0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Doğumundan ölümüne SSCB’nin 74 yıllık hayatı

Bundan tam 30 yıl önce dağılan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, 1917 Ekim Devrimi’nden itibaren dünyadaki siyasal dengeleri altüst etmişti. Devrim’in ihanete uğramasını takip eden Stalin dönemi ve sonrası, benzersiz kayıplar, acılar ve bürokratik baskılardan sonra Gorbaçov döneminde “Glasnost” ve “Perestroyka” ile sonuçlandı. Bir türlü “demokratikleşemeyen” SSCB’nin 1991’de sona eren ömrünün satır başları.

Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya liderleri, 8 Ara­lık 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağıldığına dair bir bildiri yayımladılar. Böylece, 1917 Ekim Devrimi’nden kay­naklanan ve ardından Stali­nizm tarafından çarpıtılan bir toplumsal inşaya son verdiler. SSCB’nin çok da ani ve şiddetli olmayan dağılması (tasfiyesi, düşüşü, çöküşü, yıkılışı) dün­yayı şaşırttı. Üniversiteli “sov­yetoloji” akademisyenleri bile, sistem hakkında yeterli bir teo­rik anlayış geliştiremediklerini kabul etmek zorunda kaldılar.

Ekim 1917’de başlayan ma­cera şüphesiz 1991’e kadar aynı güzergahta seyretmedi. Ekim 1917’de iktidarı alan Bolşe­vik Partisi’nde örtük olarak iki çizgi vardı. İçsavaşın bitimiy­le, “nasıl bir devlet?” sorusu öne çıktı ve bu durum parti­de ve toplumda bir yarılmaya yol açtı. Devleti merkeze alan bir strateji peşinde olanlar kısa zamanda öne çıkarken, halkın çoğunluğunun çıkarlarını sa­vunmaya yönelik diğer yakla­şım hızla gölgelendi ve gide­rek tasfiye edildi. Bu tasfiyenin siyasal yönü 1923-27 aralığın­da yaşanmışken, fizikî tasfiye 1937-38 Büyük Terörü’nde, 5-7 milyon kurbandan sözedildiği dönemde gerçekleşti. Arala­rında Ekim 1917’nin merkez komite üyelerinin bulunduğu kayda geçen ölüm cezası infazı 700 bindir.

Masis abi ilk resimaltı: Lenin, 5 Mayıs 1920’de Moskova’daki Sverdlov Meydanı’nda Kızıl Ordu birimlerine bir konuşma yapıyor. Kürsünün basamaklarında, daha sonra Stalin’in fotoğraftan sildirdiği Troçki de var.

1917’den 1991’e

Sosyalist bir ideolojinin arkasına saklanan ve gaspçı bir bürokrasi tarafından yönetilen planlı ekonomi sistemi SSCB, kendi çelişkilerinin kurbanı olmuştur. Düşüşün zamanı ve biçimi önceden belirlenmemiş olsa da, Ekim Devrimi’nden ortaya çıkan ama gelişiminde kapitalizm ile sosyalizm arasında sıkışıp kalan bu sistem, ayakta kalamayacak kadar derin çelişkiler içerisindeydi.

Üç Rus Devriminde (1905, 1917 Şubat ve Ekim) yaşananın aksine, belirleyici olan kitle­ler 1991’de sokaklara inip sis­temi çökertmediler. Bu açıdan dönüşümün kansız olması şa­şırtıcı olmamalı. Nihayetin­de Sovyet sisteminin çöküşü, bürokratlardan oluşan bir ko­alisyonun ve toplumsal olarak heterojen bir kapitalizm yanlı­sı aydınlar grubunun önderlik ettiği; işçiler ve diğer çalışan kesimleri altetmek için yukarı­dan bir devrim biçimini aldı.

Moche Lewin Sovyet Yüz­yılı kitabında “Zaten rejim devrilmedi: İç kaynaklarını tü­kettikten sonra öldü ve kendi ağırlığı altında çöktü” diye ya­zar. SSCB’nin ortadan kalkma­sı Fukuyama’nın “tarihin sonu” diye tanımladığı, küreselleşmiş demokratik liberalizmin zafe­rini imleyen bir perspektife yol açmıştı. Bugün hayırla yadedil­meyen dönemin Demir Lady’si İngiltere Başbakanı Thatc­her’ın formülüyle (TINA) baş­ka bir alternatif yoktu artık.

Bir devrin sonu Letonya’nın başkenti Riga’da, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından yerinden sökülen Lenin anıtını bazıları ayaklarının altına çiğnerken, bazıları da halen anıtın olduğu yere çiçekler bırakmaya devam ediyor.

Ancak bugün “duvarın yı­kılmasından” sonra vaadedi­lenden çok farklı bir dünyada yaşıyoruz. Batı’nın pazarladı­ğı “Kızıl Tehlike”den eser yok. Öte yandan eski Sovyet ülke­lerindeki toplumsal kazanım­ların yerinde yeller eserken Putin’in şahsında bir otokrat hükmünü sürdürmekte. “Soğuk Savaş” duvarın çöküşüyle or­tadan kalkacak, barış dünyaya hükmedecek derken, “Yeni So­ğuk Savaş”, silahlanma ve açlık gündemimizde.

Lenin’in Son Kavgası kita­bında Moche Lewin, Lenin’in 1922’den itibaren parti-devlet kaynaşmasına ve genel olarak Çarlık’tan devralınan bürokra­sinin egemenliğine karşı müca­delesini anlatır. Lenin “Biz eski devlet makinasını devraldık, işte şansızlığımız buydu. Çoğu zaman bu makina bizim aleyhi­mize çalışıyor” demekle sınır­lı kalmamış, ülkeyi Çarlık’tan devralınan bürokrasinin yö­nettiğini belirtmişti: “Kim kimi yönetiyor? Doğru bir şekilde bu güruhu komünistlerin yönetti­ğinin söylenebileceğinden çok şüpheliyim. Gerçeği söylemek gerekirse, onlar yönetmiyorlar, yönetiliyorlar”.

Küresel güç SSCB

SSCB’nin radikal dönüşümü devlet aygıtını elinde bulun­duran bir nomenklatura’nın, yanılmaz-amansız bir önder aracılığıyla yürürlüğe soktuğu zecri tedbirlerle, emperyalist ülkeler krize girerken bir di­zi azgelişmiş ülkenin sanayi­leşmesine paralel olarak 30’lu yıllarda hızlı kentleşme ve sa­nayileşmeyle gerçekleşti (tam olarak 1928-1939). Bu ara­da iktidarın ele geçirilmesin­ de önemli bir rolü olan parti, devletle özdeşleşerek siyase­ten kendini feshetmiş bulunu­yordu.

Aslında, varlığının nispeten uzun sürmesi, büyük ölçüde bu uçsuz-bucaksız ülkenin insan ve doğal kaynaklarının zengin­liğinin yanısıra 1929-33 dünya ekonomik krizi ve 2. Dünya Sa­vaşı’nda Atlantik’ten Pasifik’e uzanabilecek Nazi İmparator­luğu’nu engellemiş olmasının verdiği meşruiyet sayesindey­di. 2. Dünya Savaşı’ndaki dire­niş ve devasa kayıplar vatanse­verlik duygusunu geliştirmişti. Savaş öncesinde rejimin za­yıflığını örtmek için kullandığı kitlesel zulüm, “tasfiyeler” di­ye anılan temizlik hareketinin bıraktığı tahribatın ardından; savaş sonrasında Rusya, güçlü olmasına güçlü ancak toplum­sal ilişkiler açısından kırılgan bir ülke olarak belirdi.

Bütün iktidar Sovyetler’e 1917 başında yaşanan yiyecek ve yakacak sıkıntısı, Petrograd’da büyük eylemlere, bu eylemler ise 12 Mart 1917’de kurulan Petrograd Sovyeti’ne giden yolu açtı. Kadınlar Taburu, Kışlık Saray’a yürüyor (üstte). Şubat Devrimi, işçi hareketlerinin 1917 Ekim’inden (altta) önceki en büyük provasıydı.

Sovyet toplumunda 1953’te Stalin’in ölümünden, resmî olarak kabul edilen 1983 krizi­ne, güçlü bir büyüme (% 5.7 ile başlayıp giderek azalan ve 80- 85 arasında % 2’ye düşünce, ta­rım da artık ülkeyi besleyemez hâle geldi) ve modernleşme dö­nemine kadar, kentleşmeden başlayarak derin değişiklikler oldu. Bu tabloya 1985’te petrol fiyatlarının düşmesiyle ithala­tın temel kaynağının kuruması da eklenebilir.

ABD ile girişilen silahlan­ma yarışı nedeniyle üretimin önemli bir kısmı askerî har­camalar kalemine aitti. Ünlü Sovyet ve daha sonra Ameri­kalı sosyolog Vladimir Chla­pentokh bu durumu şöyle ifade etti: “[SSCB’nin varlığının] Son 10 yılında, ekonomik büyüme oranları istikrarlı bir şekilde düştü, malların kalitesi kötü­leşti ve teknolojik ilerleme ya­vaşladı (…) Ancak, tüm bu ek­siklikler oldukça kronik olmak­la beraber ölümcül bir öneme sahip değildi. Hasta bir insan, tıpkı hasta bir toplum gibi, uzun süre yaşayabilir”.

Kırsal göç, bürokratik mu­hafazakarlık ile yeni gelişen toplumsal güçler arasında bü­yüyen uyuşmazlığın kültürel ihtiyaçları (edebiyat, sinema, müzik), artık 30’lu yılların ar­kaik propagandasıyla giderile­mezdi. 1970’lerin sonlarında yapılan kamuoyu yoklamaları, resmî propaganda retorikleriy­le insanların düşündükleri ara­sında keskin bir uçurum oldu­ğunu ortaya çıkardı.

1960’lı yılların ortalarında Kosigin ve Andropov dönemle­rinde hazırlanan raporlar, ABD karşısında Sovyet ekonomi­sinin kömür-çelik dışında nal topladığını gösteriyordu. Kö­mür-çelik de 20. yüzyılın de­ğil 19. yüzyılın motor gücüydü. Verimlilik, yaşam standardı, teknoloji gibi ölçütlerde Sov­yet ekonomisi umut vermez­ken; siyasal yapı da -1964’te Kruşçev’in bir darbeyle kızağa çekilmesinden sonra 18 yıl hü­küm süren Brejnev’in şahsın­da felç olmuş bir politbüronun yüksek yaş ortalamasından da izlenebileceği gibi- hareket edemez durumdaydı. Ayrı­ca yüksek yöneticilerin büyük kısmının bulaştığı yolsuzluklar, mafya şebekeleri diz boyuydu.

Stalin’in cenazesi 5 Mart 1953’te 74 yaşındayken ölen Josef Stalin’in dört günlük ulusal yasın ardından düzenlenen cenaze töreni.

1960’ların sonundan beri belirgin olan durgunluk eğili­mi, SSCB’nin jeopolitik statü­sünü ve rejimin iç istikrarını tehdit ediyordu. Yolsuzluk ve gevşek bürokrasi toplumun her tarafına yayılmış, rejimin et­kinliğini ve meşruiyetini balta­layan ahlaki bir kriz yaratmış­tı. Bu sorunların derin kaynağı, 1917 Devrimi’ni takip eden 10 yıl boyunca halktan alınan ikti­dardaki bürokratik tekeldi. Bü­yük ve küçük bürokratlara da terör uygulayan Stalin’in kişi­sel diktatörlüğü, bu bürokratik rejimi de tehdit ediyordu. An­cak Stalin’in 1953’teki ölümün­den ve Kruşçev döneminden sonradır ki, bürokratik rejim, sloganı “kadrolara saygı” olan Leonid Brejnev (1964-1982) önderliğinde gerçek bir altın çağ yaşadı. Ancak Brejnev’in bu “kadrolara saygı” politika­sı da, memurların cezasız kal­masına, görev suistimallerinin gelişmesine ve herhangi bir ciddi reformu engelleyen ka­tı bir muhafazakarlığa yolaçtı. Yine de, aradan geçen dönem­de meydana gelen derin sos­yal ve ekonomik dönüşümlere rağmen, ekonomiyi ve toplumu yönetme sistemi 1920 sonla­rından bu yana büyük ölçüde değişmeden kaldı.

“Piyasa” reformları 1965’te Başbakan Aleksey Kosigin ta­rafından başlatıldı. Leonid Brejnev en azından tarımda büyük bir yeniden yatırım gi­rişiminde bulundu. Kosigin reformu, 1968’de Çekoslovak­ya’nın işgaline varan siyasi ge­lişmeler nedeniyle terkedildi. 1970’lerde, sınırlı bir şirketler veya kolektif çiftlikler çerçe­vesinde daha “liberal” yönetim deneyimleri devam etti. Şir­ketler kârlılığa yönlendirildi ve yöneticileri buna göre ödüllen­dirildi; ancak bu yöneticiler re­kabetçi olmak için hareket et­mekte özgür “gerçek patronlar” değildi. Bununla birlikte sis­tem gayriresmî bir faaliyeti (ta­kas, gri borsa, karaborsa) yani girişimi özgürleştirdi; yasadışı sermaye biriktirdi; yolsuzluğu, kamu mallarının çalınmasını, hem devlet aygıtı içinde hem yeraltında hem de açıkta maf­ya türlerinin oluşumunu teş­vik etti.

Moskova’daki Leninsky Bulvarı’nda Sovyet mimarisi örnekleri.

Perde açılıyor

Mart 1985’te, yaşça “geçkin­lerden” oluşan bir siyasi büro­nun en genç ve en enerjik üyesi olan 54 yaşındaki Mihail Gor­baçov, en yüksek mevki olan genel sekreterliğe atandı. Bu atama, zirvede acil reform ihti­yacı konusunda bir fikir birli­ğini yansıtıyordu. Gorbaçov’un görevi sistemin çelişkilerini çözmek değil -aslında bunlar ne anlaşıldı ne de tanındı- ama bürokrasiyi kendisinden kur­tarmaktı (bu açıkça çelişkili ama sistemin doğasından kay­naklanan bir görevdi). Gor­baçov’un çözmesi beklenen iki temel sorun, ekonomik dur­gunluk eğilimi ve işlevsiz bü­rokrasiydi.

Gorbaçov tarafından 1985’ten 1987’nin ortalarına kadar yürürlüğe konan reform­lar niteliksel olarak farklı üç aşamadan geçti: İdari persone­lin önemli oranda sirkülasyonu (“nomenklatura” için iş güven­cesinin sonu) ve Bakanlıkla­rın birleştirilmesi; önde gelen sanayi sektörlerinde yatırımla­rın artırılması; şirketlerden ba­ğımsız kalite kontrolünün ge­tirilmesi ve aşırı alkol tüketimi ile mücadele.

Dış politikada Gorbaçov, SSCB’yi silahlanma yarışından çıkarmak için tek taraflı giri­şimlerde bulundu; bu politika Batı halkları hatta hükümetle­ri tarafından sıcak bir şekilde karşılandı. Gorbaçov Sovyet birliklerini Afganistan’dan çek­ti. Buna, SSCB’nin o zamana kadar kendi çıkarları çerçe­vesinde desteklediği Üçüncü Dünya’daki anti-emperyalist mücadelelerden aşamalı olarak ayrılması da eşlik etti.

Gorbaçov dönemi Mihail Gorbaçov, göreve geldiği 1985’te Moskova sokaklarında halkın sorularını yanıtlıyor (üstte). Bu dönemde Gorbaçov’un çözmesi beklenen en önemli iki sorun, ekonomik durgunluk eğilimi ve işlevsiz bürokrasiydi.

Glasnost ve Perestroyka

Ancak bu dönemin belki de en cüretkar ve geniş kapsamlı gi­rişimi, sansürün kontrollü bir şekilde kaldırılması olan “glas­nost” (saydamlık) idi. Ama­cı, muhafazakar bir güç olan bürokrasiyi, ayrıcalıklara ve gücün kötüye kullanılmasına karşı olan kamuoyu karşısında savunmaya almaktı. Gorbaçov ayrıca, kamuoyunda tartışma olmamasının ekonominin per­formansı üzerinde büyük bir ağırlık oluşturduğunu anlamış­tı. Ancak sonuçta Gorbaçov, “glasnost”a rağmen bürokrasi­nin ayrıcalıklarına veya gücüne ciddi şekilde dokunmadı. Bü­yümeye geri dönüşe ve ahlaki iklimde belirli bir iyileşmeye rağmen, reformların sonuçla­rı yetersizdi. 1987’nin ortaları­na doğru, bu nedenle, tamamen farklı bir ölçekte ve cüretkar bir reform aşaması başlattı: “Perestroyka” (revizyon). Eko­nomi cephesinde ademi mer­kezileştirmeyi, hâlâ devlete ait olan şirketlerin aralarında pi­yasa ilişkileri kurmak için bun­ları “özgürleştirmeyi” amaç­lıyordu. İşletmelerin günlük yönetiminden kurtulan mer­kezî devlet, eylem araçlarını oldukça dolaylı şekilde elinde tutacaktı. Buna rağmen reform hareketi, ekonomide uzun sü­redir devam eden merkezkaç kuvvetleri serbest bırakarak, merkezî hükümeti ekonomik süreçler üzerinde etkili kont­rolden mahrum bırakacak bir pratik etkiye sahipti.

Üretim aygıtının düzensiz­liği, her şeyden önce yaşamı ciddi biçimde karmaşıklaştıran kıtlıkların giderek artmasıyla kendini gösterdi. Kısa bir süre sonra yeni bir kanunla, kamuo­yunu şoke etmemek için “koo­peratifler” olarak adlandırılan küçük özel işletmelerin kurul­ması yasallaştırıldı. Girişimci ve esnek faaliyetler, kıtlıkların giderilmesine yardımcı ola­caktı. Ancak tam tersi oldu: Bu sözde kooperatif sektörü ka­mu sektörünü parazitleştirdi; özellikle daha ucuz mallardaki kıtlığı artırdı; halkın öfkesini güçlendirdi.

‘Perestroyka’ 1987 ortalarında Gorbaçov’un başlattığı “Perstroyka” (revizyon) ile kurulan kooperatifler, girişimci ve esnek faaliyetleri desteklemeyi amaçlarken, tam tersi oldu. Bu sözde kooperatif sektörü kamu sektörünü parazitleştirdi; kıtlığı artırdı.

Ülkede geleceğin birçok ka­pitalistinin içinden çıkacağı yetkililer, devletin mali desteği olmadan bu faaliyet alanında parladı. Yeni ekonomik reform aslında gerçekten orijinal de­ğildi. Yugoslavya, daha sonra Macaristan ve Polonya… Her biri kendi usulünce bunu zaten benimsemişti.

Perestroyka’nın özgünlü­ğü, siyasi bileşeni olarak su­nulan “demokratikleşme”ydi. Sansürün cüretkar bir biçim­de kısıtlanması, rejime bağlı­lık koşuluyla bağımsız dernek­lere hoşgörü gösterilmesi bu dönemdeydi. Özellikle Mart 1989’da Yüksek Sovyet seçim­leri kısmen bağımsız adaylara açıldı. Ayrıca yeni şirketler ka­nunu, şirketlerde en üst mer­cii olarak “emekçilerin kolektif konseyleri”nin seçilmesini ön­gördü. Bu önlem, çalışanların yöneticiler karşısındaki yeni bağımsızlığına ilişkin korkula­rını hafifletmeyi amaçlıyordu. Ancak pratikte, bağımsız sen­dikaların ve kolektif eylem ge­leneğinin yokluğunda, işçilerin yöneticilerine olan bağımlılığı kırılmadı.

“Demokratikleşme” de el­bette demokrasi değildi. Amaç her zaman egemen toplumsal tabaka olan bürokrasiyi ken­disinden kurtarmaktı. Ancak bunun için, sosyal korumanın zayıflamasından ve eşitsizlik­lerin artmasından korkan halk sınıflarının desteğini kazan­mak gerekiyordu. Siyasi açıl­manın sınırlı doğası ve ekono­mik reformla bağlantılı sorun­lar, kaçınılmaz olarak Temmuz 1989’da 400 bin kömür maden­cisinin genel greviyle sonuç­lanan halk hoşnutsuzluğunu ateşledi. Aynı zamanda, büyük şehirlerde bürokratik otoritele­re karşı kimi zaman 10 binler­ce göstericiyi harekete geçiren demokratik bir yurttaş hare­keti oluştu. Baltık ülkelerinde, Gürcistan’da ve Ermenistan’da, ulusal bilincin tarihsel olarak daha gelişmiş olduğu cumhu­riyetlerde; demokratik hare­ket doğal olarak daha büyük bir özerklik, egemenlik ve son olarak 1991’de bağımsızlık tale­bini öne sürdü (özellikle Doğu Avrupa’daki komünist rejimle­rin yıkılmasından sonra).

Serbest ekonomi

1989’da kamusal tartışmalar­da beliren -asıl anlamını anla­madan- ekonominin bürokra­sinin pençesinden kurtulaca­ğı beklentisiyle “tutarlı piyasa reformları” yapma yaklaşımı, demokratik hareketi cezbet­mişti. 1990’da Perestroika’nın bariz başarısızlığıyla karşı kar­şıya kalan Gorbaçov’un kendisi de bu görüşe bağlandı. Böylece Haziran 1990’da, şirket sahip­lerine tam yetki veren ve işçi­leri görmezden gelen yeni bir Şirketler Yasası kabul edildi. Ancak Gorbaçov, zayıf meşru­iyeti rejimin sosyalist olduğu iddiasına dayandığı için tem­kinli davranmak zorunda kaldı (1991’de yalnızca temel malla­rın fiyatlarındaki artış, büyük bir grev dalgasına yol açtı). Ko­numunu hiçbir zaman halk oy­lamasına sunmamış olan Gor­baçov, siyasi anlamda demok­ratik meşruiyetten yoksundu. Öte yandan 1990 baharındaki ilk gerçek demokratik seçim­ler sırasında (Anayasanın Ko­münist Parti’nin “öncü rolü”nü kutsayan maddesi kaldırılmış­tı) kapitalizm yanlısı güçler, reformların yavaşlığına yöne­lik eleştirileri nedeniyle siya­si bürodan ihraç edilmiş Boris Yeltsin’in çevresinde geniş bir yelpazede toplandılar. Temsil­cilerinden birkaçını Rusya’nın en büyük şehirlerinin belediye başkanlığına ve Rusya Cum­huriyeti Parlamentosu’na se­çebildiler. Ancak “Demokrat­lar” etiketi altında bilinen bu liberaller, kapitalist restoras­yona karşı halkın tepkisinden de çekiniyorlardı. Onlara göre Sovyet halkı hâlâ sosyal adalet ve eşitlik değerlerine bağlıydı; yani bu anlamda “lumpenleş­miş”ti!

Demokrasi ve piyasa arasındaki köprü: Yeltsin Geniş bir sosyal tabanla iktidara gelen Boris Yeltsin, “demokratik hareket”in standart taşıyıcısı haline gelen nomenklatura’nın eski bir üyesi olarak “demokrasi” ile “piyasa” arasında mükemmel bir köprüydü.

Boris Yeltsin sahnede

Siyaset sahnesine yeni bir güç egemen olmuştu: Seçimle Rus­ya’da iktidar olan Boris Yeltsin. Gorbaçov’un somutlaştırdığı federal güce meydan okuyor ve yasaları veya reform projelerini uygulamıyordu. Geniş bir sos­yal tabanı vardı: Yeni oluştu­rulan iş çevreleri, canlanan bir işçi hareketi ve 1989-1990’da çöken eski komuta sistemi­nin ekonomik nomenklatura’sı. Başbakan İgor Gaydar liderli­ğindeki Rus reform ekibi, Ulus­lararası Para Fonu’nun (IMF) tavsiyelerine uygun olarak fi­yatların serbestleştirilmesini, büyük özelleştirmeleri, kamu harcamalarında ciddi bir kesin­tiyi içeren bir “şok terapi” ha­zırlıyordu. Rus liberalleri, neo­liberalizmin Papalarından Mil­ton Friedman’dan ve Şili’deki reformculardan öğütler aldılar.

Bürokratik sistemin gide­rek bariz şekilde batması ve bizzat Gorbaçov’un kapitaliz­me temkinli dönüşü gözönüne alındığında, vahşi özelleştir­meden tabii en iyi yararlanan bürokratlar “piyasa”yı “demok­rasi” ile gölgelemişlerdi. “De­mokratik hareket”in standart taşıyıcısı haline gelen nomenk­latura’nın eski bir üyesi olan Boris Yeltsin “demokrasi” ile “piyasa” arasında mükemmel bir köprüydü.

SSCB’nin dağılması

Özelleştirmelerden aslan pa­yını alanlarla piyasacı ente­lektüeller arasındaki bu itti­fak, demokratik hareketlerin egemenlik talebinin arkasın­da toplandığı SSCB Cumhuri­yetlerinin çoğunda geçerliydi. Ukrayna, özellikle çarpıcı bir durum sergiliyordu. Cumhuri­yet Yüksek Sovyeti’nin (Ukray­na Parlamentosu) yeni seçilen başkanı Leonid Kravçuk, ya­kın zamana kadar milliyetçili­ğe karşı mücadeleden sorumlu Komünist Parti sekreteriyken, milliyetçi hareket Rukh ile itti­fak kurmuştu. Böylece Krav­çuk hem ulusal bir kurtarıcı­nın meşruiyetini sağladı hem de Ukrayna’nın Rusça konuşan büyük nüfusu, kendisini güven verici bir süreklilik sembolü olarak gördü.

Bunlara karşın SSCB’nin dağılmasının arkasındaki ana güç, çevre cumhuriyetlerin milliyetçi hareketleri değil, 12 Haziran 1991’de Rusya Dev­let Başkanı seçilen Boris Yelt­sin’di. Mart 1991’deki referan­dum, Rusya nüfusunun ezici çoğunluğunun ülkenin yeni­lenmiş bir konfederasyon biçi­minde sürdürülmesinden yana olduğunu göstermişti. Ancak Nisan 1991’de Birlik Antlaş­ması’nı imzalayan Yeltsin için, merkezî bir federal hüküme­tin sürdürülmesi Rusya’nın gü­cünü sınırlayan bir durumdu. Rusya, SSCB’nin doğal kaynak­lar ve sanayi bakımından açık ara en zengin kısmıyken, ne­den merkezî bir hükümetle ve diğer cumhuriyetlerle iktidarı paylaşacaktı ki?

Boris Yeltsin’in tank pozu 19 Ağustos 1991’de Gorbaçov’un tatilde olmasından istifade eden kabine üyeleri olağanüstü hâl ilan ederek tüm siyasi faaliyetleri askıya almış; şiddetli baskıya başvurmuşlardı. Bu da 21 Ağustos 1991’de, Yeltsin’in bir demokratik direniş kahramanı havasıyla ateş etmeyen bir tankın üzerine çıkarak kazandığı itibarla harekete geçmesine ve Gorbaçov’un yetkilerine elkoymasına yol açacaktı.

19 Ağustos 1991’de Yelt­sin’in zamanı geldi. Kabi­ne üyeleri, tatilde olan Gor­baçov’un yokluğundaki toplan­tıda olağanüstü hâl ilan ederek tüm siyasi faaliyetleri askıya aldı. Ancak SSCB’nin dağıla­cağı korkusu içindeki darbeci­ler, şiddetli baskıya başvurma­yı “başaramadılar” veya bunu istemediler. Bu da 21 Ağustos 1991’de, Yeltsin’in bir demok­ratik direniş kahramanı hava­sıyla ateş etmeyen bir tankın üzerine çıkarak kazandığı iti­barla harekete geçmesine ve Gorbaçov’un yetkilerine elkoy­masına yol açacaktı.

“Sovyet komünizmi” artık ölmüş ve piyasa ideolojisi genel olarak kabul edilmişti. Şimdi çıkar gruplarının, birdenbire büyük bir tasfiye satışında dev­redilen mirastan parsayı kap­ma mücadeleleri vardı. Mihail Gorbaçov’un perestroyka’sı, ekonomik ve sosyal koşulların hızla bozulması, eşitsizliklerin patlaması, ayrılıkçı hareketler ve etnik gruplar arası çatışma­larla çıkmaza girmişti. Herkes “acil çıkış” arıyordu.

Berlin Duvarı’nın yıkılma­sı ile Baltık ve Güney Kafkas­ya cumhuriyetlerinin ayrılma­sı büyük bir psikolojik şoktu. Güvenilir bir alternatif yoktu. Gorbaçov’un bir ağırlığı kal­mamıştı. Yeltsin’in yelkenle­rindeki rüzgar, para ve hediye­ler vadeden Batı’nın desteğiy­di. İşçi sınıfı ve diğer toplumsal tabakalar; yükselen fiyatlar, toplumsal bozulma, birileri­nin yükselişi ve diğerlerinin cehenneme düşmesiyle birlik­te yaşam koşullarının birkaç ay içinde iyice kötüleşmesine şahit oldular. 1991’den sonra artık “daha iyi ücret” veya “öz­yönetim” talep etmek sözkonu­su değildi.

Devamını Oku

Son Haberler