60 yılı aşkın bir süre fotoğrafla uğraşmışsanız, kader önünüzde siyaset ve sanat dünyasının kapılarını açmışsa, yıllar sonra arşivinizi karıştırdığınızda bugün herkesçe tanınan bazı kişilerin objektifinize ilk yakalanışlarında ne kadar genç, hatta çocuk yaşlarda olduğunu fark edersiniz. Dergimizin bu sayısından itibaren zaman zaman Ozan Sağdıç’ın arşivinden bu tanıma uyan fotoğrafları sizlerle paylaşacağız. İşte, vakt-i zamanında onun objektifine takılan ünlülerin fotoğraflarından ilk seçki…
GENCO ERKAL İlk sayfalar…
Lise yıllarımda, yani 1954 yılına kadar iyi bir tiyatro seyircisidim. Şehir Tiyatroları’nın oyunlarını elimden geldiğince izlemeye çalışırdım. Ses Opereti ve Muammer Karaca topluluğunun temsillerini defalarca seyrettiğimi anımsıyorum. Atlas Sineması’nın asma katındaki Küçük Sahne’yi de hiç unutamam.
Liseden sonra kader beni önce Fotoğrafçılar Derneği’ne kâtip, sonra da foto muhabiri yaptı. O günlerde de tiyatro sevgim sönmedi, tersine alevlendi diyebilirim. Kafamıza bir de alengirli bir çivi çakılmıştı: Absürt tiyatro. Zaten absürt mizaha bayılırım, tiyatrosu da ilgimi çekmişti. Teknik Üniversite çevresinde bu işle uğraşan amatör gençler olduğunu duyuyordum. Onlara “Genç Oyuncular” deniyordu. Gidip izledim onları. Tavtati Kütüpati isimli oyunlarının provasından fotoğraflar da çektim. Atilla Alpöge, Ergun Köknar, Mehmet Akan gibi isimler o günlerden belleğime kazınmış. İşte onlardan biri de Genco Erkal’dı.
Yıl 1958. Bu arkadaşlar turizme yeni yeni açılma aşamasındaki Erdek’te bir festival düzenlemişler. Amatörce bir uğraş, ne var ki başarılı olmuş. 1959’da “Bu iş yalnız tiyatro ile olmuyor, yanına müzik de katalım” deyip ikinci festivali zenginleştirme kararı almışlar. O zamanın İstanbul’unda gençler arasında bu türden bir organizasyon yapmak çok zor olduğundan rotayı Ankara’ya çevirmişler. Milli Kütüphane Müdürülüğü’nde sanatsal etkinlikler hazırlayan Sunuk Pasiner, Devlet Konservatuvarı ve Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü öğrecilerinden 30 kişilik bir orkestra derlemiş. Orkestrayı o yıl Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na şef yardımcısı olarak atanmış olan Hikmet Şimşek yönetecek.
O orkestrada Devlet Konservatuvarı son sınıf öğrencisi olarak bulunanlardan biri de benim sözlüm, viyola çalıyor. Ben İstanbul’da Harbiye’de askerliğimin son günlerini yaşıyorum. İzin alıp Erdek’in yolunu tuttum. O tarihte Erdek’te turistik tesis yok, bazı kurumların çadırlı kampları var sadece. Ben PTT kampına yerleştim. Genç Oyuncular ise merkeze yakın bir koru içine Kızılay çadırlarından bir kamp kurup, kampın bir bölümünü dikenli telle ayırıp Ankaralı konuklarına vermişlerdi. Üç dört gün sonra ayıp oluyor düşüncesiyle o dikenli teli kaldırdılar.
İki grup kısa sürede kaynaştı.
İki kez yağmur yağdı, arazi çamur oldu. Gençler çadırlara hapsoldular. İstanbullu oyuncular, Ankaralı konukların yardımına canla başla koşturuyorlardı. Orkestra, iki ayrı konser için iki ayrı program hazırlamaktaydı. Provaların çoğunu okul binasında yaptılar. Ancak konserler düz bir arazide, açık havada icra edilecekti. Konserin birinde Hikmet Şimşek bagetini her kaldırışta orkestradan önce, yakın bahçelerden birinde bir eşek içli içli anırmaya başlıyor, gülüşmelere neden oluyordu. Öbür konser ise fırtınalı bir havaya denk gelmişti. Böyle durumlarda çalgıcıların sehpaya konulan notalarını mandallama gibi bir tedbirleri vardır. Ancak öyle bir tedbir düşünülmemişti, mandal yoktu. Notalar rüzgârın etkisiyle uçuşacaklardı. Tek çare her sehpanın altına bir gönüllü çömelecek ve notanın sayfalarını iki eliyle sıkı sıkı tutacaktı. Gönüllülerden biri de Genco’ydu.
Genco Erkal’ı her türlü rolde görmüş olabilirsiniz. Kâh kral oldu, kâh yoksul biri. Sırasında akıllı da oldu, deli de. Nazım’ın sesi de oldu, absürt oyunlarda da oynadı. Ama herhalde kendisini mandal rolünde gören yoktur!
Genco daha sonra genç bir profesyonel oyuncu olarak çıktı karşıma. Karaca Tiyatro’nun ilk günlerinde, Muammer Karaca’nın vodvil tarzındaki kendi oyunları ve kadrosu dışında, “Saat 6 Oyunları” diye daha sanatsal eserler sergilenmeye başlanmıştı. İlk gösteriler Kenter kardeşlerin Salıncakta İki Kişi ve Çöl Faresi oyunları idi. “Saat 6 Oyunları” birçok sanatçıyı daha tanınır kılmıştı. Gürriz Sururi Cam Kırıkları’ndaki, Lâle Oraloğlu ise Tahta Çanaklar’daki rolleriyle burada parladılar. Genco Erkal’ın amatörlükten profesyonelliğe geçerken rol aldığı ilk oyunlardan biri de “Saat 6 Oyunları”nda sergilenen Mavi Devriye idi. Eser, Amerikan askerlerinden bir müfreze ile bir Japon esir arasında geçenleri anlatıyordu. Genco, Cahit Irgat, Müşfik Kenter, Şükran Güngör, Sadri Alışık, Turgut Boralı gibi isimlerin olduğu müfrezenin en genç askeri rolündeydi.
IŞIK YENERSU Haşarı bir genç kız
Sevgili Yıldız ablamız Yıldız Kenter bir seferinde “Ben bu yaşımda, her sahneye çıkışımdan önce, kuliste heyecandan tir tir titrerim” demişti. Bir de, tiyatro öğrencisi bir genç kızı düşünün. Mezuniyet sınavını vermek üzere, konservatuvarın sahnesinde kendisine not verilecek oyunun kulisinde sırasını beklemektedir. Yaprak gibi titremez mi?
İşte Işık Yenersu’yu Devlet Konservatuvarı’nın tarihi Cebeci binasındaki gösteri salonunun sahnesine açılan kuliste, tam da bu hava içinde yakalamıştım. Cüneyt Gökçer’in sahneye koyduğu Anna Frank’ın Hatıra Defteri oyununda Anne Frank rolündeydi. Işık Yenersu kendisinden emindi ama işte o sahneye adım atacağı anların heyecanını fotoğrafta bile hissedebiliyoruz.
Işık, konservatuvardan mezuniyetiyle birlikte Devlet Tiyatrosu sanatçısı oldu. İlk katıldığı oyun Orhan Asena’nın Alemdar Mustafa Paşa’nın trajik yaşamını konu alan Tohum ve Toprak oyunuydu. Işık Yenersu, son ana kadar paşasını terk etmeyen genç gözdeyi canlandırmaktaydı.
Objektife yansıyan heyecan
Işık Yenersu, sağdaki fotoğrafta Devlet Konservatuvarı’nın tarihi binasındaki salonun kulisinde sahneye çıkmak üzere. Heyecanı yüzünden okunuyor. Tandoğan Meydanı’nı dolduran bir gençlik mitinginde, kürsüden ilk kez bir Nazım Hikmet şiirini açık açık okuyan da oydu (altta).
İleride daha detaylı anlatmayı düşünüyorum, 1965 yılında ilk yerli fotoromanı ben yapmıştım. Bir aşk üçgenini anlatacaktık. Genç adamı Semih Sergen olarak seçmiştim. Masum genç kız olarak Devlet Tiyatrosu’nun genç elemanlarından, zarafeti ile göze çarpan Çiğdem Selışık uygundu. Bir de haşarı bir kız gerekliydi. O rolü de pırıl pırıl Işık Yenersu’ya vermiştik.
Bu haşarı arkadaş, gerçekten de ele avuca sığmaz, son derece aktif bir yapıya sahipti ve 68 kuşağının efsane gençlik günlerini şahane bir coşkuyla yaşıyordu. Örneğin Tandoğan Meydanı’nı dolduran muhteşem bir gençlik mitinginde, kürsüden ilk kez bir Nazım Hikmet şiirini açık açık okuyan oydu.
İlkeliydi, dirençliydi, iyi bir arkadaş, yoldaştı Işık Yenesu. Onu hep sevgiyle anarız.
MEHMET ALİ ERBİL Müthiş bir başlangıç
Peter Shaffer’ın Equus adlı oyunu 1973 yılında Londra’da sahnelenmiş ve büyük yankı uyandırmıştı. Eser, 17 yaşında bir seyisin şişe benzer bir aletle altı atı kör edişini ve gencin ruhsal durumunu analiz etmeye çalışan psikiyatrın öyküsünü anlatıyordu. Devlet Tiyatrosu Genel Müdürü Cüneyt Gökçer oyunu yerinde ve sıcağı sıcağına seyretmiş, çok etkilenmişti. Türkiye’de de sahneye koymak istediği oyunu Tiyatro’nun nöbetçi yazarı(!) Sevgi Sanlı derhal Türkçeye çevirmiş, ismine de Küheylan demeyi uygun görmüştü. Oyunun kadrosu kurulurken Kerim Avşar, Gülgun Kutlu, Nermin Sarova gibi güçlü oyuncular seçilmişti. Peki 17 yaşındaki genç seyisi kim oynayacaktı?
Ödül getiren performans
Mehmet Ali Erbil’in henüz konservatuvar öğrencisiyken konuk sanatçı olarak oynadığı Küheylan’dan bir sahne. Erbil o kadar yetenekliydi ki genç yaşındaki bu performansıyla Sanatseverler Kulübü’nün geleneksel En İyi Tiyatrocu Ödülü’nü kazanmıştı.
Yeşilçam filmlerinden Sadettin Erbil’i epeyce seyretmişliğimiz vardı, kendisini bilirdik. Ama oğlunu mektepli tiyatrocu olsun diye, o zamanların tek devlet konservatuvarı olan Ankara Konservatuvarı’na yazdırdığından haberimiz yoktu. Karşımıza konuk oyuncu olarak ve seyis Alan Strang rolüyle çıkınca öğrendik kim olduğunu. Konservatuvar son sınıf öğrencisi Mehmet Ali Erbil o kadar yetenekliydi ki Küheylan’daki performansıyla Sanatseverler Kulübü’nün geleneksel En İyi Tiyatrocu Ödülü’nü kazandı.
Mehmet Ali Erbil mezun olduktan sonra hemen Devlet Tiyatrosu kadrosuna alındı ve İstanbul Efendisi oyununda göreve başladı. Kısa bir sure sonra Ankara’da memur statüsünde bir oyuncu olmak onu sıktı mı nedir, kapağı İstanbul’a attı. Tiyatrocu olarak onu Şan Sineması’nda sahnelenen kimi müzikli süper prodüksiyonlarda da izledik sonradan. Başarılı performans sergilediği sinema filmleri de hatırlardadır. Ama Erbil’in sonraki yıllardaki tercihi sahne ve sinema değil, televizyon dünyası oldu.
UĞUR DÜNDAR Bir sunucunun dönüşümü
Henüz TRT kurulmadan önce, Almanların yardım olarak verdiği teknik cihazlarla Mithatpaşa Caddesi’ndeki bir apartmanın bodrumunda, gelecekte başlatılacak televizyon yayını için eleman yetiştirmek üzere “Televizyon Eğitim Merkezi” adı verilen bir stüdyo kurulmuştu. Eğitim gören bazı kişiler yapımcı olarak yetiştirilmek amacıyla İngiltere’ye, BBC’ye de gönderilmekteydi. Uğur Dündar da BBC kursuna gönderilenlerden biriydi.
Televizyonun tek kanal ve siyahbeyaz olduğu yıllarda, yayınlar başlar başlamaz göstericilerimizi açıyor, gece yarısı “haşşş” sesiyle birlikte görüntünün kaybolduğu saate kadar ekrana ne çıkarsa ayrım yapmadan seyrediyorduk. Uğur Dündar’a spor programlarında sunucu olarak rastladık, zevkle izledik. Gençliği ve yakışıklılığının yanında kusursuz sunumuyla da beğeni kazanmıştı.
1970’li yıllarda, Abdi İpekçi’nin yönetimindeki Milliyet’te küçük bir kadroyla gazetenin ilavesi olarak verilen Radyo-TV dergisini Ankara’da hazırlıyorduk. Goethe Enstitüsü’nün İzmir Caddesi’ndeki Alman Kütüphanesi komşumuzdu. Bir gün Alman bir sanatçının resim sergisi açılmadan önce neler olup bitiyor diye kapıdan başımı uzattım. Uğur Dündar, konuk sanatçıyla röportaj yapıyordu. Arkadaşımız Feray Saydam da çevirmenliği üstlenmişti.
O güne kadar hep spor programlarında görmeye alıştığımız Uğur Dürdar’ı şimdi bambaşka bir kulvarda görüyorduk. Bu onun için köklü bir değişim ve büyük bir başlangıçtı. Olayı hemen fotoğrafladım ve beşinci kattaki Milliyet bürosuna çıkıp editor arkadaşıma da “Uğur Dündar aşağıda” dedim.
Arkadaşım daima eksantrik şeyler peşinde koşan, onları bulan, olmadı icat eden, bu yönüyle de çok ünlü olmuş bir gazeteciydi. Hemen aşağı koşup Dündar’ı soru yağmuruna tutmaya başladı. Ünlü sunucu da da sakin sakin yanıtlar veriyordu. O günlerin öncesinde, bir maçı anlatırken mi, yoksa söyleşi sırasında mı hatırlamıyorum, “performans” diye bir sözcük kullanmıştı. Daha önce bu sözcüğü kimse kullanmamış, çoğu kimse de nereye oturtacağını kestirememişti. Bu nedenle millet performans lafını bir diline doladı ki, deme gitsin. Eski köye yeni adet getirdiğini söyleyen mi ararsınız, züppelik ettiğini söyleyen mi… Bizim arkadaş da Dündar’a söyleşi arasında “Sahi performans nedir?” diye sormaz mı? Genç muhatabı bu konunun dedikodu malzemesi edilmesinden yılmış, o kadar rahatsız olmuş ki, alınganlık gösterdi. Sanki hassas bir damarına basılmıştı, birden ciddileşiverdi. Sonu elbette tatlıya bağlandı ama epey soğuk bir hava esmişti.
İşte bu anı da, objektife yakalanmamış, ama fotoğrafın arka planında belleğime objektifsiz kazınmış tatlı bir hatıra oldu.
İDİL BİRET Gerçek bir harika çocuk
Henüz yedi yaşındayken, İkinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün teklifi ile Suna Kan ile birlikte “Harika Çocuklar Yasası”nın çıkarılmasına neden olan İdil Biret’in müziğe olan ilgisi iki yaşında başlamıştı. Ailesiyle birlikte gittiği Paris’te eğitim gördüğü yıllar benim de ortaokul ve lise yıllarıma rastlar. Sevimli bir çocuğun fotoğraflarını ve olağanüstü başarılarını basından izleyip durmuştuk. 1957 yılı yazı olacak, foto muhabirlik yaşantım henüz bir yılını doldurmamışken İdil’in fotoğrafını çekme fırsatım doğdu.
O artık 15 yaşındaydı ve genç kız olma yolundaydı. Ünlü pedagog Nadia Boulanger’in gözetiminde yetişmiş, Alfred Cortot ve Wilhelm Kempff ile çalışmış ve o yıl Paris Ulusal Konservatuvarı’nın yüksek kısmını piyano, eşlikçilik ve oda müziği dallarında birinci olarak bitirmişti. Yaz olması dolayısıyla Türkiye’de, Kadıköy Moda’daki evlerinde olacağını öğrenmiştik. Yalnız o değil bir başka yetenekli kızımız Ayşegül Sarıca’nın ailesi de aynı semtte komşularıydı. Bir süre sonra çalışmalarına devam etmek üzere Paris’e dönecekti.
Dergimizin asıl patronu Kazım Taşkent’in ve onun kültür başdanışmanı Vedat Nedim Tör’ün harika çocuklara karşı ilgileri fazlaydı. O sıralar Hayat dergisinden Dinçer adlı arkadaşla Kadıköy’ün yolunu tuttuk. Bizi evinde misafir edecek olan, felsefe ve sosyoloji hocası Profesör Nurettin Şazi Kösemihal idi. İdil ve Ayşegül birlikte orada olacaklardı. Nurettin Şazi Bey, Ankara’da İdil’in yeteneğini ilk keşfedenlerden ünlü müzikolog Mahmut Ragıp Gazimihal’in kardeşiydi ve İdil’in ailesiyle bir akrabalık bağları vardı sanırım. Uzun sohbetler arasında arkadaşım sorularını sordu, ben de iki çok değerli genç piyanistimizin bol bol fotoğraflarını çektim. O zaman İdil 15, Ayşegül 17 yaşındaydı. İdil müzik alanında kazandığı yüksek kariyerine karşın, tam çocuklukla genç kızlık sınırındaydı. Nitekim bir ara bahçede mahallenin kız çocuklarıyla top oynadı, ip atladı.
Daha sonraki yıllarda da pek çok temasımız oldu kendisiyle. Ankara’da oturduğumuz İzmir Caddesi’ndeki apartman dairesinde karşı komşumuzun evinden ne zaman piyano sesleri duysak İdil Biret’in Ankara’da olduğunu anlardık. İdil’in Ankara’da kaldığı karşı dairemizin sahibi İdil’in “Vahdet teyzesi”, yani Almanya ve Avuturya’da kariyer yapmış olan ilk sopranomuz Vahdet Esmen idi.
İdil Biret, “Vahdet teyzesi”nin, yani Almanya ve Avusturya’da kariyer yapmış olan ilk sopranomuz Vahdet Esmen’in piyanosunun başında. Vahdet Hanım, Ankara’da karşı komşumuzdu.
AYŞEGÜL SARICA Üstün yetenekli bir hanımefendi
Nurettin Şazi Bey’in konağından çıkıp, daha özgün fotoğraflarını çekmek üzere Ayşegül Sarıca’nın ailesine ait konağa geçmiştik. Bu konak gerek yapısı ve gerek içindeki eşya ile tarihin derinliklerinden geldiği belli olan köklü bir ailenin izlerini taşıyordu. Sarıcazadeler Eğriboz adasından gelip Moda’ya yerleşmiş eski bir asker ailesi imiş. Son kuşağın baba tarafı Abdülhamid’in saray doktoru Arif Paşa’ya, anne tarafı ise Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya dayanıyormuş.
Uzun yıllar sonra
17 yaşındaki Ayşegül Sarıca, Moda’daki evlerinde piyano başında. Bu kareyi İdil Biret’in ilk fotoğraflarıyla aynı gün çekmiştim. Sarıca zaman içinde dünyaca ünlü, son derece kıymetli bir sanatçımız haline geldi. Ayşegül Sarıca üstteki kare çekildikten uzun yıllar sonra Bilkent Senfoni Orkestrası şefi Rickenbaher ile konser provasında görülüyor (altta).
Ayşegül 5 yaşındayken piyano öğrenmeye başlıyor. İlk öğretmeni Gertrud Isaac isimli bir Alman hanım. Sonra Belediye Konservtuvarı’na veriliyor. Buradaki hocası da çok değerli bir müzisyen ve ülkemize bir çok sanatçı kazandırmış olan Ferdi Statzer. İlk konserini 9 yaşında veriyor Sarıca. Daha da sonra eğitimine Paris Ulusal Konservatuvarı’nda devam ediyor. 1953’te piyano bölümünden, 1954’te de oda müziği bölümünden birincilikle mezun oluyor. Biz onunla karşılaştığımızda Margarite Long’un Müzik Akademisi’ne devam etmekteydi. Başarılar kazanacağı yarışmalar, konserler dolu tüm bir yaşam henüz önündeydi.
Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Ayşegül Sarıca ile çok kadirşinas, çok muhterem ve tabii çok çok değerli bir piyanist dost kazandğımı söyleyebilirim.
OKTAY EKŞİ-ALTAN ÖYMEN Ankara Okulu’nun yetiştirdiği, yıllara meydan okuyan iki gazeteci
Objektifime erken takılanlardan bir bölümünü anlattığım bu yazıyı iki duayen gazetecimizin gençlik portreleriyle taçlandırmak istiyorum. Başkent Ankara iyi gazeteci yetiştirmenin anakarasıdır. Burada genç gazeteciler işe muhabir olarak başlarlar. Zamanla aranan, anılan yazar olurlar. Sonra köşe yazarı, başyazar ya da yönetici olarak en büyüklerinden bir İstanbul gazetesine transfer olurlar.
Ben tersine bir transferle 1960’ta Ankara’ya atandığım zaman oradaki genç gazetecilerin pek çoğu DP iktidarına muhalefetten dolayı “Ankara Hilton” adını taktıkları Ulucanlar Cezaevinde’ydiler. Toplu tahliyeleri zafer şenliği gibi olmuştu. Kimileriyle muhabbetimiz ta o günlere dayanır.
Altan Öymen ve Oktay Ekşi birkaç yıl farkıyla çağdaşım sayılırlar. Oktay Ekşi’nin bu terütaze görünen fotoğrafını Kurucu Meclis’in ilk toplantı gününde çektiğimi anımsıyorum. Altan Abi’yi ya bir ara Ankara Palas’ta, ya da Zeki Müren’le röportaja gittiğimiz bir günde Belvü Palas’ta çekmiş olmalıyım. Zeki Müren’in şakalarıyla şenlikli bir gündü o gün, mazide kalan…
Oktay Ekşi’nin daha olgunluk dönemi fotoğrafı 1970 cıvarında, Altan Öymen’in fotoğrafı ise 1980’lerde çekildi.