Geçmişi sadece zafer-yenilgi döngüsü üzerinden değil, ancak gelişmeler karşısında alınan tavırlar üzerinden okursak, geleceğimiz hakkında düşünebiliriz. Bu bakımdan ülkemiz içinde konuşulanlar kadar, günümüz dünyasında konuşulanları da iyi anlamamız gerekmektedir.
Tarih anlayışımız atalarımıza bakışımızı ve kendimizi algılayışımızı aksettirir. Resmî tarih dediğimiz tarih ile kişilerin kendi atalarına bakışı çok farklı değildir. Günümüzde her ikisi de geçmişteki şan ve şöhretten bahsetmeyi sever. Dünya milletlerinde bu böyle olmayabilir. Örneğin Çin’in Hubei eyaletindeki Tujia kabilesinde, eğer ata hırsızsa “hırsız” olarak anılır. Böyle durumlarda devletin resmî tarihi ile değişik etnik grupların bakışı arasındaki farkı görürüz.
Halbuki Türkiye’de genellikle yalnız şan şöhret değil, aynı zamanda yenmek ve zafer kazanmak de insanların
kendilerine bakışlarını etkiler. Onun için de okul tarih kitaplarında galip geldiğimiz savaşlar, zaferler önem kazanır. Bir keresinde hatırlıyorum, Osmanlı Devleti’nin erken dönemlerinde Mora’nın fethinden söz ediliyordu. Birkaç sayfa sonra Mora tekrar ele geçiriliyordu. Arada ne olmuştu, ondan bahsedilmiyordu. Sanki Osmanlılar Mora’yı bir defa fethetmekle yetinmemişler de çifte dikiş sağlam olur düşüncesiyle, fethedilmiş yere bir kere daha sefer düzenlenmiş izlenimi uyanıyordu.
Diğer bir konu da zaferlerin adalete dayanan dünya görüşümüzü yaymak ve yeni alanlara yerleşmesini sağlamak düşüncesidir. Kendi görüşümüze uymayan gelişmeler ise bizde kalıcı bir etkiye haiz olmamışlardır. Onun için de 1243 Kösedağ savaşı sonrası Anadolu’da İlhanlı idaresi diye baktığımız Moğol dönemi ve 1402’de Temürlenk’in Ankara Savaşı’nı kazanması sonrasında, galibiyet sahiplerinin dünya görüşü bizi kültürel olarak fazla etkilememişti. Bunu Anadolu’da özellikle makro seviyedeki devlet idaresinde ve “ülüş sistemi” dediğimiz memâlikin paylaşılma ilkesinde görmekteyiz. Ne İlhanlıların hanedan mensuplarına özel bir konum bahşeden “inçü” divanı ne de Temür’ün memaliki oğullar arasında paylaşma sistemi Anadolu’da kök salmıştı. Demek yenilmek başka şey, galip gelenin fikir ve geleneklerini benimsemek ayrı şeylerdir.
Tarihte galibiyet açısından bakılmayan alanlardan biri İslâmiyet’in kabulü ve yayılmasıdır. Diğer taraftan benzer bir durum Batı medeniyeti ve Avrupa için de söz konusudur. Süleyman Demirel bir demeçte: “Gelmişler topraklarımızı işgal etmişler. Kurtuluş Savaşı vermişiz. Evlatlarımız şehit düşmüş. Buna rağmen Atatürk yönünü onlara çevirmiş. Bizi dışlamaya ne hakları var? İster alsınlar ister almasınlar, yolumuza devam edeceğiz. Kudretimizi anlayacaklar. Şu anda izlenen politika bu minvalde ve doğru” demişti (15.12. 1997 Hürriyet , s.29).
Süleyman Demirel aslında genel olarak hiç konuşulmayan bir konuya değinmiş oluyordu. Gerçekten bu iş nasıl olmuştu? Pekin Üniversitesi’nde bir öğrenci 2000’li yıllarda bana “Türkiye ve Çin uzun bir tarihi olan iki ülke. Her ikisi de Avrupalıların istilasına uğradı. Türkiye’de müstevliler hakkında ne düşünülüyor ve kaybedilen topraklar hakkında ne hissediliyor?” diye sormuştu. Ben de “müstevliler bizim dostumuz, kaybedilen topraklar da komşularımız” demiştim.
Herhalde geçmişe güreşmiş gibi bakmak ve sadece şurada şöyle zaferler kazandık demek yerine, tarihte bazı gelişmeler karşısında nasıl bir tavır almış olduğumuzu anlamak, geleceğimiz hakkında düşünebilmemize yardımcı olur.
Dikkat edilirse, geçmişte gerek İslâmiyet’in kabulü, gerekse Avrupa medeniyeti Batı uygarlığı içinde yer almaya çalıştığımız dönemleri zafer ve yenilgi şeklinde algılamamış olduğumuz görülüyor. İslâmiyet’in ortaya çıkışı ve yayılması sonrasında gelişen İslâm medeniyeti ile Avrupa’nın bilim ve teknoloji ile öne çıkmasının dünya tarihinin dönüm noktalarını oluşturduklarını görmemek mümkün değildir.
Demek ki dünya tarihinin önemli olayları ve gelişmeleri içinde yer almak, Atatürk’ün deyimi ile “muasır medeniyet” seviyesine ulaşmak isteği (zamanında Osmanlılar da “muasır” bölgesel imparatorluklar içinde yerini almıştı), zafer veya yenilgi döngüsünün üzerinde yer almıştır. Onun için de salt ülkemiz içinde konuşulanlara bakmak yerine, günümüz dünyasını iyi anlamamız gerekmektedir. Ancak bu takdirde akıntı yelken- rüzgâr ilişkileri içinde varolmak yerine, gelecekte nerede bulunmak istediğimizi öğrenebilir ve ona göre donanımlara sahip olmayı ön plana çıkarabiliriz.