Gastronomi tarihi daha çok gurmeler ve onların yeme-içme kültürüne katkılarıyla ilgilense de, ünlü “gourmand”ları (oburları) görmezden gelmez. Bu “şahane oburlar”ın dikkatleri çekmesi ise sadece cüsseleri nedeniyle değildir. İşte aşırılıkları, iz bırakan tuhaflıkları ve hazırladıkları mönülerle gastronomi tarihine renk katanlardan “okkalı” bir seçki.
Dinî inançların hemen hepsi oburluğu bedene yapılan bir eza olarak görüp, nefse yenilmekle eş tututarak günahların en büyüklerinden saymış olsa da tarihte birçok ‘olağanüstü iştahlı’ karakter ile karşılaşıyoruz. Oburlukla gurmelik arasında ince bir çizgi var. Obur niteliğe bakmadan yiyene, gurme ise yediğinin niteliğine önem verene deniyor. Gurmeler de çok fazla yiyebilir elbet ve işin ucu oburluğa dayanabilir. Tarihin sayfaları çok sayıda obur ile dolu. Birkaç seçme örneğe birlikte göz atalım.
Yazılarımızda sık sık değindiğimiz ünlü De re Coquinaria (Yemek Sanatı) isimli kitabın yazarı Marcus Gavius Apicius en büyük karidesleri bulmak için kaptanına günün birinde “Haydi Libya’ya dümeni kır!” demiş mesela. O seyahatte hayal ettiğini bulamamış ama yeme içmeye 1. yüzyılın parasıyla yüz milyon sestertius (yaklaşık 150 milyon dolara yakın bir meblağ) harcamış. Elinde avucunda 10 milyon sestertius kalıp sağa sola borçlanınca yemek zevkini istediği gibi tatmin edemeyeceği korkusuyla son bir yemek yiyip bu dünyadan gitmeyi tercih etmiş. Geceden marulları bal şarabı ile sulatırsan paralar da suyunu çeker tabii…
Roma tarihi iflah olmaz ve takıntılı oburlarla dolu. Domitianus koskoca Sanato’nun gündemini hediye gelen dev bir kalkan balığını nasıl pişirseler iyi olur mevzuu ile meşgul etmiş. Neron sofraya öğlen oturur gece yarısı kalkarmış. Meşhur Septimius Severus’un oğlu imparator Geta çeşitli etlerin alfabetik sıra ile servis edilmesini emredermiş. Roma’nın en “yaramaz” ve tartışmalı imparatoru Elagabalus ise Apicius’u örnek aldığını söylermiş. Onun izinde deve tabanı, horoz ibiği, tavuskuşu ve bülbül dili, flamingo ve keklik beyni, balda kızarmış tarla faresi, bıldırcın yumurtası, papağan ve sülün kafaları ile kızarmış barbun bıyığı gibi garip yiyeceklerle ziyafetler verirmiş. Üç milyon sestertiusa mal olan davetleri olmuş. Bezelyelerin içine altın parçaları, pilava inciler kattırırmış. Mücevher kakmalı altın kadehleri davetliler evlerine götürebilirmiş. Nihayetinde, cinsel ve dinsel sapkınlıkları nedeni ile başa geçişinin dördüncü yılında bir tuvalette öldürülüp, cesedi Tiber nehrine atılmış.
Roma tarihi Lucullus gibi bir gurme de görmüş. İ.Ö. 64 yılında konsül olan ve Doğu’da Mitridates’i dize getirip olağanüstü bir kişisel servetle Roma’ya dönen bu generalin de davetleri son derece ihtişamlı olurmuş. Bugün bile İngilizce’de “lucullan” sözcüğü; şatafatlı, lüks ve gurme anlamında kullanılmaktadır. Evinin odalarına göre verdiği davetin masrafı değişirmiş; Apollo odasında yemek hazırlayın dediği zaman aşçılarının yaptıkları hazırlığın maliyeti 50 bin Drahmi’den (yaklaşık 150 bin Dolar) aşağı olmazmış.
Kilisenin 6. Yüzyıldan itibaren sürekli ”Çok yemeyin, yemeği düşünmek bile günah. Yapmayın, cehennemde yanarsınız” uyarılarına rağmen 16 ve 17. yüzyıllar Avrupa’da lüksün ve oburluğun doruğu olmuş. Catherine de Medici’nin doymak bilmeyen iştahı sürekli hazımsızlık çekmesinin başlıca nedeniymiş. VIII. Henry’yi atletik bir delikanlıdan koca bir dağa çeviren de ne altı karısı ne de güç hırsının stresi olmuş. Çok obur ve yağlı etlere düşkün kral hiç sebze yemediği için sonunda C vitamini eksikliğinden hastalanıp ölmüş.
En iştahlı İngiliz
Britanya kralı VIII. Henry yağlı etlere düşkünlüğü nedeniyle aşırı kilo almış ve hiç sebze-meyve yemediğinden C vitamini eksikliğinden ölmüştü.
İngilizlerin olur da Fransızların obur kralları olmaz mı? VIII. Louis mutfağa bizzat kendisi girip ‘kiraz kuşu püreli trüf’ yaparmış. Bir gün Escars Dükü ile mutfağa girip on kişilik misafire püre hazırlamışlar ama dayanamayıp hepsini yemişler. Dük gece yarısı hazımsızlıktan ölürken doktorlar koşup hayatta mı diye krala bakmışlar. Arkadaşının ardından “Ah ah. Ben ona demiştim benim midem senden daha sağlam diye” pek hayıflanmış.
XIV. Louis de atasının izinden gitmiş. O kadar çok yemek yermiş ve o kadar şişmanmış ki sarayındaki prensesleri de kendisine benzetmiş. Palatine Prensesi de aşırı yemekten çatlayarak ölmüş.
Peki Charles Darwin’e ne demeli? Öğrenciyken Cambridge’de kurduğu Oburlar Kulübü üyeleri Charles’ın hiç denenmemiş et türlerini yemeye fazla dayanamamış. Beagle ile sefere çıkıp armadillo ve “yediğim en lezzetli etti” diye tanımladığı büyük, kahverengi bir kemirgeni deneme şansı olmuş. Noel sofrasında yemekte olduğu kuşun nadir bir cins olduğunu anlayınca fırlayıp kafa, kanat, baş ne kaldı ise artık, incelemek için el koymuş.
Büyük porsiyonları ile bildiğimiz ABD’de kendi oburlarını yaratmış. ‘Elmas Jim’ lakaplı demiryolu milyoneri Jim Brady’nin (1856-1917) bir oturuşta üç düzine istiridye, altı yengeç, iki koca kase çorba, yedi istakoz, iki ördek, iki porsiyon tatlısu kaplumbağası, bir koca biftek, bir tabak pasta ve bir kilo çikolatayı bir iki galon portakal suyu ile yediği kayıtlara geçmiş. 50 misafirini ağırladığı efsane ziyafette kendi içmemiş ama misafirler 500 şişe şampanya içmiş, her biri 60 bin dolarlık broş hediye edilen hanımlar da yemekten pek mesut ayrılmışlar.
Biz de yemeği çok sevenlerdeniz milletçe. Bizim de aşağı kalmayacak oburlarımız vardır elbet. 1561-1564 yılları arasında sadrazam olan Semiz Ali Paşa adından da anlaşılacağı üzere Hollanda’dan getirilen iki katananın ancak taşıyabildiği, nüktedan biri imiş. Karşı çıktığı Malta seferi için acele edenlere “Paşalarımız Malta kalesini helvadan sanıp yemek isterler” dediği söylenir. III. Ahmed’in sadrazamı Kavanoz Ahmed Paşa’nın kavanoz lakabını ise halk kendisine şişmanlıktan boynu görünmediği, fesi de tepesinde kapak gibi durduğu için yakıştırmış.
Yahya Kemal’in de şahane bir obur olduğunu Mina Urgan anılarında anlatır. Mina Hanım’ın annesi kendi hiç ev sahibi olmamış şairi Ada’daki evlerinde aylarca, hatta yıllarca konuk etmiş. Onun için hazırladığı diyet yemeklerinin üzerine sofradaki diğer yemekleri de silip süpürür, herkesten üç kat fazla yemek yermiş.
Sürekli değil belki ama arada oburluk yapmak keyiflidir. Virginia Woolf ’un güzel sözü ile noktalayalım bu seçkiyi: “Güzel bir yemek yemeden iyi düşünebilen, sevebilen ya da iyi bir uyku çekebilen kimseyi tanımadım”.