60’lı ve 70’li yılların önde gelen gazetecilerinden Mete Akyol, fotoğraf, haber ve röportajlarıyla Türk basınında silinmez izler bıraktı. Hem cumhurbaşkanlarını hem Anadolu’nun en ücra köşelerindeki isimsiz kahramanları takip etti. Çok yetenekli bir muhabirin, usta bir yazarın hayatından kesitler…
Geçen ay yitirdiğimiz değerli gazeteci Mete Akyol, dönemine damgasını parlak bir şekilde vurmuş kişilerden biridir. Aynı yaşta olduğumuz Mete, bir zamanlar benim de basın dünyasındaki en yakın arkadaşımdı. Şöyle yazmıştı o: “Türkiye Cumhuriyeti ile Türk yurttaşı, tarihi boyunca iki kez balayı yaşamıştır. Biri Atatürklü yıllar, ikincisi altmışlı yıllar. Biz altmışlı yılların genç gazetecileri, bu ikinci balayının tanıklarıydık”.
İşte bizim tanışıklığımız ve ilerleyen dostluğumuz onun sözünü ettiği o ikinci balayı günlerinin atmosferi içinde filizlendi ve gelişti.
Her zaman canlı ve heyecanlı
Mete Akyol, 60’lı yıllardaki bir etkinlik sırasında görev başında
Ben 1960 Nisan’ında Ankaralı oldum. O günler Menderes döneminin son günleri. Sokaklar “Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu” sözleriyle Gazi Osman Paşa türküsünün nağmeleriyle inlemekte. Başbakan her yerde protesto ediliyor. Yakasına yapışanlar bile var. Sinirler gergin. Devlet konuğu olarak Nehru ülkemize gelmiş. Harp Okulu öğrencileri Atatürk Bulvarı boyunca yola dizilmişler. Ne var ki yüzleri halka, sırtları konuğu havaalanından Çankaya’ya götürmekte olan protokol arabalarına, yani iktidarda olan hükümete dönük. Benim başkentte siyasal aktüaliteyi ilk takip işim olacak. Ankara’nın henüz yabancısıyım. Basın kartım da henüz tasdik edilmemiş. Bari Nehru’yu Anıtkabir’de yakalayıp fotoğrafını çekeyim dedim. Oranın da kapıları nöbetçiler tarafından tutulmuş, olağanüstü hâl uygulamasıyla kimseyi geçirmiyorlardı. Allah’tan kabrin yer aldığı Rasattepe’nin ihata duvarları henüz yapılmamış, dikilen fidanlar çalı büyüklüğünde. Araziden komando eri gibi fidanlar arasından süzüle süzüle tepeye tırmandım. Nehru’yu Aslanlı Yolun sonuna doğru yakaladım, ondan sonrası sorun olmadı.
Ben Nehru’ya böyle “yasal olmayan” yollardan ulaştığım günün akşamında Mete, Hariciye Köşkündeki resepsiyona garson kılığında sızmış. Hakkında duyduğumuz ilk efsaneleşmiş macera buydu. Ondan sonraki günlerde, basın toplantılarında, ayaküstü alınan beyanatlarda olsun, siyasal ya da toplumsal olaylarda olsun, onları bir bölümü abi sayılabilecek, çoğunluğu da genç olan diğer gazetecilerle izlerken, üzerine basılacak nokta, bir matraklık sezinlediğimde Mete’nin yüzüne bakıyordum. Aynı anda onu da şeytan şeytan bir gülümseyişle bana bakar görüyordum. Ve işte tam da onun dediği gibi, zamanla mesleki titreşimlerimizin aynı frekansta olduğunu fark ettik. Bu bizi birbirimize yaklaştırmıştı.
Milliyet gazetesinin Ankara Bürosu neredeyse benim ikinci mekânım gibiydi. Abdi İpekçi’nin ikimize de tam güveni vardı. Ben zaman zaman onun yaptığı magazin röportajlarına fotoğraf takviyesi yapıyordum. Muhabirler arasında atlatmaya ve adam işletmeye çok yer verilirdi. Bir ara aşırı geniş açılı balık gözü objektifler sürülmüştü piyasaya, bir yenilik olarak ilgiyle karşılanmıştı. Aklımda kaldığına göre Mehmet Biber olacak, bu objektiflerden almış getirmiş, bir takım fotoğraflar çekmiş. Hürriyet gazetesi “Türkiye’de ilk defa” anonsuyla Pazar günü onları yayınlayacağını bir hafta öncesinden duyurmaya başlamıştı. Oysa ben teknolojiyi yakından izleyen biri olarak o objektife daha önceden sahip olmuştum. Mete de bunu biliyordu. “Hadi” dedi “Hürriyet’e bir kazık atalım.” Benim çektiğim birkaç fotoğrafı aldı, bir kaç da kendisi çekti. Hürriyet’ten bir gün önce, Cumartesi günü Milliyet’te “Türkiye’de ilk kez olarak” balık gözü objektifle çekilmiş fotoğraflar Mete Akyol imzası ile yayınlandı.
Bir ara Cevdet Sunay’ın eşi Atıfet Hanım durumu farketti. “Ayyy!” dedi, “benim sesimi mi alıyordunuz? Kimbilir neler söylemişimdir. Büroya geldik, teybi açıp dinledik. Atıfet Hanım yanındaki hanıma şöyle demişti: “Ay şekerim, o İngiltere kraliçesi ve ailesi var ya, tıpkı senin benim gibi insanlar; şaştım kaldım ayol…”
Gazetecilik raconunda sadece duyduğun sözleri olabildiğince çabuk ve eksiksiz not tutarak kaydetme olanağı vardı. Kimi lâflar arada kaynayıp giderdi. Bu yüzden yanlışlar da yapılabiliyordu. Röportajını yaptığım kişilerin dediklerini harfi harfine aktarmanın özlemini hep duymuşumdur.
Henüz taşınabilir cinsten pratik ses kayıt aygıtları yoktu. Sadece açık bantlara ses kaydı yapılabilen teypler vardı ki onlar da evlerde kullanılabilen teşkilatlı aygıtlardı. İlk kez radyocuların omuzlarında “Nagra” dedikleri 6-7 kilo ağırlığındaki seyyar ses kayıt aygıtlarına tanık olmuştuk. Taşıyan programcıların belleri bükülüyordu. Onlarla da açık bantlara kayıt yapılıyordu. O teyplerin iki kilo kadar çeken “Uher” tipleri çıkınca ilk müşterisi ben oldum. Benden hemen sonra Mete de bir tane edindi. Sonraları Fikret Otyam’ın da bir Uher’i oldu sanırım. Ankara’da bizden başka teypli gazeteci yoktu kasetliler çıkıncaya kadar.
Mete Akyol 1974’te 2. Kıbrıs Harekatı sırasında bir grup gazeteciyle birlikte Kıbrıs’a gitmişti. Orada yaşadıkları ve Rumlar tarafından gözaltına alınması onu çok etkiledi. Çoğu kimse onun başına gelenleri, ölümle yüz yüze gelişinde yaşadığı ruh halini ölçemedi.
Mete’nin teybi sadece açık röportajlar için değil, kimi kez habersiz yakalananlardan da tatlı öyküler çıkarıyordu. Cevdet Sunay’ın cumhurbaşkanlığının ilk aylarıydı. ABD Başkanı Kennedy’ye suikast yapılmış, bütün devlet başkanları cenazesine gitmekteler. Bizim cumhurbaşkanımız da Washington yolcusu. First Lady Atıfet Hanım da refakatlerinde. Amerika dönüşü Londra’ya da uğramışlar, Buckingham sarayına konuk olmuşlar. Yurda döndüğünde Yardımsevenler Derneğinin bir kermesine katıldı. Açılıştan sonra sergi gezilirken Atıfet Hanım da dostlarıyla bir yandan sohbet etmekte, onlara bir şeyler anlatmakta. Baktım, Mete yandan yanaşmış, aradan teybinin mikrofonunu uzatmış. Bir hınzırlık düşündüğü besbelli. Ben de fotoğraf makinamla durum tesbitine başladım. Sonunda bir ara Atıfet Hanım durumu farketti. “Ayyy!” dedi, “benim sesimi mi alıyordunuz? Kimbilir neler söylemişimdir” diye tatlı mahçubiyet alâmetleri gösterdi. O anda gerçekten neler söylediğinin pek farkında değildik. Büroya geldik, teypi açıp dinlemeye başladık. Atıfet Hanım gördüğü yerlerden, insanlardan söz ediyordu. Aklımda kalan bir tümcesi aynen şöyle idi: “Ay şekerim, o İngiltere kraliçesi ve ailesi var ya, tıpkı senin benim gibi insanlar; şaştım kaldım ayol…”
Geçen sayıda da bir vesileyle yazdığım gibi, rahmetli Abdi İpekçi, Türkiye’nin ilk Radyo-TVilâvesi olan derginin hazırlanmasını bize havale etmişti. Mete’nin kendisi de çok iyi fotoğraf çekiyordu. Ağırlığı ona verse süper bir foto muhabiri olabilirdi. Ama o yazıya önem verdi. Cin gibi zekâ kırıntıları taşıyan yazılar. Yazdıklarının okuyucuda uyandıracağı tepkiyi ölçmek amacıyla olsa gerek, önce bir yakınına okumak isterdi. Yanındaysam, bu ben olurdum. Milletvekilliği ve süren davası nedeniyle Çetin Altan bir süre Ankara’da yaşamıştı. Ona büyük saygısı vardı ve onun fikrini almayı çok önemserdi.
1973 seçimleri öncesinde, Sayın Ecevit’in kampanyalarında Mete’nin ve eşi Gülçin Akyol’un çok büyük hizmetleri vardır. Kıyısından köşesinden benim de katkılarım olmuştur. “Akgünlere” isimli parti programını yazan ekibin çekildiği kampta, konuk gazeteci olarak yalnız ikimiz vardık.
Araç bekleyen hastaların çilesi
Doğu Anadolu da hastaneye gitmek üzere araç bekleyen hasta ve yakınlarıyla röportaj yapan Mete Akyol. Bir dönemin en acı yoklukları, yol, araç ve hastaneydi.
Mete Akyol 1974’te 2. Kıbrıs Harekâtı sırasında bir grup gazeteciyle birlikte Kıbrıs’a gitmişti. Orada yaşadıkları ve Rumlar tarafından gözaltına alınması onu çok etkiledi. Çoğu kimse onun başına gelenleri, ölümle yüz yüze gelişinde yaşadığı ruh halini ölçemediği için, sıradan bir macera yaşadığı sanısına kapılmıştı herhalde. Kendilerinden yakın ilgi beklediği gazetesindeki arkadaşları bir “geçmiş olsun” bile demeden, sanki tatilden dönmüş gibi “Hoşgeldin, yazıların, fotoğrafların hazır mı” diye sorunca düş kırıklığına uğradı ve morali sıfırlandı. Depresyon içindeydi. Bu hava içinde Milliyet ile bağlarını kopardı.
Bismillah deyip yola çıktık. Biri kuzey yolundan biri güney yolundan iki Doğu Anadolu turu, bir Karadeniz, bir de Akdeniz turu yaptık. Tarımsal alanların çilekeş insanlarından, ırgatlardan, işçilerden, işsizlerden, umut veren yatırımlardan, terkedilmiş alanlardan ne çok öyküler derledik.
Böyle değerli bir gazeteci ortalıkta kalır mıydı? Beşikten gazeteci Erol Simavi hemen onu gazetesine davet etti. Kısa bir dinlenmeden sonra Mete artık Hürriyet yazarı olmuştu. Yeni gazetesine farklı bir şeyler yapmalıydı. Anadolu’yu kent kent, gereğinde köy köy, mezra mezra dolaşacak, halktan derlediği bireysel öykülerden memleketin genel yapısında var olan sosyal problemleri sergileyecekti. Kaplumbağa tipi bir Volkswageni vardı. Bu işi kendi arabasıyla kotaracaktı. Ancak hem kendisi tek başına yola çıkmak, hem de sevgili eşi Gülçin Akyol onu öylece salmak konusunda endişeliydiler. Yanında bir can yoldaşı bulunması daha akılcı olmaz mıydı? İşte o can yoldaşı da, abd-i âciz kulunuzdu. Gülçin Hanım’ın da bana büyük güveni vardı.
Bu gezileri yapmak benim için de bol bol fotoğraf çekme, Anadolu’yu bir kez daha turlama fırsatı olacaktı. Bismillah deyip yola çıktık. Biri kuzey yolundan biri güney yolundan iki Doğu Anadolu turu, bir Karadeniz, bir de Akdeniz turu yaptık. Tarımsal alanların çilekeş insanlarından, ırgatlardan, iççilerden, işsizlerden, umut veren yatırımlardan, terkedilmiş alanlardan ne çok öyküler derledik.
Mete, Hürriyet gazetesinde yayınlanan bu yazı dizisine “Yüz yüze, diz dize” ana başlığını koymuştu. Günü gelip bunlardan seçilmiş kimi öykülerden bir kitap yapmak gerekince onun adı da Düzen-Zedeler olmuştu. Kitabın kapağını ve sayfa düzenini yapmak da bana düşmüştü. Ön sayfasında “Değerli bir anı olarak koruyacağım destekleri ile bu kitabın oluşturulmasına olanak sağlayan Sayın Erol Simavi’ye, Sayın Ozan Sağdıç’a ve sevgili eşime içtenlikle teşekkür ederim” diye yazıyordu. Ayrıca bana imzaladığı kitaba el yazısıyla çok daha sıcak, samimi ifadeler kullanarak not düşmüştü.
Geziler sırasında pek çok anı derledik, nice halk filozofları ile karşılaştık. Pek çoğu acıklı, bir bölümü de gülünç maceralar yaşadık. Onunla son karşılaşmam, müşterek ağabeyimiz sayılan Cüneyt Arcayürek’in cenazesinde olmuştu. “İstanbul’a geldiğinde buluşalım da, yakın geçmişin bir muhasebesini yapalım” demişti. Kısmet değilmiş.