Sultanların anlaşılmaz, yüksek bir Türkçeyle konuşup yazdıkları efsane, halk diliyle konuştukları gerçektir. Arapça-Farsça deyimler içeren resmî yazılarsa imparatorluk paleografyası olarak eskiden beri devam eden bir gelenektir.
Bize ses kaydı bırakmayan saray mekanlarında, kelimesi kelimesine kaydedilmiş konuşmalar aramak boşuna. Hizmet koğuşlarında, dairelerde, haremde, Karaağalar taşlığında, mutfaklarında, Enderun odalarında… asırlar boyunca konuşulanlar hepten kayıp. O iç dünyadan anılar bırakan Menavino, Bobovi gibi birkaç içoğlanı, saray arşivindeki belgeler, Merhum Uluçay’ın yayımladığı Haremden Mektuplar, sır kâtiplerinin rûznâmeleri, padişahların beyaz üzerine yazıp sadrazama, kaptanpaşaya gönderdikleri buyruklar… Bunlar sarayda, payitahttaki gündelik Türkçeden farklı bir dil-üslup kullanılmadığını kanıtlıyor.
Payitahtın ulema-aydın zümresiyse, seçkinliklerini üsluplarıyla gösteriyorlardı kuşkusuz. Tartışılan “Osmanlıca” da bunlara özel, bunların eserlerinde ve resmî yazılardadır. Padişahın, saraylıların konuştukları yalın Türkçeydi. Dahası padişah katında, taşradan getirdiği kaba Türkçeyle konuşan, İstanbul Türkçesini evirip çeviremeyen haldur huldur devletliler çoktu. Payitaht aydınları bunları, kimbilir nasıl süzerek, gülümseyerek, dokundurarak eziyorlardı?
O zamanlar “Osmanlı-Osmanlıca” gibi” uydurmalar henüz icat edilmediğinden, kaba zurna misali belki kaba Türkçe, yazıda da kara cümle vardı. Bu, dilin en basit okunuşu yazılışı demekti. Tanzimat eğitim öğretiminde bu kavramların tartışıldığı bir evre de vardır.
Padişahların Arapça Farsça konuşanı yok. Yavuz, Şah İsmail’in Türkçe divanına karşılık Farsça divan yazmış. Kurucu Osman’la oğlu Orhan’ın Türkçesinden, 21. kuşaktaki torunları Vahideddin’e kadar, padişah Türkçelerinden bir antoloji yapılabilir. Osman’la Orhan şöyle konuşmuşlar: “-Oğul Orhan, bu Tatara gerçe ant verdük ve illâ bunların Tatarlığı gitmez. Gel sen var bu gâziler ile Kara Çebüş’e ve Kara Tegin’e. -Hânum baba! Her ne ki sen buyurur isen kabul ederim!”
600 yıl sonra Vahided- din’den cümleler: “Bizim hanedanımıza her türlüsü gelmiştir. Sarhoşu delisi aptalı vardır. Amma dinsizi gelmemiştir.” “Dünyada üç mel’un vardır. Bunlar bir saç ayağıdır. Biri hemşirem Mediha Sultan, ikincisi eşi Ferid Paşa Üçüncüsü de oğlu Sami’dir.” 600 yıl zamana karşın, cümleler aynı içtenlik ve yalınlıkta. Eserekli Sultan İbrahim’in, öfke krizlerinde vezirlere: “Bre karpuz kıyafetlü püzeveng! Sen kendine bir hizmet mi etdün sanursun? Bu kadar hazinemi sarf edüp bir alay mel’unu katl etmedin!” diye bağırıp çağırdığı, huzurundaki veziri boğdurup boğdurmamak konusunda duraksayınca “ Ne yabani söyler? Sana var git dedim, durma git. Yoksa seni katl ederim!” veya Telli hasekisi Hümaşâh’ın müsadere edilen serveti önüne yığıldığında: Hay kâfir kızı! Bana akşama ekmek alacak param yok der yemin ederdi” dediğini tarihçi Naima yazıyor.
Sık sık tebdil gezen III. Selim, gözlemlerini kısa buyruklarla ve kendi yazısıyla ilgililere gönderirmiş. Saray arşivindeki bu belgeler, saray eğitimi alan ve 28 yaşında tahta çıkan, şair, bestekar, aydınlarla düşüp kalkan bu padişahın da orta düzeyde İstanbulludan farklı cümleler kurmadığını belgeliyor. Onlarca buyruğundan şu birkaçına göz atalım: “Cumalarda, tebdillerde görüyorum. Miskinler dileniyor. Eskiden gelmeleri âdet değildi. El ve ayağı ve gözleri sağ olup kâr ü kisbe gücü yetenler saillik (dilencilik) etmesünler ve külhani çocukları külhanlara komasunlar!”
Üsküdar’da Kalyoncu neferlerinin ehl-i ırz kadınları kaldırıp odalarına götürmek istemelerine gözleriyle tanık olduğunda kaymakam paşaya yazmış: “Eğer bula idim cezalarını tertip ve siyaset (idam) ederdim. Bu nasıl şeydir. Kaptan Paşaya bir eyü tenbih eylerim. Bu nasıl şeydir? Vallahi bir dahi böyle kapusuz-vâri işlerin işidirsem zâbitlerinden sual ederim”.
Müslümanlara içki satılmaması konusundaki buyruğu da ilginçtir.: “Ehl-i İslâm’a hamr (şarap) satılmayub ve bir mahalle hafî ve celî (gizli açık) meyhâne olmamalı. Şehrin şurasında burasında gizlice şarap satılıyor. “Ayaklılar” her yere girip çıkıyor. Sekbanbaşı (nın) para karşılığı bunlara göz yumduğu mesmuum oldu (duydum), azlettim. Bunun peşini bırakmayacağım.”
Sadrazama giyim kuşam israfı konusundaki şu cümlesine –hadi “Osmanlıca” diyelim: “Mizâc-ı nâsın israf ve sefâhete mâil ve bu suret kâffe-i nizâmı muhil ve irtikâp ve irtişâya baisdir”Devamı ise “açık ibaredir: “Ben daima İstanbulkârî Ankarakârikumaş giyerim. Devlet ricâlim ise hâlâ Hindkâri ve İran-kâri kumaş giyerler. Memleket kumaşı giyerlerse memleket kumaşı revaç bulur… Hem karılar yine gâyet fena kıyafetle hotozları uzun yakaları uzun hem pek açık renk giymekteler”.
Kaymakam Paşa’ya bir buyruğunda da: “Şimdiden sonra binâ olunan evler tetbih edesin gâvurlarınki gibi siyah lâcivert boyamasunlar. Hem pek yüksek yapıyorlar ve âdetden ziyâde yapmasunlar. Müslüman evleri siyah olmasun. Gâvur ve Yahudi evleri siyah olsun. Gâvur ve Müslüman belli olsun. Mimar ağalarını çağurub tenbih edesin”.
Bir tebdil dönüşü sadrazama şunları yazmış: “Bugün tebdilen geçerken Divanyolu’nda furun önünde kalabalık gördüm. Herifin biri dahi –Yiyecek ekmek bulamıyoruz– diye feryad eyledi. Alimallah mükedder oldum. Şunun bir çaresine bakasın. Zira Ramazan-ı şerifde ibadullah zahmet çekmek lâyık değildir”.
“Bu gece sabaha yakın Frenk gemicileri sandal ile türkü çağırarak saray önünden geçtiler ve birkaç def ’adır ediyorlar. Reis efendiye tenbih eyle bilcümle elçilere ve Frenklere tenbih eylesün. Bir dahi öyle edebsizlik etmesinler. Hem olursa bilâ-amân katl ederim.
Haremden yansıyanlar da ilginçtir. Hurrem Sultan’ın kocası Sultan Süleyman’a mektupları, bu türün yalın, sevgi dolu örnekleridir. Saadetim yıldızı sultanım, cânü azizim, Gözüm nûru, İki cihanda ümidim, Devlet güneşim, İki gözümün nûru…hitaplardır. Hurrem, Süleyman’a “Ey sabâ sultanıma zâr ü perişan deyesin/ Gül yüzünsüz işi bülbül gibi efgan deyesin” Hurrem’in Süleyman’a, “Yâre varıp dün gece derd-i-derûnum arz eyledim / Hâba vardı gözleri yanımda san efsânedir” Süleyman’ın sevgili hasekisine aşk deyişleridir.
PADİŞAHTAN VEZİRİNE
III. Ahmed: Bu portakallar ekşi, tatlısını gönder; ayva da gönder
Sultan III. Ahmed Hatt-ı Hümayunu: “Sen ki vezirim; Sultan nicedir [Veziriazam ile evli
kızını kastediyor]. Dünkü gün beyza istimal buyurup istifrağ eylemişler. Vaki’i öyle midir? Hala nicedir, yazup bildiresin. Beyaz dilkü [tilki] kürkler temam oldukça birer ikişer gönderesin.
Geçende portakal turuncu gönderdin lakin ekşi, bir vechile ekl olunmaz [yenilmez] limon ekşiliği kadar ekşisi var. Evvel gayet tatlı gelirdi. İki sene vardır ki ekşi gelür. Buldurabilirsen tatlısını gönderesin. Kato (?) armudu ve ayva da gönder. Mısır’dan gelen atların içinde pek aslah at var mıdır? Şimdi istemem bilmek için yazdım.
RESMİ UNVAN, ELKAP VE HİTAPLAR
İmparatora hitap, sadrazama elkab
Padişah ifadesiyle yabancı hükümdarlara gönderilen nâme-i hümayunlar Türkçe, buna karşılık devlet adamlarına, görevlilere yazılan fermanların elkap ve hitapları Arapça, metinleri Türkçedir. Bu fermanlar, tâ Roma paleografyasına dayanan imparatorluk formülleriydi. Bunlara “Osmanlıca” demek gülünçtür.
1565’te Avusturya imparatoruna verilen ahidnâme’de Kanunî’nin ünvanı ve hükmettiği ülkeler, kendi dilinden şöyle sıralanmıştı:
“Ben ki Sultân-ı Selâtin-i Şark ve Garb sâhib-kıran-ı memâlik-i Rûm ve Acem ve Arab ve Karaman-ı kevn ü mekân Nerimân-ı meydân-ı zemîn ü zamân Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Ka’be-i-mu’azzamaveMedîne-i münevvere’nin ve Kudüs-i şerîf ve Taht-ı Mısır-ı nâdire-i usrun ve vilâyet-i Yemen ve Aden’in ve San’a’nın ve Dâru’s-sedâd-ı Bağdad’ın ve Basra ve Lahsâ’nın Medâin-i Anuşîn-i Revân’ın ve Diyâr-ı Cezâyir ve Azerbaycan’ın ve Deşt-i Kıbçak ve Tatar’ın ve Kürdistan ve Lûristân’ın ve Külliyen Rumeli ve Anadolu ve Karaman ve Eflâk ve Boğdan ve Üngürüs memleketlerinin ve bunlardan gayri nice memâlik ve diyâr-ı azîmü’l-itibârın padişâhı ve sultanı Sultan Süleymân Han ibn-i Sultan Selim Hânım.”
Fatih Kanunnâmesi’ne göre veziriazâma yazılan fermanların girişinde Divan kâtipleri, padişahın ağzından basmakalıp onurlandırıcı elkabı sıraladıktan sonra padişah buyruğunu Türkçe yazarlardı. Elkab söyleydi:
“Düstûr-ı Ekrem müşîr-i efham nizâmü’l-âlem nâzım-ı menâzımu’l-ümem enîsü’d-devletü’l-kahire celisü saltanatü’z-zâhire müdebbir-i umûri’l-cumhûr… bi’r-re’yi sâhib mütemmim-i mehâmü’l-enâm bi’l-fikri’s- sâ- kib müessis-i cenâb-ü’d-devlü ve’l-ikbâb muhassıs-ı erkânu’s saltanat-ıve’l-iclâlel mahfûfu bi-sunûf-ıavâtif-i‘l-meliki’l-âlâ vezir-i âzâm…”