1939’da yıktığı 2. İspanya Cumhuriyeti’ni ölene dek cezalandıran General Franco, İspanya’yı 1948’e kadar sıkıyönetimle idare etti. Cumhuriyet’in reformları yok edildiği gibi, cumhuriyetçilere de kefaret ödemesi gereken günahkârlar gözüyle bakıldı. 10 binlerce muhalif idam edildi, 100 bin siyasi tutuklu yıllarca hapishanelerde kaldı.
On yıl önce, Başbakan José Luis Zapatero’nun büyükbabası, İspanya’da güncel tartışmaların en canlı konusuydu. Juan Rodríguez Lozano adındaki bu yüzbaşı, 18 Ağustos 1936’da, darbeci ve ayaklanmacı askerlerin safına geçmeyi reddederek Cumhuriyet’e sadık kaldığı için Léon yakınlarında kurşuna dizilmişti. Yıllar sonra doğan torunu 2004’te başbakan olduğunda, içsavaş kurbanı dedesi birden bütün ülke tarafından tanınır hale geldi. Çünkü Zapatero, büyükbabasının idam edilmeden önce ailesine gönderdiği son mektubun, politikaya girmesinde en önemli etken olduğunu açıklamıştı.
Başbakanın girişimiyle 2007’de “Tarihî Hafıza Yasası” kabul edildi; bununla Franco dönemininin son hatıraları (heykeller ve diğer semboller) siliniyor, iç savaşta ölenlerin ailelerine verilen tazminatlar artırılıyor, toplu mezarların kazılması ve ölülerin kimlik tespitine devletin yardımı öngörülüyor, 1939’da sürgüne gidenlerin ve Uluslararası Tugaylarda Cumhuriyet için savaşmış yabancıların çocuk ve torunlarına İspanya vatandaşlığı veriliyordu.
Bu noktada başbakanın büyükbabasının hatırası, suçlamaların hedefi haline geldi. İki gazetecinin yazdığı, cumhuriyetçi yüzbaşının aslında Mason olduğu iddialarının yer aldığı kitap için yapılan tanıtıma, şimdiki başbakan Mariano Rajoy bile katıldı (sağcı Halk Partisi’nin lideri olmasına rağmen Rajoy’un büyükbabası da Cumhuriyet döneminde Galicia eyaletinin özerklik yasasını hazırlamış, Franco döneminde üniversiteden atılmış bir hukuk profesörüydü).
Kurşuna dizilen yüzbaşının Mason olduğu veya olmadığı iddiasının bu kadar ciddiye alınması, İspanya yakın tarihini bilmeyen bir insana saçma gelebilir. İkinci Cumhuriyet’in bir “Yahudi-Mason-Bolşevik komplosu” olduğu iddiasının yıllarca tekrarlandığı, Franco iktidara geldikten sonra 10 bin kişinin Masonluk iddiasıyla idam edildiği göz önüne alındığında, Yüzbaşı Lozano tartışması daha iyi anlaşılabilir. Yüzbaşıya karşı başka suçlamalar da ortaya atıldı: Bir iddiaya göre görevli olduğu bölgede Falanjistleri öldürmüştü, bir başka iddiaya göre kendisinden daha solcu maden işçilerini kurşuna dizdirmişti veya ordu içinde iki taraflı bir ajandı.
Bu iddiaların doğru olup olmaması önemli değil. İlginç olan, içsavaş bittikten yaklaşık 70 yıl sonra yapılan bu tartışmalarda, savaş ve sonrasının bütün ideolojik kavgalarının, ülkeyi boydan boya birkaç kere bölen yarılmaların, kapanmayan yaraların su yüzüne çıkmasıdır.
Gerçek şu ki, içsavaş boyunca ele geçirdiği topraklarda bir terör politikası izleyen Franco, bu politikayı zaferi kazandıktan sonra da bırakmadı. Nisan 1939’da ülkenin tamamı kendi yönetimine girdiğinde, savaşı bu defa askerî mahkemelerde, hapishanelerde, toplama kamplarında, amele taburlarında, hatta Fransa’ya sürgüne gidenlerin peşine düşerek devam ettirdi. Temmuz 1936’da ilan ettiği sıkıyönetimi ancak 1948’de kaldırdı.
Kanlı bir içsavaştan sonra, zaferi kazananın artık bir barışma politikasını benimsemesi, kendisini “bütün İspanyolların babası” olarak sunması beklenebilirdi. Ama Franco barışmayı reddetti. İçsavaşın bitmesinden otuz yıl sonra, 31 Mart 1969’da yayınlanan bir kanun hükmünde kararname, nihayet Cumhuriyet dönemi suçlarının zaman aşımına uğradığını kabul etti. Bu kararnamede bile, içsavaştan hâlâ “Haçlı seferi” diye söz ediliyordu. Franco, kimseyi affetmeyeceğini, savaşı kazandıktan sonra 19 Mayıs 1939’da Madrid’de düzenlediği büyük zafer geçidinde yaptığı konuşmada belirtmişti: “Kendimizi kandırmayalım: Büyük sermayenin marksizmle ittifakını sağlayan ve İspanyol düşmanı devrime yol açan Yahudi ruhu öyle bir günde yok edilemez; hâlâ çoğu insanın kalbinde çarpmaya devam etmektedir”.
İçsavaş aynı zamanda bir rakam savaşıydı. Hangi taraf daha çok insan öldürmüştü? Bu konuda da zafer Franco’nundu. Çarpışmalar sürerken, darbecilerin cephe gerisinde ele geçirdiği kent ve köylerde 200 bin insanı öldürdüğünü belirten İngiliz tarihçi Paul Preston, kitabına “İspanyol Holokostu” başlığını atmıştı. Ona göre Cumhuriyetçilerin Franco tarafından ezildiği süreç, bir soykırıma benziyordu. İngiliz askerî tarihçi Antony James Beevor da rakamlar konusunda aynı kanıdaydı. İspanyol tarihçi Julius Ruiz ise, savaş sırasında idam edilen Cumhuriyetçi sayısını 150 bin, savaştan sonra idam edilenlerin sayısını 50 bin olarak veriyordu.
Buna karşılık Cumhuriyet denetimindeki bölgelerde, cephe gerisinde 40 bin kişinin öldürüldüğü (ancak bunların çoğu Cumhuriyet hükümetinin denetimi dışında işlenen katliamlardı ve Cumhuriyet’in güçsüzlüğünün kanıtlarından biriydi) genel olarak kabul ediliyordu. 2000’li yıllarda başlayan, 2008 ekonomik krizinden sonra azalan kazı çalışmalarında sayısız toplu mezar ortaya çıkarılmıştı.
Ölen Cumhuriyetçiler bir bakıma kurtulmuşlardı; ölmeyenleri ise yeryüzünde bir cehennem bekliyordu. Savaş bittikten sonra, Nisan 1939 ile Ocak 1940 arasında 1 milyon kişi Franco’nun elindeydi. Yarım milyon savaş esiri 180 toplama kampında, 90 bin esir Amele Taburları’nda (BBTT) ve 47 bin genç erkek, firari askerlerin gönderildiği Amele Askerler Disiplin Taburları’ndaydı (BDST). Ayrıca hapishanelerde 300 bin kadın ve erkek vardı. 1943’te nüfusu 26 milyon olan ülkede hâlâ 100 bin siyasi tutuklu vardı.
Franco rejimi 2. Cumhuriyet dönemini hem silmek hem cezalandırmak istiyordu. O dönemde devlete hizmet etmek bir suç haline dönüştü; bu insanlar askerlerin yönetimi devralmasına yol açan düzensizliğe katkıda bulundukları için “askerî isyan çıkarmakla” suçlanıyordu. Daha savaş sürerken, darbenin birinci yıldönümünde verdiği bir röportajda Franco “Ulusal Hareket bir ayaklanma değildir. Asıl asiler Kızıllardır” demişti. Rejimin ilk yıllarının önemli faşist önderlerinden İçişleri Bakanı hukukçu Serrano Suñer, büyük tasfiye ve idam dalgasına “tersine adalet” (justicia al revés) adını takmıştı. Cumhuriyet döneminde sıradan bir devlet memuru olmak artık suçtu. Örneğin Katalonya’da 15 bin 860 devlet memurundan 15 bin 107’si işini kaybetti. Eğitimle ilgili bir istatistiğe göre, rejimin ilk yıllarındaki tasfiye politikası sonucu bütün ülkede ilköğretim müfettişlerinin yüzde 40’ı, ilköğretim memurlarının yüzde 26’sı ve ortaöğretimde görevli öğretmenlerin yüzde 38’i sistem dışı kaldı; yani sürgüne gitti, idam edildi, hapse girdi veya işten atıldı.
Franco rejimi, kiliseyle kurduğu ittifak nedeniyle Alman ve İtalyan faşizmlerinden farklıydı. Cumhuriyet, 1931 Anayasası’nda İspanya’yı laik bir ülke olarak tanımladığında, Katolik kilisesini de karşısına almıştı. Franco ayaklanınca Kilise hemen desteklemiş ve bunu dinsizlere karşı bir “Haçlı seferi” olarak nitelendirmişti. İçsavaş sırasında Cumhuriyetçilerin elindeki bölgelerde 7 bin din adamı öldürülmüştü; dolayısıyla Katolik kilisesinin Cumhuriyetçilere olan düşmanlığı bir bakıma doğaldı.
Rejimin ilk yıllarındaki ideolojik egemenlik savaşında Kilise laik rakibini (Falanj hareketini) kolaylıkla safdışı bıraktı. “Yeni İspanya”da bütün diğer Cumhuriyet reformları gibi, eğitim reformu da tersine döndü. Ortaöğretimde Katolik tarikat okullarında okuyan öğrenci oranı 1933-34 eğitim-öğretim yılında yüzde 8.3 iken, 1940-41’de yüzde 61.5’e çıkmıştı; özetle devlet, eğitimi kiliseye devretmişti. “Cura”lar yani köy papazları, halkı denetlemekte Guardia Civil’e (jandarma) göre çok daha etkiliydi. Kısacası 1939-1945 dönemine “totaliter ve ulusal-Katolik” denilmesi haksız sayılmazdı.
Ülkede kalan Cumhuriyetçiler ve siyasi mirasçıları, uzun diktatörlük yılları boyunca, gazeteci yazar Miguel Salabert’in 1958’deki ünlü makalesine attığı başlık gibi, bir “iç sürgün” hayatı sürdürmek zorunda kaldı. Cumhuriyet’in elindeki bölgelerde işlenen katliamların intikamı katbekat alınmasına rağmen, kazanan taraftaki suçlular diktatörlük yılları boyunca rahatça yaşamaya devam etti. Cezasız kalan bu suçlular için halk arasında sayısız ilahi adalet hikayesi ortaya çıktı.
Son yıllarda yapılan yerel ve sözlü tarih çalışmalarında köy ve kasabalarda anlatılan, doğrulanması zor pek çok öykü kayda geçti. Örneğin: Şair García Lorca’yı Granada’da 1936’da kurşuna dizenlerden Juan Luis Trescastro Medina hep vicdan azabı çekmiş, 1954’te bir alkolik olarak ölmüştü. Lora del Río’da karnından vurduğu Cumhuriyetçilerin önce havaya sıçrayıp sonra ikibüklüm olduğunu anlatarak övünen Falanjist, sonunda mide kanserinden ölmüştü. Zaragoza yakınındaki Uncastillo’da, Belediye Başkanı Antonio Plano’yu öldüren Falanjist, ömrünün sonuna kadar yatağında öldürüleceği korkusuyla yaşamıştı. Cádiz’deki Ubrique’de bir grup Falanjist, Cumhuriyetçileri kasaba dışında öldürmüşlerdi. İçlerinden biri Diego Flores adında 12 yaşındaki bir çingeneydi. Çocuğun babası, katili “Etin çürüsün, acı içinde öl!” diye lanetlemişti. Katil 1970’lerde cüzzama benzer korkunç bir deri hastalığından ölmüştü. Salamanca yakınlarındaki Cantalpino köyünde Falanjistler, öldürdükleri Eladia Pérez adlı kadını kazdıkları mezara sığdıramayınca kafasını kesmişlerdi. Köylülere göre Anastasio González adlı katil, yıllar sonra çıldırarak sokaklarda “beni Eladia’dan kurtarın!” diye bağırarak dolaşmaya başlamıştı…
Savaş sırasında İspanyol entelektüellerinin tamamına yakını Cumhuriyet yandaşıyken, tarafsız kalan küçük bir bölümü ise boş yere “Tercer España ”yı (Üçüncü İspanya) özlemişti. Demokrasiye geçildiğinde bu özlemin nihayet gerçekleşeceği umudu doğdu. Ancak günümüzün tartışmaları, henüz geçmişin tarih halini almadığını gösteriyor.
RESİM
Guernica: Şiddete karşı hayatı savunan Picasso
Gerçeküstücülüğün coşkuyla benimsendiği ülkelerin başında İspanya geliyordu. Bu akımın rüzgarına kapılan Joan Miró, Salvador Dalí, Oscar Domínguez gibi ressamlar 1930’larda çoğunlukla Paris’te çalışıyorlardı. İçsavaş başlayınca, İspanya Cumhuriyeti 1937 Paris Uluslararası Sergisi için ressamlardan yardım istedi. Böylece sergideki İspanya pavyonunda çağdaş İspanyol resminin bir dizi şaheseri sergilendi. Pablo Picasso’nun Guernica adlı eseri bunlardan biriydi.
İspanya’nın Bask bölgesindeki küçük Guernica kenti, 26 Nisan 1937’de Franco’nun müttefikleri Alman Condor ve İtalyan Hava Lejyonları tarafından bombardımana tutuldu. Sivil halkın katledildiği bu ilk hava bombardımanı dünyada şok yarattı. Picasso da Uluslararası Sergi için bu olaydan esinlenerek iki ayda dev tuvalini yaptı. Ressam “bu resim odaları süslemek için yapılmadı. Bu resim, düşmana karşı bir saldırı ve savunma aracıdır” demişti. Siyah- beyazın tonlarıyla yapılan yağlıboya tabloda, altı insan ve üç hayvan, vahşice yok edilen hayatın simgeleriydi. Guernica çeşitli ülkeleri dolaştıktan sonra emaneten New York Modern Sanat Müzesi’nde kaldı. Picasso’nun vasiyeti üzerine, İspanya demokrasiye geçtikten sonra 1981’de ilk kez ülkesine geldi. Bugün Madrid’de Kraliçe Sofía Müzesi’nde bulunan tablo, sadece İspanya içsavaşının değil, bütün 20. yüzyılın en güçlü sembollerinden biri olarak tanınıyor.
FOTOĞRAF
‘Düşen Asker’in yükselişi
Fotoğrafçılık ve foto muhabirliği İspanya İçsavaşı’nda zirvesine ulaştı. Robert Capa, Gerda Toro (1937’de savaş sırasında öldü), Hans Namuth, David Seymour, Juan Guzmán gibi fotoğrafçıların çektiği fotoğraflar dönemin bütün gazetelerinde yayımlanıyordu. Capa’nın bir milisin ölüm anını gösteren Düşen Asker adlı fotoğrafı (5 Eylül 1936) büyük bir ün kazandı. Yıllar sonra, fotoğrafın gerçek değil sahnelenmiş olabileceği iddiası ortaya atıldı. Fransız fotoğrafçı Henry Cartier-Bresson ise içsavaşla ilgili iki belgesel film çekti.
ROMAN
‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’,‘Umut’ kime gülümsüyor?
İçsavaş dünya entellektüellerini ikiye bölmüştü. 1937’de İngili zşair W. H. Auden Left Review dergisinde “Yazarlar İspanya İç Savaşında Taraf Tutuyor” başlıklı bir araştırma yayınladı. Tüm İngiliz ve İrlandalı yazarlara bir anket yollanmıştı. Buna cevap verenler (İspanya Cumhuriyeti) yanlısıyım/ karşıyım/ tarafsızım şeklindeki üç alternatiften birini seçeceklerdi. Cumhuriyet’e karşı olduğunu söyleyenler çok azdı, aralarında Evelyn Waugh gibi Katolik yazarlar vardı.
Ezra Pound gibi bir faşist ve Samuel Beckett gibi politikayla hep alay eden bir modernist bile Cumhuriyet’ten yana olduklarını söylemişlerdi. Durum Fransa’da da aynıydı. Paul Claudel, François Mauriac, George Bernanos gibi Katolik yazarlar Franco’dan yanaydılar; ancak son ikisi içsavaşın sonuna doğru Franco’nun vahşetinden tiksinecekti. Bunlar dışında neredeyse tüm Fransız yazar ve şairleri Cumhuriyet’i desteklediler. İspanya’da gazetecilik yapan hatta Cumhuriyet saflarında çarpışan entelektüeller de hiç az değildi. Bunlardan bazıları, geride önemli eserler bıraktı: George Orwell’in Homage to Catalonia (Katalonya’ya Selam), Arthur Koestler’in Spanish Testament (Türkçesi Ölüm Hücresi) gibi kitapları, André Malraux’nun L’Espoir (Umut), Ernest Hemingway’in For Whom the Bell Tolls (Çanlar Kimin İçin Çalıyor) adlı romanları, Jean-Paul Sartre’ın Le Mur (Duvar) adlı öyküsü… Bunların çoğu sinemaya da aktarıldı.
SİNEMA
Diktatörü madara eden ‘Bir Endülüs Köpeği’
İlk filmi “Bir Endülüs Köpeği”nden (1929) son filmi “Arzunun O Belirsiz Nesnesi”ne (1977) kadar, yaptığı her film sayısız makaleye konu olan yönetmen Luis Buñuel, İspanya İçsavaşına damgasını vuran bir sinemacıydı. Savaş sırasında kendini Cumhuriyet’in savunmasına adamış, casusluk bile yapmıştı. Cumhuriyet’in yenilgisinden sonra Meksika ve Fransa’da sürgünde yaptığı filmlerle (“Gündüz Güzeli”, “Burjuvazinin Gizli Çekiciliği” vb.) büyük sinema ustaları arasına girdi. Uluslararası imajını zehirlediği için Franco rejiminin korkulu rüyası haline geldi. 1961’de İspanya’da bir film yapmasına izin verildi; ancak Altın Palmiye ödülü kazanan “Viridiana” adlı film rejimi o kadar kızdırdı ki ülkede gösterilmesi 17 yıl boyunca yasaklandı.
ŞİİR
García Lorca, Machado, Hernández: Şairler ölmez
Federico García Lorca’nın 18 Ağustos 1936’da güneş doğarken, çok sevdiği Granada’da iki köy arasındaki yolda Falanjistler tarafından kurşuna dizilmesi, içsavaşın büyük trajedilerinden biriydi. 38 yaşındaki şair ve tiyatro yazarı, “27 Kuşağı” denilen genç şairler grubunun en parlak üyesiydi. Bu gerçeküstücü topluluk 1931’de 2. Cumhuriyet’in ilanıyla verimli bir döneme girmişti. Cumhuriyet’in yıkılması onları “kayıp kuşağa” dönüştürdü. García Lorca, Cumhuriyet’in tutkulu bir neferi değildi, ancak yenilikçi bir yazar ve bir eşcinsel olarak Franco’cuların nefretine hedef olmuştu. Öldükten sonra cumhuriyetçi şair Antonio Machado onun için en ünlü şiirini (Suç Granada’da İşlendi) yazdı.
Lorca’nın kuşağındakilerin sonları da daha iyi olmadı. Şair Miguel Hernández 1942’de Franco rejiminin bir hapishanesinde 31 yaşında öldüğünde, onun için şiir yazmak yine aynı kuşaktan Vicente Aleixandre’ye (1977 Nobel Edebiyat Ödülü) düştü. Şair Rafael Alberti, ülkesine ancak Franco’nun ölümünden sonra dönebildi. Sürgüne gidenler arasında şair Juan Ramón Jiménez (1956 Nobel Edebiyat Ödülü) ve dindar bir Katolik olmasına rağmen Cumhuriyet’in yıkılmasından sonra Arjantin’e taşınan besteci Manuel de Falla da bulunuyordu.
Sürgüne gitmeyenler, Franco rejimine boyun eğerek huzursuz bir hayat sürdürdü. Eserleri yasaklanıp sansürlenen 1989 Nobel edebiyat ödülü sahibi Camilo José Cela, sürgünden İspanya’ya geri dönen ancak Franco’cu basında “boğa güreşçilerinin ve deri ceketli kadınların filozofu” diye dalga geçilen düşünür José Ortega y Gasset bunlar arasındaydı. Düşünür ve yazar Miguel de Unamuno’nun sonu ise, Lorca’nınki gibi simgeseldi. İçsavaşın başladığı yıl Salamanca Üniversitesi’ndeki bir toplantıda Franco’cuların yaptığı konuşmaları eleştirmişti. Faşist general Millán Astray’ın “Entelijensiyaya ölüm! Kötü entelektüellere ölüm!” diye bağırarak sözünü kesmesine rağmen Unamuno, “Kaba kuvvet sayesinde kazanacaksınız ama ikna edemeyeceksiniz” diye devam etmişti. Neredeyse linç edilecekken salondan zorlukla ayrılan yaşlı yazar iki ay sonra öldü.
HOŞÇA KALIN Ölürsem açık bırakın balkonu. Çocuk portakal yer. (Balkonumdan görürüm onu) Orakçı ekin biçer. (Balkonumdan duyarım onu) Ölürsem açık bırakın balkonu! Federico García Lorca (Çeviri: A. Kadir-Afşar Timuçin)
TARTIŞILAN ANIT
İkiye bölünen ülkenin simgesi: ‘Şehitler Vadisi’
Madrid yakınındaki El Valle de los Caídos, ikiye bölünen İspanya’nın en önemli simgesi olarak yaşıyor. General Franco, 1940’ta bu projeyi “Haçlı seferi”nde ölenlerin gömüleceği bir anıt olarak hayal ediyordu. 1940’da başlanan dev kilise-mezarın yapımında Cumhuriyetçi mahkumlar çalıştırıldı. Pek çok Cumhuriyetçi, mahkumiyet süresi azaltılacağından gönüllü oldu. Buraya ülkenin çeşitli yerlerindeki mezarlardan çıkarılanlar (30 bini aşkın) gömüldü. Bakımı Benedikten tarikatına bırakılan anıt 1 Nisan 1959’da açıldı. Kilisede buraya gömülenlerin kimliği “Tanrı ve İspanya uğruna öldüler 1936-1939” yazısıyla açıkça belirtiliyordu. Zamanla anıta daha kucaklayıcı bir rol atfedildi; buraya Cumhuriyetçi ölüler de taşındı. Ancak Cumhuriyetçilerin siyasi mirasçıları burasını benimsemedi ve gömülenlerin göstermelik olduğunu öne sürdü. General Franco’nun kendisi de öldüğünde buraya defnedildi. Valle de los Caídos, her yıl sağcıların gösteriler düzenlemek üzere toplandığı bir hac yerine dönüştü. Tarihî Hafıza Yasası, burasının artık siyasi bir rol üstlenemeyeceğini, dinî bir kurum olarak varlığını sürdüreceğini karara bağladı.