Kasım
sayımız çıktı

DEVLER henüz küçükken…

60 yılı aşkın bir süre fotoğrafla uğraşmışsanız, kader önünüzde siyaset ve sanat dünyasının kapılarını açmışsa, yıllar sonra arşivinizi karıştırdığınızda bugün herkesçe tanınan bazı kişilerin objektifinize ilk yakalanışlarında ne kadar genç, hatta çocuk yaşlarda olduğunu fark edersiniz. Dergimizin bu sayısından itibaren zaman zaman Ozan Sağdıç’ın arşivinden bu tanıma uyan fotoğrafları sizlerle paylaşacağız. İşte, vakt-i zamanında onun objektifine takılan ünlülerin fotoğraflarından ilk seçki…

GENCO ERKAL İlk sayfalar…

Lise yıllarımda, yani 1954 yılına kadar iyi bir ti­yatro seyircisidim. Şe­hir Tiyatroları’nın oyunlarını elimden geldiğince izlemeye çalışırdım. Ses Opereti ve Mu­ammer Karaca topluluğunun temsillerini defalarca seyretti­ğimi anımsıyorum. Atlas Sine­ması’nın asma katındaki Kü­çük Sahne’yi de hiç unutamam.

Liseden sonra kader beni önce Fotoğrafçılar Derneği’ne kâtip, sonra da foto muhabi­ri yaptı. O günlerde de tiyatro sevgim sönmedi, tersine alev­lendi diyebilirim. Kafamıza bir de alengirli bir çivi çakılmış­tı: Absürt tiyatro. Zaten absürt mizaha bayılırım, tiyatrosu da ilgimi çekmişti. Teknik Üniver­site çevresinde bu işle uğraşan amatör gençler olduğunu duyu­yordum. Onlara “Genç Oyun­cular” deniyordu. Gidip izledim onları. Tavtati Kütüpati isimli oyunlarının provasından fotoğ­raflar da çektim. Atilla Alpöge, Ergun Köknar, Mehmet Akan gibi isimler o günlerden belleği­me kazınmış. İşte onlardan biri de Genco Erkal’dı.

Yıl 1958. Bu arkadaşlar tu­rizme yeni yeni açılma aşama­sındaki Erdek’te bir festival düzenlemişler. Amatörce bir uğraş, ne var ki başarılı olmuş. 1959’da “Bu iş yalnız tiyatro ile olmuyor, yanına müzik de katalım” deyip ikinci festivali zenginleştirme kararı almış­lar. O zamanın İstanbul’unda gençler arasında bu türden bir organizasyon yapmak çok zor olduğundan rotayı Ankara’ya çevirmişler. Milli Kütüphane Müdürülüğü’nde sanatsal et­kinlikler hazırlayan Sunuk Pa­siner, Devlet Konservatuvarı ve Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü öğrecilerinden 30 ki­şilik bir orkestra derlemiş. Or­kestrayı o yıl Cumhurbaşkan­lığı Senfoni Orkestrası’na şef yardımcısı olarak atanmış olan Hikmet Şimşek yönetecek.

57 yıl öncesinden bir kare Genco Erkal, 1959 yılnda ikincisi yapılan Erdek Festivali’nde nota sehpasındaki sayfaların uçmaması için “mandal rolü” üstlenen gönüllülerden biri. Genco Erkal yeni profesyonel olduğu dönemde Mavi Devriye adlı oyunun kulisinde rol arkadaşları Müşfik Kenter ve Kâmran Yüce ile (altta).
.

O orkestrada Devlet Kon­servatuvarı son sınıf öğrenci­si olarak bulunanlardan biri de benim sözlüm, viyola çalıyor. Ben İstanbul’da Harbiye’de as­kerliğimin son günlerini ya­şıyorum. İzin alıp Erdek’in yolunu tuttum. O tarihte Er­dek’te turistik tesis yok, bazı kurumların çadırlı kampları var sadece. Ben PTT kampına yerleştim. Genç Oyuncular ise merkeze yakın bir koru içine Kızılay çadırlarından bir kamp kurup, kampın bir bölümünü dikenli telle ayırıp Ankaralı ko­nuklarına vermişlerdi. Üç dört gün sonra ayıp oluyor düşün­cesiyle o dikenli teli kaldırdılar.

İki grup kısa sürede kaynaştı.
İki kez yağmur yağdı, arazi çamur oldu. Gençler çadırlara hapsoldular. İstanbullu oyuncular, Ankaralı konukların yardımına canla başla koşturuyorlardı. Orkestra, iki ayrı konser için iki ayrı program hazırlamaktaydı. Provaların çoğunu okul binasında yaptılar. Ancak konserler düz bir arazide, açık havada icra edilecekti. Konserin birinde Hikmet Şimşek bagetini her kaldırışta orkestradan önce, yakın bahçelerden birinde bir eşek içli içli anırmaya başlıyor, gülüşmelere neden oluyordu. Öbür konser ise fırtınalı bir havaya denk gelmişti. Böyle durumlar­da çalgıcıların sehpaya konulan notalarını man­dallama gibi bir tedbirleri vardır. Ancak öyle bir tedbir düşünül­memişti, mandal yoktu. Notalar rüzgârın etkisiyle uçuşacaklar­dı. Tek çare her sehpanın altına bir gönüllü çömelecek ve nota­nın sayfalarını iki eliyle sıkı sı­kı tutacaktı. Gönüllülerden biri de Genco’ydu.

Genco Erkal’ı her türlü rol­de görmüş olabilirsiniz. Kâh kral oldu, kâh yoksul biri. Sı­rasında akıllı da oldu, deli de. Nazım’ın sesi de oldu, absürt oyunlarda da oynadı. Ama her­halde kendisini mandal rolünde gören yoktur!

Genco daha sonra genç bir profesyonel oyuncu olarak çıktı karşıma. Karaca Tiyat­ro’nun ilk günlerinde, Muam­mer Karaca’nın vodvil tarzın­daki kendi oyunları ve kadrosu dışında, “Saat 6 Oyunları” diye daha sanatsal eserler sergilen­meye başlanmıştı. İlk gösteriler Kenter kardeşlerin Salıncakta İki Kişi ve Çöl Faresi oyunla­rı idi. “Saat 6 Oyunları” birçok sanatçıyı daha tanınır kılmıştı. Gürriz Sururi Cam Kırıkları’n­daki, Lâle Oraloğlu ise Tahta Çanaklar’daki rolleriyle bura­da parladılar. Genco Erkal’ın amatörlükten profesyonelliğe geçerken rol aldığı ilk oyunlar­dan biri de “Saat 6 Oyunları”n­da sergilenen Mavi Devriye idi. Eser, Amerikan askerlerinden bir müfreze ile bir Japon esir arasında geçenleri anlatıyor­du. Genco, Cahit Irgat, Müşfik Kenter, Şükran Güngör, Sadri Alışık, Turgut Boralı gibi isim­lerin olduğu müfrezenin en genç askeri rolündeydi.

IŞIK YENERSU Haşarı bir genç kız

Sevgili Yıldız ablamız Yıldız Kenter bir sefe­rinde “Ben bu yaşımda, her sahneye çıkışımdan önce, kuliste heyecandan tir tir tit­rerim” demişti. Bir de, tiyatro öğrencisi bir genç kızı düşü­nün. Mezuniyet sınavını ver­mek üzere, konservatuvarın sahnesinde kendisine not ve­rilecek oyunun kulisinde sıra­sını beklemektedir. Yaprak gi­bi titremez mi?

İşte Işık Yenersu’yu Dev­let Konservatuvarı’nın tari­hi Cebeci binasındaki göste­ri salonunun sahnesine açılan kuliste, tam da bu hava içinde yakalamıştım. Cüneyt Gök­çer’in sahneye koyduğu Anna Frank’ın Hatıra Defteri oyu­nunda Anne Frank rolündey­di. Işık Yenersu kendisinden emindi ama işte o sahneye adım atacağı anların heyeca­nını fotoğrafta bile hissedebi­liyoruz.

Işık, konservatuvardan me­zuniyetiyle birlikte Devlet Ti­yatrosu sanatçısı oldu. İlk ka­tıldığı oyun Orhan Asena’nın Alemdar Mustafa Paşa’nın tra­jik yaşamını konu alan Tohum ve Toprak oyunuydu. Işık Ye­nersu, son ana kadar paşası­nı terk etmeyen genç gözdeyi canlandırmaktaydı.

Objektife yansıyan heyecan

Işık Yenersu, sağdaki fotoğrafta Devlet Konservatuvarı’nın tarihi binasındaki salonun kulisinde sahneye çıkmak üzere. Heyecanı yüzünden okunuyor. Tandoğan Meydanı’nı dolduran bir gençlik mitinginde, kürsüden ilk kez bir Nazım Hikmet şiirini açık açık okuyan da oydu (altta).

İleride daha detaylı anlat­mayı düşünüyorum, 1965 yı­lında ilk yerli fotoromanı ben yapmıştım. Bir aşk üçgenini anlatacaktık. Genç adamı Se­mih Sergen olarak seçmiştim. Masum genç kız olarak Devlet Tiyatrosu’nun genç eleman­larından, zarafeti ile göze çar­pan Çiğdem Selışık uygundu. Bir de haşarı bir kız gerekliydi. O rolü de pırıl pırıl Işık Yener­su’ya vermiştik.

Bu haşarı arkadaş, gerçek­ten de ele avuca sığmaz, son derece aktif bir yapıya sahipti ve 68 kuşağının efsane gençlik günlerini şahane bir coşkuyla yaşıyordu. Örneğin Tandoğan Meydanı’nı dolduran muhte­şem bir gençlik mitinginde, kürsüden ilk kez bir Nazım Hikmet şiirini açık açık oku­yan oydu.

İlkeliydi, dirençliydi, iyi bir arkadaş, yoldaştı Işık Yenesu. Onu hep sevgiyle anarız.

MEHMET ALİ ERBİL Müthiş bir başlangıç

Peter Shaffer’ın Equus adlı oyunu 1973 yılında Londra’da sahnelenmiş ve büyük yankı uyandırmıştı. Eser, 17 yaşında bir seyisin şi­şe benzer bir aletle altı atı kör edişini ve gencin ruhsal duru­munu analiz etmeye çalışan psikiyatrın öyküsünü anlatı­yordu. Devlet Tiyatrosu Genel Müdürü Cüneyt Gökçer oyu­nu yerinde ve sıcağı sıcağına seyretmiş, çok etkilenmişti. Türkiye’de de sahneye koymak istediği oyunu Tiyatro’nun nöbetçi yazarı(!) Sevgi San­lı derhal Türkçeye çevirmiş, ismine de Küheylan demeyi uygun görmüştü. Oyunun kad­rosu kurulurken Kerim Avşar, Gülgun Kutlu, Nermin Sarova gibi güçlü oyuncular seçilmiş­ti. Peki 17 yaşındaki genç seyi­si kim oynayacaktı?

Ödül getiren performans

Mehmet Ali Erbil’in henüz konservatuvar öğrencisiyken konuk sanatçı olarak oynadığı Küheylan’dan bir sahne. Erbil o kadar yetenekliydi ki genç yaşındaki bu performansıyla Sanatseverler Kulübü’nün geleneksel En İyi Tiyatrocu Ödülü’nü kazanmıştı.

Yeşilçam filmlerinden Sa­dettin Erbil’i epeyce seyret­mişliğimiz vardı, kendisini bilirdik. Ama oğlunu mektepli tiyatrocu olsun diye, o zaman­ların tek devlet konservatuva­rı olan Ankara Konservatuva­rı’na yazdırdığından haberi­miz yoktu. Karşımıza konuk oyuncu olarak ve seyis Alan Strang rolüyle çıkınca öğ­rendik kim olduğunu. Kon­servatuvar son sınıf öğrenci­si Mehmet Ali Erbil o kadar yetenekliydi ki Küheylan’daki performansıyla Sanatseverler Kulübü’nün geleneksel En İyi Tiyatrocu Ödülü’nü kazandı.

Mehmet Ali Erbil mezun olduktan sonra hemen Dev­let Tiyatrosu kadrosuna alındı ve İstanbul Efendisi oyunun­da göreve başladı. Kısa bir sure sonra Ankara’da memur statüsünde bir oyuncu olmak onu sıktı mı nedir, kapağı İs­tanbul’a attı. Tiyatrocu olarak onu Şan Sineması’nda sah­nelenen kimi müzikli süper prodüksiyonlarda da izledik sonradan. Başarılı performans sergilediği sinema filmleri de hatırlardadır. Ama Erbil’in sonraki yıllardaki tercihi sah­ne ve sinema değil, televizyon dünyası oldu.

UĞUR DÜNDAR Bir sunucunun dönüşümü

Henüz TRT kurulma­dan önce, Almanların yardım olarak verdiği teknik cihazlarla Mithatpaşa Caddesi’ndeki bir apartma­nın bodrumunda, gelecekte başlatılacak televizyon yayını için eleman yetiştirmek üzere “Televizyon Eğitim Merkezi” adı verilen bir stüdyo kurul­muştu. Eğitim gören bazı ki­şiler yapımcı olarak yetişti­rilmek amacıyla İngiltere’ye, BBC’ye de gönderilmekteydi. Uğur Dündar da BBC kursu­na gönderilenlerden biriy­di.

Televizyonun tek kanal ve siyahbeyaz olduğu yıllar­da, yayınlar başlar başlamaz göstericilerimizi açıyor, gece yarısı “haşşş” sesiyle birlikte görüntünün kaybolduğu saate kadar ekrana ne çıkarsa ay­rım yapmadan seyrediyorduk. Uğur Dündar’a spor program­larında sunucu olarak rast­ladık, zevkle izledik. Gençli­ği ve yakışıklılığının yanında kusursuz sunumuyla da beğe­ni kazanmıştı.

1970’li yıllarda, Abdi İpek­çi’nin yönetimindeki Milli­yet’te küçük bir kadroyla ga­zetenin ilavesi olarak verilen Radyo-TV dergisini Anka­ra’da hazırlıyorduk. Goethe Enstitüsü’nün İzmir Cadde­si’ndeki Alman Kütüphanesi komşumuzdu. Bir gün Alman bir sanatçının resim sergi­si açılmadan önce neler olup bitiyor diye kapıdan başımı uzattım. Uğur Dündar, konuk sanatçıyla röportaj yapıyordu. Arkadaşımız Feray Saydam da çevirmenliği üstlenmişti.

Spordan kültür-sanata O güne kadar hep spor programlarını sunarken görmeye alıştığımız Uğur Dündar, Ankara’da sergi açan bir Alman ressamla söyleşi yapıyor. Çevirmenliğini üstlenen kişi ise Feray Saydam.

O güne kadar hep spor programlarında görmeye alış­tığımız Uğur Dürdar’ı şimdi bambaşka bir kulvarda görü­yorduk. Bu onun için köklü bir değişim ve büyük bir baş­langıçtı. Olayı hemen fotoğ­rafladım ve beşinci kattaki Milliyet bürosuna çıkıp editor arkadaşıma da “Uğur Dündar aşağıda” dedim.

Arkadaşım daima eksant­rik şeyler peşinde koşan, on­ları bulan, olmadı icat eden, bu yönüyle de çok ünlü olmuş bir gazeteciydi. Hemen aşağı koşup Dündar’ı soru yağmu­runa tutmaya başladı. Ün­lü sunucu da da sakin sakin yanıtlar veriyordu. O günle­rin öncesinde, bir maçı an­latırken mi, yoksa söyleşi sı­rasında mı hatırlamıyorum, “performans” diye bir sözcük kullanmıştı. Daha önce bu sözcüğü kimse kullanmamış, çoğu kimse de nereye otur­tacağını kestirememişti. Bu nedenle millet performans la­fını bir diline doladı ki, deme gitsin. Eski köye yeni adet ge­tirdiğini söyleyen mi ararsı­nız, züppelik ettiğini söyleyen mi… Bizim arkadaş da Dün­dar’a söyleşi arasında “Sahi performans nedir?” diye sor­maz mı? Genç muhatabı bu konunun dedikodu malzemesi edilmesinden yılmış, o kadar rahatsız olmuş ki, alınganlık gösterdi. Sanki hassas bir da­marına basılmıştı, birden cid­dileşiverdi. Sonu elbette tat­lıya bağlandı ama epey soğuk bir hava esmişti.

İşte bu anı da, objektife yakalanmamış, ama fotoğra­fın arka planında belleğime objektifsiz kazınmış tatlı bir hatıra oldu.

İDİL BİRET Gerçek bir harika çocuk

Henüz yedi yaşındayken, İkinci Cumhurbaşka­nımız İsmet İnönü’nün teklifi ile Suna Kan ile birlik­te “Harika Çocuklar Yasası”­nın çıkarılmasına neden olan İdil Biret’in müziğe olan ilgisi iki yaşında başlamıştı. Ailesiy­le birlikte gittiği Paris’te eğitim gördüğü yıllar benim de ortao­kul ve lise yıllarıma rastlar. Se­vimli bir çocuğun fotoğraflarını ve olağanüstü başarılarını ba­sından izleyip durmuştuk. 1957 yılı yazı olacak, foto muhabirlik yaşantım henüz bir yılını dol­durmamışken İdil’in fotoğrafını çekme fırsatım doğdu.

O artık 15 yaşındaydı ve genç kız olma yolundaydı. Ün­lü pedagog Nadia Boulanger’in gözetiminde yetişmiş, Alfred Cortot ve Wilhelm Kempff ile çalışmış ve o yıl Paris Ulusal Konservatuvarı’nın yüksek kıs­mını piyano, eşlikçilik ve oda müziği dallarında birinci ola­rak bitirmişti. Yaz olması do­layısıyla Türkiye’de, Kadıköy Moda’daki evlerinde olacağı­nı öğrenmiştik. Yalnız o değil bir başka yetenekli kızımız Ay­şegül Sarıca’nın ailesi de aynı semtte komşularıydı. Bir süre sonra çalışmalarına devam et­mek üzere Paris’e dönecekti.

Çektiğim ilk fotoğrafında İdil Biret, Prof. Nurettin Şazi Kösemihal’in Moda’daki evinde piyano başında.

Dergimizin asıl patronu Kazım Taşkent’in ve onun kül­tür başdanışmanı Vedat Nedim Tör’ün harika çocuklara karşı ilgileri fazlaydı. O sıralar Hayat dergisinden Dinçer adlı arka­daşla Kadıköy’ün yolunu tut­tuk. Bizi evinde misafir edecek olan, felsefe ve sosyoloji hocası Profesör Nurettin Şazi Köse­mihal idi. İdil ve Ayşegül bir­likte orada olacaklardı. Nuret­tin Şazi Bey, Ankara’da İdil’in yeteneğini ilk keşfedenlerden ünlü müzikolog Mahmut Ragıp Gazimihal’in kardeşiydi ve İdil’in ailesiyle bir akraba­lık bağları vardı sanırım. Uzun sohbetler arasında arkadaşım sorularını sordu, ben de iki çok değerli genç piyanistimizin bol bol fotoğraflarını çektim. O za­man İdil 15, Ayşegül 17 yaşın­daydı. İdil müzik alanında ka­zandığı yüksek kariyerine kar­şın, tam çocuklukla genç kızlık sınırındaydı. Nitekim bir ara bahçede mahallenin kız çocuk­larıyla top oynadı, ip atladı.

Daha sonraki yıllarda da pek çok temasımız oldu kendisiyle. Ankara’da oturduğumuz İzmir Caddesi’ndeki apartman daire­sinde karşı komşumuzun evin­den ne zaman piyano sesleri duysak İdil Biret’in Ankara’da olduğunu anlardık. İdil’in An­kara’da kaldığı karşı dairemizin sahibi İdil’in “Vahdet teyzesi”, yani Almanya ve Avuturya’da kariyer yapmış olan ilk sopra­nomuz Vahdet Esmen idi.

İdil Biret, “Vahdet teyzesi”nin, yani Almanya ve Avusturya’da kariyer yapmış olan ilk sopranomuz Vahdet Esmen’in piyanosunun başında. Vahdet Hanım, Ankara’da karşı komşumuzdu.

AYŞEGÜL SARICA Üstün yetenekli bir hanımefendi

Nurettin Şazi Bey’in konağından çıkıp, da­ha özgün fotoğrafla­rını çekmek üzere Ayşegül Sarıca’nın ailesine ait konağa geçmiştik. Bu konak gerek ya­pısı ve gerek içindeki eşya ile tarihin derinliklerinden gel­diği belli olan köklü bir aile­nin izlerini taşıyordu. Sarıca­zadeler Eğriboz adasından ge­lip Moda’ya yerleşmiş eski bir asker ailesi imiş. Son kuşağın baba tarafı Abdülhamid’in sa­ray doktoru Arif Paşa’ya, anne tarafı ise Sadrazam Ahmet İz­zet Paşa’ya dayanıyormuş.

Uzun yıllar sonra

17 yaşındaki Ayşegül Sarıca, Moda’daki evlerinde piyano başında. Bu kareyi İdil Biret’in ilk fotoğraflarıyla aynı gün çekmiştim. Sarıca zaman içinde dünyaca ünlü, son derece kıymetli bir sanatçımız haline geldi. Ayşegül Sarıca üstteki kare çekildikten uzun yıllar sonra Bilkent Senfoni Orkestrası şefi Rickenbaher ile konser provasında görülüyor (altta).

Ayşegül 5 yaşındayken piyano öğrenmeye başlıyor. İlk öğretmeni Gertrud Isaac isimli bir Alman hanım. Son­ra Belediye Konservtuvarı’na veriliyor. Buradaki hocası da çok değerli bir müzisyen ve ülkemize bir çok sanatçı ka­zandırmış olan Ferdi Statzer. İlk konserini 9 yaşında veri­yor Sarıca. Daha da sonra eği­timine Paris Ulusal Konser­vatuvarı’nda devam ediyor. 1953’te piyano bölümünden, 1954’te de oda müziği bölü­münden birincilikle mezun oluyor. Biz onunla karşılaştı­ğımızda Margarite Long’un Müzik Akademisi’ne devam etmekteydi. Başarılar kazana­cağı yarışmalar, konserler do­lu tüm bir yaşam henüz önün­deydi.

Şunu da söylemeden ge­çemeyeceğim: Ayşegül Sarıca ile çok kadirşinas, çok muh­terem ve tabii çok çok değerli bir piyanist dost kazandğımı söyleyebilirim.

OKTAY EKŞİ-ALTAN ÖYMEN Ankara Okulu’nun yetiştirdiği, yıllara meydan okuyan iki gazeteci

Objektifime erken ta­kılanlardan bir bölü­münü anlattığım bu yazıyı iki duayen gazetecimi­zin gençlik portreleriyle taç­landırmak istiyorum. Başkent Ankara iyi gazeteci yetiştir­menin anakarasıdır. Burada genç gazeteciler işe muha­bir olarak başlarlar. Zamanla aranan, anılan yazar olurlar. Sonra köşe yazarı, başyazar ya da yönetici olarak en büyükle­rinden bir İstanbul gazetesine transfer olurlar.

Ben tersine bir transferle 1960’ta Ankara’ya atandığım zaman oradaki genç gazeteci­lerin pek çoğu DP iktidarına muhalefetten dolayı “Ankara Hilton” adını taktıkları Ulu­canlar Cezaevinde’ydiler. Top­lu tahliyeleri zafer şenliği gibi olmuştu. Kimileriyle muhab­betimiz ta o günlere dayanır.

Altan Öymen ve Oktay Ek­şi birkaç yıl farkıyla çağdaşım sayılırlar. Oktay Ekşi’nin bu terütaze görünen fotoğrafını Kurucu Meclis’in ilk toplan­tı gününde çektiğimi anımsı­yorum. Altan Abi’yi ya bir ara Ankara Palas’ta, ya da Zeki Müren’le röportaja gittiğimiz bir günde Belvü Palas’ta çek­miş olmalıyım. Zeki Müren’in şakalarıyla şenlikli bir gündü o gün, mazide kalan…

Oktay Ekşi’nin daha ol­gunluk dönemi fotoğrafı 1970 cıvarında, Altan Öymen’in fo­toğrafı ise 1980’lerde çekildi.

Ankaralı gazeteci dostlar Altan Öymen ve Oktay Ekşi birkaç yıl farkıyla çağdaşım sayılırlar. Kendileriyle tanışıklığım 1960’lı yıllara uzanır.