ben dahi tasdik ederim, Mektepli Kâmil;
- Bendenizi de yıkamıştır, memnun oldum. Şehremanetinden Hasan Basri;
- Tasdik ederim, Rüsumattan Ali Riza;
- Ben Hasan