Bu yıl 44’üncüsü düzenlenen İstanbul Festivali’nin ilki 1973 yılında gerçekleştirilmişti. Amatör ruhla ama profesyonelce kotarılan, unutulmaz anılarla dolu o ilk festivalin konser ve gösterilerini izleyenler, çok özel bir tarihe tanıklık ediyordu.
Bu ayın başından itibaren yeni bir “İstanbul Müzik Festivali” daha başlıyor. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV) tarafından uluslararası bir organizasyon olarak hazırlanıp sunulan ve geleneksel hale gelmiş bulunan festivalin bu 43’üncü yılı. Şimdi sevgili okuyucularımızı 43 sene öncesine, yani 1973 yılına götürmek istiyorum. Bu festivalin nasıl ve hangi koşullar altında yapılığı o günlerin, objektifimin de desteğiyle çok yakından tanığıyım.
1960’tan bu yana Ankara’da yaşamaktayım. Ancak adını andığımız Birinci Festival’in gerçekleştirildiği tarihte, hiç kimseden bir talimat ve sipariş almadan bir aylığına İstanbul’a geldim ve festivalin başlangıç gününden son gününe kadar, programdaki bütün konser ve gösterileri, provalarından başlayarak bütünüyle görüntülemeye çalıştım. Çünkü, foto muhabirlerinin çağımızın müverrihleri olarak tarihe karşı bir sorumlulukları olduğu inancındaydım. Bu duyarlılık içinde, faaliyetin İstanbul ve Türkiye’miz açısından çok özel bir tarihin başlangıcı olacağını hissetmiştim. Tüm ayrıntılarıyla saptanması gerekmekteydi.
Ünlü çellist André Navarra ilk festivalin yıldızlarından biriydi.
1969 yılında, AKM’nin yani o zamanki adıyla İstanbul Kültür Sarayı’nın açılışına da gelmiştim. Davetliler arasında Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nün kurucusu, dolayısıyla Devlet Tiyatroları ve Operası’nın açılmasına önderlik etmiş olan Carl Ebert de vardı. O sıralar Glyndebourne Festivali’nin yöneticisi konumunda olan büyük tiyatro adamı, vaktiyle Türkiye’de yetiştirdiği öğrencilerinin başarılarını alkışlamak fırsatını bulmuştu. Bir başka onur konuğu ünlü kemancı Yehudi Menuhin idi. O da Bath Festival Orkestrası’nın kurucusu, yönetmeni ve solistiydi. İstanbul artık görkemli bir gösteri salonuna kavuştuğuna, yetişmiş sanatçı kadroların da elde var olduğuna göre, bu zenginliğin bir de festivalle taçlanması konuşulur hale gelmişti. “İstanbul Festivali” kulağa hoş geliyordu, ve bunun bazı kişilerce dillendirildiğine ilk kez o ortamda, o günlerde tanık olmuştum.
Eczacıbaşı ailesinin fertlerinden Şakir Eczacıbaşı ile, ortak fotoğraf aşkımız dolayısıyla en başından beri dirsek temasımız vardı ve bu güçlü bir dostluğa dönüşmüştü. Nejat Eczacıbaşı ile daha sonra tanışmıştık. Yüksek vasıflı, hoş bir insandı. Öyle anlaşılıyordu ki, söz konusu Festival için hemen kolları sıvayacaktı, ama kısa bir süre sonra Kültür Sarayı talihsiz bir şekilde yandı. Saray yanmıştı ama, gönüllerdeki ateş sönmemişti. Uyanmış olan bir heves damarı derinden derine işlemekteydi. Zaten hedef tarih de, Cumhuriyet’in ellinci yıldönümü olan 1973 yılıydı. Bu mutlu yıldönümünü kutlama amacına yönelik devletin de kendine göre bir takım hazırlık ve gayretleri olacağı kuşkusuzdu. Kültür dünyamızda geleceğe yönelik kök salacak bir kültür programını o tarihte devreye sokmak Hükümet’in politikasına koşut bir eylem olacaktı elbette. Türkiye’nin dış tanıtımından sorumlu makamı elbette büyük ölçüde Turizm Bakanlığı idi. Bir şans eseri olarak, o tarihlerde bakanlığın müsteşarlık görevini, uluslararası camiada yankılanacak en büyük tanıtım faktörünün kültür ve sanat olduğunu iyice sindirmiş, sanata ve sanatçıya önem veren Mukadder Sezgin yürütmekteydi. Ferit Melen Hükümeti’nin son günleriydi. Sanırım o atmosfer içinde Sezgin hükümetten maddi-manevi her türlü desteği kotarmayı başarmıştı. Böylelikle birçok kapının kolaylıkla açılması mümkün olabildi.
Kültür Sarayı olmayıversin. Başka mekânlar bulunacak, olmazsa yaratılacaktı. Açılış töreni ve ilk konser yeri için bulunan yer Maçka’daki Maden Fakültesi’nin büyük amfisiydi. Fatih civarındaki Darüşşafaka lisesinin gösteri salonu da oldukça genişti ve olağan konserler için uygun görünüyordu. Şehir Tiyatroları’nın kendi mekânları kendi temsilleri için zaten uygundu. Bunlara ilk kez o amaçla kullanılacak yeni mekânlar daha eklenecekti. Topkapı Sarayı Bâbüssaâde Kapısı önündeki meydanlık alan, yine sarayın dış avlusundaki Aya İrini Kilisesi ve Rumeli Hisarı içinde meydana getirilmiş amfi. Böyle saptanmış tam 16 ayrı mekân vardı. Bu savruk manzara biraz dağınıklık gibi görünse de, kentin bütününü sarmalayan, tüm kent halkı tarafından algılanan, duyumsanan bir şansı da beraberinde taşımaktaydı.
Gerçi yabancı şefler, solistler, hatta orkestralar davet edilmişlerdi ama, ilk festivalin en büyük ağırlığı Ankara’da bulunan devlet kurumlarının omuzları üzerine yüklenmiş gibi görünüyordu. Bunlardan biri Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, diğeri de Devlet Tiyatroları, Devlet Operası ve henüz bağımsız olan Ankara Devlet Balesi idi. Yaz tatili dönemi olacağına göre, Darüşşafaka Lisesi yatakhanesi CSO üyelerini konuk edebilecekti. Opera ve bale elemanları Ataköy tesislerinde kalacaktı. Yabancı konuklar için bazı oteller ayarlanmıştı.
Açılış 21 Haziran 1973 tarihinde, İTÜ Maden Fakültesi salonunda Adnan Saygun’un Yunus Emre oratoryosunun icrası ve oldukça görkemli bir törenle yapılmıştı. Devlet Opera Orkestrası ve Korosu’nu Robert Wagner yönetmişti. Koroyu Gustav Kuhn çalıştırmıştı. Solistler Oya Tekin, Ayhan Baran, Belkıs Aran ve Kevork Boyacı idi. Eser büyük bir beğeni ile alkışlandı. Açılışı izleyen günlerde konserler ve gösteriler düzenli bir şekilde akıp gitti. Ben o sıralar zaten Devlet Tiyatroları’nın sahne fotoğraflarını çekmekte ve dergisini hazırlamakta olduğum, eşim de CSO elemanlarından olduğu için, diğer dallarda da tanıdıkların hoşgörüleri sayesinde bütün etkinliklerin hem provalarını hem de icralarını izlemekte hiçbir zorlukla karşılaşmadım. Tek zorluk, aynı anda çok uzak mesafelerde bulunan mekânlarda yapılan provalara yetişebilme açısından olmuştu.
Festivali süsleyen yine Adnan Saygun’un “Köroğlu” operasının dünya prömiyeri, Londra Festival Balesi’nin “Giselle”i, Ankara Devlet Balesi’nin başta “Çeşmebaşı” olmak üzere birkaç eserden kurulu toplu gösterileri ile Sovyet Devlet Balesi’nin repertuarından seçmeler Açık Hava Tiyatrosu’nda sunuldu. CSO’nun beş ayrı programı, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın iki konseri ile Polonya Radyo-TV Orkestrası, Belgrad ve Budapeşte Filarmoni konserleri Darüşşafaka salonunda icra edilmişti. Bu konserlerde Perisson, Jaquillat, Lukas Foss, Allers, Korodi, Lessing ve Hikmet Şimşek şef olarak, Hoelscher, J. P. Rampal, Badura Skoda, Menuhin, Navarra yanında bizden İdil Biret, Suna Kan, Ayla Erduran, Gülay Uğurata gibi sanatçılarımız solist olarak alkışlandılar.
Aya İrini ilk kez konserlere sahne oluyordu. Burada Bükreş Madrigal Korosunun, Zagrep Solistlerinin, Musica Antiqua Topluluğunun yanında Yehudi Menuhin resitali müzikseverlerin kulaklarında hoş anılar bıraktılar. Topkapı Sarayı’nın otantik dekoru içinde oynanan Saraydan Kız Kaçırma operası, bir gelenek halini almış bir kaç yıl orada sürdürülmüştü. Festival etkinliklerine eklenen yeni bir mekân da Rumeli Hisarı olmuştu. Fethin 520’nci yıldönümü dolayısıyla Devlet Tiyatrosu burada Nazım Kurşunlu’nun Fatih oyunu ile, Mançalı Don Kişot müzikalini sergiledi. Devlet Tiyatrosu’nun sergilediği bir başka oyun Molière’in Hastalık Hastası Harbiye Tiyatrosu’nda oynanmıştı. Orada Şehir Tiyatroları’nın, Kent Oyuncuları’nın, Gülriz Sururi-Engin Cezzar topluluğunun temsillerine de sahne olmuştu. Halka açık bando, mehter, ortaoyunu, karagöz, halk oyunları gösterileri aşağı yukarı her gün Gülhane Parkı’nda yinelenip duruyordu.
Birinci Festival’den belleğimde kalan en canlı anılardan biri Lukas Foss’un kendi çağdaş bir eserini de yönettiği konserdi. Değişik bir mizansenle sunulmuştu. Çok kimse yadırgadı. CSO’nun sekiz yıllık şefi Lessing’e düşüncesini sorduğumuzda, “Ben çocukluğumdan beri sirkleri ve karnavalları severim zaten” demişti. Ama asıl en esaslı anım Azeri Şef Niyazi Takizade ile ilgili. Resmi davetlerde smokinle, konser ve gösterilerinde frakla görüyoruz. Açıkhava Tiyatrosu’ndaki provalarda koyun postundan bir gocukla yönetiyor orkestrayı. Son temsillerden biri Sovyet Devlet Balesi’nin. Organizasyon yeni olduğu için herhalde, gerekli her eleman bulunamamış. Bale gösterisi için takip ışığı gerekli, ama öyle bir eleman yok. Dünya çapında büyük bir müzisyen, Sovyetler Birliği’nde çok değer verilen bir kişi, Festival’in de onur konuğu Niyazi Bey, koyun postundan gocuğu ile takip ışıkçılığına soyundu. Açık Hava Tiyatrosu’nun orta yerinde kontrol odası gibi bir yer vardır, üzeri düzlük. Takip ışığını oraya yerleştirmişler. Ben de genel sahneleri yakalamak üzere oradayım. Birlikte görev yapıyoruz. Ne var ki o noktada ayakta duran bir kişi arkadaki seyircilerin görüşünü kapatıyor. Kimileri bale kızlarını seyre gelmiş, görüntüyü kesene kızıyorlar. Ben hedef küçülttüm, ama Niyazi’nin böyle bir şansı yok. “Çekil oradan ulan” diyenlerin, edilen küfürlerin bini bir para. Derken gazoz şişesi filan atanlar oldu. Bir tanesi ünlü şefi sıyırdı geçti. Niyazi arkadaki maganda gruba “Tamam guzum, bitti guzum” diye diye işini sürdürdü.
İki yıl sonra yeni kurulan Devlet Halk Dansları Topluluğunun ilk turnesi Rusya’daydı. Ben onlarla birlikteydim. Moskova’daki temsilin baş davetlisi Niyazi idi. Temsil sonrası resepsiyonda kendisine “Beni hatırladınız mı” diye sormuştum. “Nasıl hatırlamam” dedi, “Gafamıza su şişesi yediğimiz akşamın yoldaşısen” dedi.
İşte 43 yıl öncesindeki Birinci Festival’den bugüne bu ilginç anılar ve fotoğraflar kaldı.
İlk Türk balesi Festivalin ilgi çeken gösterilerinden biri de ilk Türk balesi olarak bilinen Çeşmebaşı balesi idi.