Dünyadaki hiçbir inanç sistemi, kendine inanmayanları yoketmek üzere ortaya çıkmadı. Ancak tarih, özellikle Hıristiyanlık ve Müslümanlığın yayılma ve kendi içlerindeki iktidar mücadeleleri döneminde sayısız katliam ve vahşete tanıklık etti. Hıristiyan dünyası Aydınlanma Çağı’yla birlikte bu sorunu büyük oranda çözerken İslâm dünyasında şiddet dönem dönem azalıp artarak bugünlere kadar geldi. Dünden bugüne din adına işlenen cinayetlerin, yapılan zulümlerin kısa tarihi…
İHSAN ELİAÇIK
Günümüzde İslâm ve şiddet tartışmaları yapılırken Hazreti Muhammed’in girdiği savaşlara da çokca gönderme yapılır. Ancak bilinmelidir ki, peygamber dönemindeki savaşlar hep kendini savunma, Müslümanların can ve mal güvenliğini koruma amaçlıdır. Zaten Kuran-ı Kerim’e göre saldırı yoksa savaş da yoktur. Müslümanlar ancak kendilerini savunmak için silaha başvurabilirler. Savunma sözkonusu değilken bir yeri işgal etmek, fethetmek, haraca kesmek, birilerini din adına öldürmek diye bir şey yoktur. Peygamber zamanındaki durum da genel hatlarıyla böyleydi.
Peygamber 632 yılında vefat ettikten sonra Ebubekir (573-634) halife oldu. İki yıl halifelik yapan Ebubekir de peygamberin çizgisini sürdürdü. İkinci halife Ömer (581-644) döneminde ise durum değişti, Ömer’in on yıllık halifeliği boyunca İslam orduları yavaş yavaş civar kabilelere ve ülkelere yönelik işgal hareketlerine giriştiler. Ömer zamanında ordu Azerbaycan’a kadar gitmişti. Bunlar her ne kadar “fetih hareketi” denilerek meşrulaştırılmaya çalışılıyorsa da kendilerinden önceki Bizans ve Sasani İmparatorluklarının işgal hareketlerinden farksızdı.
Şiddet sarmalına bir kez girildikten sonra, dışa dönük şiddetin içe yönelmemesine imkan yoktur. İçe dönük şiddetin İslâm dünyasını sarsan ilk olayı halife Ömer’in öldürülmesiydi. Mallarını yoksullara dağıtmaktan, vergilerini arttırmaktan söz etmesinin ürküttüğü zengin çevreler Ömer’i öldürttüler.
Sonra gelen üçüncü halife Osman’ın (580-656) ikinci altı ayından itibaren muhalefet hızla yükselmişti. Muhalefetin sisteme barışcı yollardan katılma kanalları olmadığı için 12 yıllık halifeliğinin ardından o da öldürüldü. Dördüncü halife Ali de (599-661), Muaviye (602-680) ile girdiği beş yıllık bir iktidar mücadelesi ve binlerce insanın katledildiği savaşlardan sonra öldürüldü. Böylece Müslümanların dört halifesinin üçü yine Müslümanlar tarafından uğradıkları suikastlerde öldürülmüş oldular.
Müslümanlar arası şiddetin kökeninde bir siyaset ve iktidar mücadelesi vardı. Bugünkü tabirle demokratik mekanizma, yani iktidarın sulh yoluyla değişimini ve kitlelerin barışçı yollardan sisteme katılmasını öngören bir sistem yoktu. Halifenin ne kadar süre işbaşında kalacağı, iktidarın vazifelerinin ne olduğunu, yöneticileri kimin seçeceği, kaç yılda bir seçeceği bunlar hep belirsiz kaldı. Gelen ölene kadar gitmedi, iktidara gelmek isteyen de kanlı ihtilal dışında bir yol bulamadı. İslamın tarihsel tecrübesi de bu iktidar kavgaları yüzünden tıkandı kaldı.
Kâbe’nin yakılması
Ali’yle Muaviye arasındaki kavgayı kazanınca Muaviye kendini halife ilan etti ve 91 yıl süren Emevi hanedanı dönemi başlamış oldu. Muaviye’nin ardından gelen oğlu Yezid de (646-683) birçok ayaklanmayı bastırmakla uğraştı. Bu ayaklanmaların en büyüğü ve kanlısı 680 yılında Kerbelâ’da yaşandı. Yezid’in ordusu bütün peygamber torunlarını katletti, Medine’yi bastı, sahabe kadınlara tecavüz etti ve ardından Mekke’yi işgal edip Kâbe’yi mancınıklarla fırlattıkları ateş toplarıyla yaktı. Kâbe’nin cayır cayır yakılmasından sonra diyebiliriz ki, en azından görüntü olarak “bu iş bitti”. İslam’ın adaletli, eşitlikçi, barışçı mesajı Kerbelâ’da toprağa gömüldü.
Kerbelâ olayında olduğu gibi zorbalık yapıp büyük günahlar işleyenler, yaptıklarını meşrulaştırmak için kelam üretmeye, uydurmaya başladılar. Mesela, büyük hadis kitaplarından herhangi birinin iman bölümü açıldığı zaman şunların yazıldığı görülür: “Kalbinde hardal tanesi kadar imanı olan bir kimse deniz köpüğü kadar günah işlemiş olsa bile affolur”. Yani, “Kerbela’da bu katliamları yaptım ama kalbimde iman var. O zaman bu günahların affedilmesi lazım, çünkü peygamberimiz böyle buyurmuş!”
Bu uydurmalara daha başka birçok örnek verebiliriz. İkindi namazı kılanların o günkü günahları affolur, Cuma namazı kılanların o haftaki günahları affolur, hacca gidenin bir yıllık günahları affolur, Arafat’a çıkanın kul hakkı da affolur… Bunların hepsi uydurmaydı ama hadis kitaplarına geçince nesilden nesile aktarıldı, bunların etrafında bir ilahiyat üretildi ve günümüze kadar ulaştı.
Saltanat devri başlıyor
Görüldüğü gibi daha İslamın ilk yüzyılında Müslümanlar arasında çıkan iç savaşlarda binlerce kişi hayatını kaybetmişti. Sadece Ali-Muaviye savaşlarında ölenlerin sayısı 100 bini buluyordu. 100 bin rakamını o günkü İslam dünyasının nüfusuyla orantılayıp günümüze uyarladığınızda durumun korkunçluğu ortaya çıkar.
Muaviye’nin Emevi darbesi oligarşik bir dini diktatörlük dönemi başlattı ve inşa edilen süreç İslam dünyasının sonraki tüm asırlarını etkisi altına aldı. Emevi darbesiyle birlikte “Sünni Saltanat İdeolojisi” ve “Şii İmamet Mitolojisi” diyebileceğimiz bir iktidar ve bir de ana muhalefet akımı oluştu. Siyasi krizler bu iki ana akım üzerine bina edildi, bunlar dışında başka bir yol üretilemedi. Emevilerden sonra gelen Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar dönemleri bu açıdan birbirinin tekrarı ve devamıdır. Bu 14 asır boyunca İslam dünyasında barış içinde geçen 10 yıl bile yoktur. Sürekli ayaklanmalar, ayaklanmaları bastırmalar, kanlı ihtilaller, saray darbeleri, fetihler, işgaller, saltanatın bekâsı için evlat boğdurmalar…
Diğer taraftan Ömer döneminde başlayan fetih hareketleri İç Asya’dan İspanya kıyılarına kadar askeri açıdan zaferler silsilesi getirmişse de siyasi açıdan fethedilen uygarlıkların mirasının da devralınmasını gerektirmişti. Bir yandan Sasanilerin bir yandan Bizans’ın devralınmaya başlaması sürecinde Hz. Muhammed’den önceki eski dünya alışkanlıklarının İslam dünyasına sızmasına mani olunamadı.
İslam dünyasında, demokrasi batılıların sembolü sayıldığı için bir küfür olarak görünür ama nedense saltanat denildiği zaman kimse rahatsız olmaz. Halbuki saltanat da Muaviye tarafından Bizans’tan örnek alınarak İslam dünyasına sokulmuştur. Zaten İslamın demokratik yorumu Bizans’tan saltanat, harem hayatı, saray hayatı ithal edilerek boğuldu. Saltanat, İslâm’ın siyasi reformlarının gelişmesine engel olduğu gibi iç ve dış şiddetin meşrulaştırıcısı da oldu.
Saltanat, İslâmi bir yönetim biçimi olmadığı gibi İslâm’a aykırıdır da. Birincisi İslâm’daki rıza ilkesine aykırıdır. Rızasını almadığın bir kadınla evlenemezsin, bir esnaftan rızası dışında mal alamazsın, rızasını almadan kimseyle anlaşma yapamazsın, yönetemezsin. Ancak İslâm’ın aksine saltanatta rıza yoktur ve ontolojik olarak da olmasına imkan yoktur. İkincisi, evlat katli islam hukukunda çok büyük bir suçtur. İslam hukuku işletilse, evlat katleden padişahların yargılanmaları gerekir. Üçüncüsü, İslâm’da cariye hayatı kesinlikle yoktur. Dördüncüsü, devşirme sistemi, yani çocukları ailelerinin elinden alıp ismini dinini değiştirmek İslâm’a aykırıdır. Saltanatın olduğu yerde aslolan din değil saltanattır.
Osmanlı Devleti’nin çöküşüyle birlikte İslâm dünyası yepyeni bir döneme girdi. Bu dönemin en önemli özelliği İslâm medeniyetinin adeta tarih sahnesinden çekilmesi ve İslâm coğrafyasının sömürge haline getirilmesiydi.
İslâm düşüncesinde 1930’lu yıllarla 1990’lı yıllar arasında görülen Hasan el–Benna, Mevdudi, Humeyni gibi simaların söylemlerinde radikalleşme eğilimi ortaya çıktı. Bu eğilimin sahipleri, Osmanlı Devleti’nin son dönemindeki İslâmcılar, “devleti kurtarma” temayülünün aksine “devlet kurma” düşüncesindeydiler. Çünkü uluslararası arenadan tümden silinmenin doğurduğu bir sonuç olarak, acilen bir devlet kurmaları gerekiyordu. Bu da haliyle cemaat, parti, teşkilat, devrim, kıyam, ayaklanma gibi kavramların öne çıkmasına sebep oldu.
İhsan Eliaçık’la yapılan söyleşiden derlenmiştir.
DÜNDEN BUGÜNE SELEFÎLİK
Farklı fikre sıfır tolerans
İslâm düşünce tarihi içinde yeniliğe en çok karşı olup zihinleri geçmişe dönük çalışanlar Selefî denilen gruplardır.
Peygamberin vefatının ardından, “Peygamberin olmadığı çağlarda Müslümanlar kime uyacak?” sorusu ortaya atılıp Müslümanlar arasında siyasi, iktisadi ve fikrî birlik sağlanamayınca farklı sesler çıkmaya başladı. Yaşayan, kendisine vahiy inen bir peygamber olmayınca ne olacaktı? Bir tartışma olduğunda, peygamber otorite boşluğunu dolduruyordu ama vefatının ardından Müslümanlar birbirine girince, hele Muaviye savaşlarında yüz bine yakın insan ölünce büyük bir kaos ve travma yaşadı İslam dünyası. Selefîlik akımı, bu travma sonucunda, “Herkes kafasına göre konuşup durmasın, ayet ne diyorsa ona uyalım” denilerek ortaya çıkan zahiri ve şekilci bir çabaydı. Selefîler, “Ayetlerle ilgili kimse yorum yapmasın, kimse aklına başvurmasın, kimse kendi görüşünü oluşturmasın. Böyle yapınca birlik olamıyoruz. Bu nedenle ayetin dışsal ilk anlamı ne diyorsa ona uyalım” derler.
Bunlar bir tek görüş olsun ve herkes ona uysun istiyorlar ama pratikte birçok farklı fikir çıkmasına engel olamıyorlar. O zaman da farklı görüş sahiplerini yok etmek için şiddete ve silaha başvuruyorlar.
Selefîlikten söz etmişken, bu akımın 18. yüzyılda Suudi Arabistan’da ortaya çıkan temsilcisi Vahabilik’ten de söz etmek gerekir. Selefî iddialarla ortaya çıkan Muhammed bin Abdülvahab, yoruma karşı çıkıyor, ayetlere, hadislere birebir uymak gerektiğini söylüyordu. Muhammed İbni Suud, yani Suudi Arabistan’ın kurucusu, Muhammed bin Abdülvahab’ın çizgisindeydi. Suudilere Vahabi denilmesinin sebebi budur.
Selefîlerin ileri gelen alimlerinden biri İbni Teymiye’dir (1263-1328). Şiddetli tasavvuf karşıtıdır İbni Teymiye. Ünlü İslâm düşünürü ve mutasavvıf İbni Arabi’ye “şeyhül ekfer” der, kafirlerin şeyhi, en büyük kafir anlamında. Suudi Arabistan resmi olarak onun kitaplarını basar, dağıtır.
Bugün de İslam dünyasındaki tartışmalardan rahatsız olan, farklı görüşlerden hazzetmeyen, zihni daha çok siyah beyaz çalışan, “Bir kişi imam olsun herkes buna uysun” diyen zihinler hemen Selefîliğe kayarlar. Suudi Arabistan tarafından da desteklenen kayarlar. IŞİD, El Kaide, El Nusra gibi hareketlerin kökeninde de bu tek tipçi ve farklılığa tahammülsüz zihin yapısı vardır. Bu zihin yapısının aslında Müslümanlıkla bir ilgisi yoktur. Sözgelimi solcu olsa Stalinist zorba olacak bu insanlar Müslüman olduğu için Müslüman zorba olmuştur.
Bunların din algısında da sakatlık olduğu için iktidarı ele geçirdiklerinde inanç ve ritüelleri din olarak uygulamaya başlıyorlar. Kuranî bakış açısı şöyle bakar; bir insan öldürüyor mu, çalıyor mu, iftira ediyor mu, hak yiyor mu? Neye inandığı, hangi ibadeti yaptığı yapmadığı önemli değildir. Ama bunlar gücü ele geçirir geçirmez namaz kılıyor mu, başını örtüyor mu, hangi inançtan, hangi mezhepten, bunları takip ediyor. Böyle olunca ele geçirdiği devlet dini polis devletine dönüşüyor. Din namına insanlara kan ağlatmaya başlıyorlar.