Yunan mitolojisinden bu yana insanlık kendi icatlarının denetimi altına girmekten, yapay kölelerinin isyanından hep korktu. Daha 1863’te ortada ne robot ne bilgisayar varken İngiliz bilimkurgu yazarı Butler herkesi uyarıyordu: “Makinelere karşı savaş hemen ilan edilmelidir. Merhamet yok!”
Tutkulu bir bilim adamı, dünyayı kontrol edecek bir süper makine geliştirmek için uğraşırken teknoloji karşıtı radikal bir grup da bunu engellemek üzere harekete geçer… Mayıs sonunda gösterime giren Evrim (Transcendence) adlı film, ilk bakışta teknolojik kıyamet temalı benzerlerinden farksız görünüyor. Ancak ABD’li bilim adamı Stephen Hawking’in filmi seyrettikten sonra, yapay zeka çalışmalarının insanlığın geleceği açısından gerçek tehditler barındırdığını belirten bir makale yazması (1.5.2014, the Independent), konuyu fantezi boyutundan çıkardı. Bu tehlikenin Hawking’in belirttiği gibi çok mu yakın yoksa çok mu uzak olduğu günümüzün tartışma konusu.
İnsanlar bir yandan bilinçaltlarında dünya üzerinde denetimi kaybetme korkusu yaşarken bir yandan da kendi suretlerini yapmaktan da geri duramadı. Tarih, iki temel iç güdünün çelişkisine dair tartışmalarla dolu.
Bu tartışmaların Yunan mitolojisinden başlayarak 20. yüzyıla uzanan çizgisini göstermek için işte çarpıcı bir örnek: Mitolojik bir Yunan öyküsüne göre, Kıbrıslı heykeltıraş Pygmalion, fildişinden oyduğu güzel kadın heykeline o kadar tutkuyla bağlıydı ki, tanrıça Afrodit’e “bana ona benzeyen bir gelin ver” diye yalvardı. Evine döndüğünde, heykelin canlandığını gördü.
1912’de İngiliz yazar George Bernard Shaw’un Pygmalion adlı oyunu Londra’da sahneye kondu. Oyunda Profesör Higgins adında bir dilbilimci, Eliza Doolittle adlı bozuk telaffuzlu eğitimsiz bir kızı sokaktan alıp hanımefendiye dönüştürüyor, ona güzel konuşmayı öğretiyor ve sonunda Pygmalion gibi, yeniden yarattığı bu kadına aşık oluyordu. Bu oyun, 1964’te My Fair Lady adlı bir müzikal filme ilham vermişti.
Aynı yıl, Amerikalı bilgisayar uzmanı Joseph Weizenbaum, bir doğal dil işleme programı yazmaya başladı. Bir bilgisayarın bir insanla ‘konuşabildiği’ bu programa ‘ELIZA’ adını verirken Yunan mitolojisinden başlayan zincirin bir parçası olduğunu çok iyi biliyordu.
Weizenbaum, 20. yüzyılın öncü yapay zeka uzmanları arasında yer aldığı gibi, bu uğraşın ahlakî yönüne de önem veren bir bilgindi. 1976’da yazdığı kitabında (Computer Power and Human Reason – Bilgisiyar Gücü ve İnsan Mantığı), insanlara özgü bilgeliğe, merhamete sahip olamayacakları için bilgisayarlara hiçbir zaman yetki tanınmaması gerektiğini belirtiyordu.
Aslında insanlar kendi yarattıkları makinelerden hep korktu. İngiltere’de dokuma makinelerinin ortaya çıkmasının ardından, 1810’larda işçilerin kendilerine rakip olarak gördükleri bu yeni araçları yakıp yıktığı Luddit ayaklanmaları korkunun boyutlarını gösteriyordu. İngiliz yazar Mary Wollestonecraft Shelley, Frankenstein veya Modern Prometheus adlı ünlü romanını tam bu sırada yazmıştı (1818). Bu roman, iki yüzyıl önce yazılmış olmasına rağmen, insanların yapay zekayla yüzleşmesini bütün yönleriyle ele alıyordu. Romanın kahramanı Victor Frankenstein, insansı bir ‘canavar’ yani yapay zeka yaratan saplantılı bilgindi. Onun yarattığı canavarsa, yaratıcısına isyan etmesiyle, hatta üreme isteğine kapılmasıyla, yapay zekanın denetlenemez bir felakete yol açabileceği ihtimalini kanıtlıyordu.
Yapay zekanın öncülü olan ilk makineler, insana yardımcı olacak basit mekanik düzenekler, bir çeşit yapay köleler olarak tasarlanmıştı. Kralları ve sultanları hayrete düşüren bu ilk robotlarla ilgili yarı efsanevi öyküler yazılmış, resimler yapılmıştı. Örneğin Çin’de 5. yüzyılda kaleme aldığı sanılan Liezi adlı ünlü metinde, Zu kralı Mu’ya takdim edilen bir robotun şarkı söylemesinden, hatta göz kırpmasından söz ediliyordu. Homeros’a göre, tanrılara sofrada üç ayaklı robotlar hizmet etmekteydi. Bir gün geldi, bu hayaller gerçeğe dönüştü. Bugün “otomata” veya “otomaton” denilen ilk robotlar yapıldı. Öncülerden en ünlüsü bugün Şırnak’a bağlı Cizre’de 12. yüzyılda doğan bilim adamı El Cezeri’ydi.
Zaman ilerleyince zeka gösterisi sergileyen araçlar da yapılmaya başlandı. Pascal’ın (öl. 1662) 1642’de geliştirdiği hesap makinesi bunlardan biriydi. Bilimsel gelişmelerin büyük heyecan yarattığı 18. yüzyılda gelindiğinde Avrupa bir otomaton çağı yaşadı. Arasında en ünlüsü hiç kuşkusuz ‘Türk’tü. Avusturyalı mucit Kempelen’in (öl. 1804) 1770’te yaptığı bu satranç otomatı, zekice kurgulanmış ve içine saklanan bir insan tarafından yönetilen bir oyuncaktan ibaretti ama satranç oynayabilen bir makine fikri, insanları büyüledi. Bugün, gerçek bir makinenin satranç ustalarını terletebileceğine eminiz. IBM’in geliştirdiği Deep Blue bilgisayarının 1997’de dünya satranç şampiyonu Garry Kasparov’u yenmesi, iki yüzyıl önce ‘Türk’ün Avrupa saraylarında yarattığına benzeyen bir ilgiyle karşılandı.
Peki satranç oynamakla yetinen bir bilgisayarın, büyükustaları, dünya şampiyonlarını mahçup etme dışında ne zararı olabilirdi? Buna rağmen, yapay zekaya sahip makinelerin insanlık için tehdit olacağı fikri,
romanıyla bitmemişti. İngiliz bilimkurgu yazarı Samuel Butler (öl. 1902) , bu felaket tellallarının en önemlilerindendi. 1863’te yazdığı Darwin Makineler Arasında başlıklı makalesi, yankıları bugüne ulaşan bir kaygıyı ortaya koyuyordu: “Kendi mirasçılarımızı kendimiz yaratıyoruz. (…) Makineler günden güne etkinliklerini artırıyor; her gün onlara daha da bağımlı hale geliyoruz.” Makalenin sonu, bugün “yeni-luddit” denilen bir öneriyle bitiyordu: “Onlara (makinelere) karşı ölümüne savaş hemen ilan edilmelidir. İstisna yok, merhamet yok; soyumuzun ilk haline geri dönelim, hemen şimdi.”Butler bunları yazdığı sırada daha ortada ne robot, ne bilgisayar vardı. ‘Robot’ kelimesi ancak 1920’de Çek yazar Karel Čapek’in R.U.R. adlı oyunuyla ortaya çıktı. Oyunda fabrika işçisi olarak kurgulanan ve ‘Robot’ denilen yaratıklar isyan ederek dünyayı ele geçiriyordu.
Čapek bu oyunu, modern savaş makinelerinin Avrupa nüfusunu biçtiği 1. Dünya Savaşı sonrası bir dönemde kaleme almıştı. Ancak tuhaf bir şekilde, bugün ‘Yapay Zeka’ dediğimiz alanın başlangıcı, yine böyle bir felaketin yaşandığı 2. Dünya Savaşı’ndaki şifre çözme faaliyetlerine ve sonrasındaki ilk bilgisayarlara denk geldi. 1956’da Amerikalı bilim adamı John McCarthy ‘yapay zeka’ tabirini ilk kez ortaya attı.
Aynı anda, bilgisayarlı ve robotlu bir yaşamın doğuracağı ahlaki sorunlar da gündeme geldi. Amerikalı bilimkurgu yazarı Isaac Asimov’ın 1942 tarihli Runaround adlı öyküsünde ortaya attığı ünlü ‘üç robot yasası’na göre bir robot; bir insana zarar veremez; insanın verdiği emirlere uymak zorundadır; kendisinin zarar görmesine izin veremez.
Asimov, öykülerinde basit ve yalın gibi gözüken bu yasaların pratikte nasıl çelişkilere yol açabileceğini, insanlığa dost bir yapay zeka yaratmanın ne kadar zor olduğunu ortaya koyuyordu. 1970’de Japon bilimadamı Masahiro Mori “Tekinsiz Vadi” teorisini ortaya attı. Jentsch ve Freud’dan esinlenen bu teoriye göre, robotlar gerçek insana ne kadar benzerse, insanlar onlardan o kadar tiksinecekti. Belki de yapay zeka korkumuzu en iyi açıklayan, bu estetik ve psikolojik kuramdı.
Yapay zekayla ilgilenenler, pek çok farklı disiplinlerden yararlanarak bugün doğal kabul ettiğimiz araç ve programları geliştirdi. Araştırmalarda ortaya çıkanların en önemlisi, uzmanların, gerçek insan zekasının ne kadar karmaşık olduğunu fark etmesiydi. Yapay zeka muhalifleriyse etik kurallar oluşturan ılımlı eleştirmenlerden teknolojiye savaş ilan eden “Yeni-Luddit” eylemcilere kadar geniş bir yelpazede mücadele etmeye devam ediyor diyor.
Vizyon
İlk robotun merkezi: Cizre
Cizre’de doğup orada ölen El Cezeri (1136-1206), bölgedeki Artuklu Beyliği’nin hizmetinde çalışmış, yaptığı marifetli mekanik araçları birkaç kitapta toplamıştı. Örneğin Kitab fi marifet el-hiyel el-hendesiyye adlı eserinde yer alan ‘fil saati’ merkezkaç kuvvetiyle çalışan, saat başı çalan, gelişmiş bir araçtı. Sonradan yapılan örnekleri, İsviçre’deki saat müzesinden Dubai’deki bir alışveriş merkezine kadar birçok yerde günümüz insanlarına bu öncü mucidin mekanik becerileri hayal gücüyle nasıl birleştirdiğini gösteriyor.