Kasım
sayımız çıktı

Türklerin unuttuğu sıradışı bir padişah

26. OSMANLI SULTANININ 300. DOĞUM YILI: III. MUSTAFA

1717’de doğan III. Mustafa, kafeste geçen 27 yılın ardından 40 yaşında Osmanlı tahtına geçti. Topu topu 57 yıllık yaşamı 21 Ocak 1774’te noktalandı. III. Mustafa’nın İstanbul’da mescitleri, camileri, ticaret hanı ve depoları, çeşmeleri, diğer bayındırlık eserleri saymakla bitmez. Yaptığı işler de azımsanamaz. Ama bugün adını yâd ettiren bir semti, meydanı çarşısı bulunmaz; sarayda onu çağrıştıran bir köşk veya daire de yoktur. Adı bugün neredeyse hiç geçmeyen, sıradışı bir sultanın portresi. 

Günümüzden tam 300 yıl önce, 28 Ocak 1717’de geleceğin 26. padişahı III. Mustafa, Topkapı Sarayı hareminde doğdu. Annesi cariye kökenli Mihrişah Kadın, babası III. Ahmed’di. Lâle Devri’ni önceleyen günlerdeki bu doğum da saray âdetlerince velâdet şenliğiyle kutlandı. Mustafa ve öteki şehzade ve sultanlar, anılarını unutmayacakları bir Lâle Devri yaşadılar. 

Türklerin unuttuğu sıradışı bir padişah
III. Mustafa (28 Ocak 1717-21 Ocak 1774)

Hattat, sanat ve zevk düşkünü padişah, çocuklarının eğitimlerine önem verdi. Şehzadeleri için Haliç sularında sûr-ı hümayun (sünnet düğünü) düzenletti. Su gösterileri, yarışlar, şölenler günlerce sürdü. Devrin eşsiz ressamı Levnî düğün sahnelerini resimlerken, şair Seyyid Vehbî de düğünün öyküsünü şiirleştirdiği Sûrnâme’yi yazdı. Mustafa o sırada dört yaşındaydı. 

Lâle Devri şetaretini söndüren, sarayları köşkleri yakıp yıkan, vezirleri asan kesen, babasını tahttan alaşağı eden Patrona Ayaklanması hercümercinde, III. Ahmed ve şehzadeleri harem hapishanesine kapatıldılar. Taht önceliği amcaoğulları I. Mahmud (1730 -1754) ve III. Osman’da (1754 -1757) idi. Sultan Ahmed hapiste öldü (1736). Oğlu Mustafa 27 yıl sonra kafesinden çıkartılıp 30 Ekim 1757’de 40 yaşında tahta oturtuldu. Bu, dünyaya yeniden gözaçmaktı. Kasvetli kafes odasında, babasının, eniştesi Nevşehirli İbrahim Paşa’nın İstanbul’u imarlarını, Seyyid Vehbileri, Nedimleri, nakkaş Levnî’yi herhalde unutmamıştı. 

III. Ahmed’in, kendi şehzadelerine taht yolu açabilmek için yaşça büyük yeğenlerini (I.) Mahmud’u, (III) Osman’ı, harem yöntemleriyle kısırlaştırdığı; onların da kendi saltanatlarında amcalarının kafesteki şehzadelerini öldürmeyecek kadar zehirletmeyi amaçladıkları söylenceleri doğruysa, tedricen solan şehzadeler, haremde loş birer odada yıllar boyu süren mahpusluklarını bir de zehirlenme korkusuyla geçiriyorlardı. Yine söylenceye göre Şehzade Mustafa bu vehimle muskalar bağlayarak, usturlap yöntemlerine başvurarak, değerli taşları havanda dövüp ürettiği panzehirleri dirhem dirhem yutarak ağulara karşı bağışıklık kazanmaya çalışırmış. Bu yüzden bitkin görünüşlü, solgun benizliymiş. 

Türklerin unuttuğu sıradışı bir padişah
Sultanın ünlü dörtlüğü
Saltanatı sırasında yazılan bir şiir-güfte mecmuası. Bu yazmada sultan III. Mustafa’nın ünlü dörtlüğü.
Türklerin unuttuğu sıradışı bir padişah
Ragıp Paşa’nın tanziri (en altta), ayrıca Cihangir mahlaslı birçok güftesi vardır.

13 yaşından beri sakladığı hülya ve heveslerle 40 yaşında kavuştuğu taht, kimbilir ruhunu nasıl silkelemişti? Padişahlığının haftasında 4 Kasım 1757 günü, saltanat kılıcını kuşanmak için Sarayda atlanarak törenle Edirnekapı’dan Eyüp Sultan Türbesine indi. Şeyhülislâm dua ederek beline Hz. Ömer’in kılıcını bağladı. Bahren (denizden) saltanat kayığıyla Yalı Köşküne gelişinde Tersane’den toplar atılması, sancaklarla donatılmış donanma gemilerinin refakati görkemli olmuştu. İlan ettiği adalet fermanında, Memâlik-i şahânenin bayındırlığına çalışacağı vadinde bulundu. İzleyen günlerde kapıkullarına ve diğer ulufelilere cülus bahşişi dağıtıldı. O gün Venedik Balyosunu Arz Odasında kabul etti. 

İstanbullu gayrimüslimlerin eskisi gibi sarı mest pabuç, elvan libas giymelerine izin verdiği fermanında, “kakım ve vaşak kürkle barata saraylılarla devlet erkânına mahsustur” diyerek saray ağalarının şatafatlı giyinmelerini, hademelerin şal kuşak sim bıçak, çiçekli entari, kakım kürk giymelerini; kadınların müşteha ve suzeni (erkekleri tahrik edici) libaslarla çarşı pazarda, mesire yerlerinde dolaşmalarını yasakladı. 

Saltanatının ilk günlerinden başlayarak, önceki padişahların tebdilen (tanımayacağı kıyafetle) denetimlerde bulunma geleneğini sürdürdü. Koyduğu kıyafet yasaklarına uymadıklarını gördüğü bir Ermeni ve bir Yahudiyi idam ettirdi. 

Sarayın rüşvet çarkını döndüren, Haremeyn evkafı gelirlerini yiyen Baltacı Ocağını kapattı. Kanlıca’da kıyıya vuran büyük balığın havyarının 400 okka (1300 kg) gelmesi padişahın uğurlu olduğuna, döneminde bolluk yaşanacağına yorumlandı ama, kışa doğru her tarafta kıtlık yüz gösterdi. Aç kalanlar payitahta yönelince İstanbul’da ekmek ve yiyecek kıtlığı, fırın yağmaları başladı. Tarihe geçen pirinç yağması 8 Mayıs 1758 de yaşandı. Olayın kahramanı kadınlardan biri, yatağan çekip dükkân sahibini kaçırtırken, yüzlercesi pirinç çuvallarını yağmaladı. O sırada Sadrazam Koca Ragıb Paşa, konağında saz faslı dinliyordu! Kul kethüdasını göndererek kadınları dağıttırdı. 

1758’in ilk aylarında kurumları ziyaret ederek, Tersane’de Hısn-ı Bahrî kalyonunun denize indirilmesi töreninde bulunan III. Mustafa, sadrıazamlıkta alıkoyduğu Ragıb Paşa’yı, nikahlı iki eşini boşaması koşuluyla dul ablası Saliha Sultan’la evlendirdi. Çöpçatan Ahıskalı Mehmed Ağayı da üç tuğlu vezirlikle ödüllendirdi. Bu “zor nikâh”ın ve düğünün ayrıntıları Şemdânizâde’nin Mür’it-Tevârih’inde, Hâkim ve Vâsıf tarihlerindedir.

Türklerin unuttuğu sıradışı bir padişah
Ortakapı’yı yeniden yaptırdı Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanatında (1520-1566) yapılan ve zamanla harap olan Topkapı Sarayının ikinci kapısı Bâbüsselâm’ın yıkık halde gören III. Mustafa, Hassa Mimarlarına “aslı gibi” yeniden yaptırtmıştı.

III. Ahmed’in diğer kızlarıyla evli damat paşaların İstanbul’a gelişleri, bunlar için saray ve yalılarda yemeklikler verilmesi, padişahın Cuma selamlığı törenleri, tebdil gezişleri mutat olaylardı ama, bir tebdilde kendisini tanıyan Çorum alaybeyini, çarşı ortasında mansıp istemesine kızarak oracıkta idam ettirdi. Ekmeğin gramajını düşük tutan fırıncıları öldürtüp kimilerini kulaklarından mıhlatması da tebdil uygulamalarıydı. 

III. Mustafa saltanatının başında saraydaki asıl sorun, 30 yıldan beri Haremde çocuk sesi duyulmamasıydı. 1728-1759 arasında padişah çocuğu doğmadığından Âl-i Osman’ın söneceği konuşuluyordu. Önceki padişahlar I. Mahmud ve III. Osman kısırdı. III. Mustafa’nın haremindeki câriyelerden “kadın” sanı verilen Emine Mihrişah, Ayşe Âdilşah ve Aynülhayat ile Kafkasyalı öteki güzel câriyelerden tek beklenti, yeni padişahtan hamile kalmalarıydı.

Türklerin unuttuğu sıradışı bir padişah
III. Mustafa’nın “Sultan Mustafa Hân-ı sâlis bin Sultan Ahmed Han” istifli altın mühr-i hümayunu. Topkapı Sarayı Müzesindedir.

Sesi harem duvarlarında çınlayan ilk bebeği, Mihrişah Kadın 14 Mart 1759’da doğurdu. Bu uğur çocuğuna Hibetullah adı verildi. İstanbul’da ve ülkede günlerce süren velâdet şenlikleri düzenlendi, doğum tarihleri düşüldü, kasideler, velâdetnâmeler yazıldı. Saray, çarşılar donatıldı, gündüzleri şenlik ve gösteriler, geceleri şehrâyinler yapıldı. Bu yavrucak, üç aylık olunca yakın geleceğin sadrazamı vezir Hamza Hamid Paşa ile sûrî (göstermelik) evlendirilerek bir de saray düğünü geleneği sergilendi.

O coşku ortamında bir muzibin İstanbul Efendisi (Başkent yargıcı) kıyafetine girip eşeğe ters binerek hayvanın kuyruğu elinde çarşı teftişine çıkmasına kızan ulema, Ragıb Paşa’ya giderek: “-Ulemaya hakaret reva mıdır?” deyip kavuklarını yere çaldılar. Sadrazam onlara, sarayının avlusundaki maskaralıkları gösterdi. “- Bakın veledizinalar benim gülünç suretimi (maketimi) eyersiz beygir sırtında hayal fenerinde döndürüyorlar. Padişah şenliğidir, olur!” diyerek gelenleri yatıştırdı.

Aynı günlerde Ermeni Cemaati de Beşiktaş kilisesine “kaçak” bölüm eklemişti. Padişah mimarbaşı ağaya kilisenin eklentilerini yıktırttı. Uğur ve mutluluk kaynağı Hibetullah gerçi üç buçuk yaşında ölecekti ama, annesi Mihrişah ve diğer kadınların loğusalıkları sıklaştı, birkaç yıl içinde iki “şehzade ve sultan efendi” denen kızlar doğdu. Gümüş beşik alayları, loğusa ziyaretleri yapıldı. 

III. Mustafa’nın tarihine yazılanlar 

1759 yazında bir gece İstanbul semalarında bir alâmet-i semavi yaşandı. Herkes bunu büyük bir yangın sandı. Yeniçeriler ateşi bulup söndürmek için Boğaziçi’nde kayıklarla boş yere dolaşıp durdular. Tophane’de, Karabaş tekkesi şeyhinin duasıyla üçer kamalı toplar döküldü. Padişah bu yeni topların menzil ve sektirme ilk atışlarını Sarayburnu’ndan seyretti. O günlerde İran Şahı Nâdir Şah’ın armağanı Taht-ı Tavus da İstanbul’a getirilerek İç Hazine’ye koyuldu. Ağustos ayında iki yalancı tanık, yüzlerine pekmezli aşıboyası sürülüp eşeğe ters bindirilerek Yahudi ve kefere ve çocuk kalabalıkları ortasında “Yalancının hâli budur!” bağırışlarıyla gezdirildi. 

1760- 61’de, İstanbul’un odun gereksinimini suyolundan taşımak için Karadeniz-Sapanca Gölü-İzmit Körfezi bağlantısı kazıları başlatıldı. Hezarfen Mustafa Ağa, mühendisler, suyolcu ve lağımcılar bölgeye sevkedildi ama; yaşamı loş bir odada geçmiş, arazi, mesafe, işçilik, maliyet… koşullarını kavraması zor padişahı, çevresini tutanlar “hazineye ağır yük getirir” diyerek caydırdılar. Tarihçi Şemdanizâde “Bir cami yapımına 4-5 bin kese harcanıyor ve 70-80 kişi faydalanıyor. Oysa bu parayla “İstanbul’un 400 bin nüfusunun odun kereste sorunu elli-altmış yıl için çözülmüş olacaktı” diyerek tarihine not düşmüş. 

En çok kadınlara takan ve onları yola getirmede kararlı padişah, bir yasak fermanı daha ilan etti. III. Ahmed’in tanıdığı hoşgörüyü kaybetmek istemeyen kadınlarsa “avrete siyaset (idam) olmaz, yasak da üç gündür!” diyerek müşteha libaslar (tahrik eden giysiler), fâcir (yoldan çıkaran) edalarla sokaklarda gezmekten vazgeçmediler. Tarihçi Şemdanîzâde bu konuda da “yılda iki kez ferman çıkartılmazsa bu avretler uslanmaz!” notunu düşmüş! 

III. Mustafa’ya göre bir diğer ferman dinlemezler, hekim ve sarraf geçinerek casusluk yapan Fenerli Rumlardı. Onları yola getirmek için önce Fenerli tercüman kıyafetine girerek ricâl konaklarını dolaşan padişah buralarda devlet aleyhine konuşan birini saptayıp Yalı Köşküne getirterek boynunu vurdurmuştu! 

Türklerin unuttuğu sıradışı bir padişah
Babüsselâm’ın kitabesi Babüsselâm evyanın iki her iki yanda taşa işli kitabede III. Mustafa’nın çiçekli tuğrası ve Zihnî’nin manzum tarihçesi vardır. Kısaca, III. Mustafa’nın tahta geçtikten sonra tackapının harap halini görerek, önceki padişahlar bu durumu görmemişler mi diye hayret ettiği ve kendi ödeneğinden ayırdığı parayla yaptırdığı anlatılmaktadır.

Padişah, selâtin ve fevkani (altında bir çarşı olan) Lâleli külliyesinin temelini 5 Nisan 1760’ta attığı gibi, annesi Emine Mihrişah (öl. 1732) için Üsküdar Ayazma’da yaptırdığı camiyi de 1761 yılı ilk ayında ibadete açtı. Kadınlarından, Hibetullah’ı doğuran Mihrişah, 24 Aralık 1761’de de şehzadesi Selim’i doğurdu. 

1762’de İstanbul tarihinin unutulmaz simalarından hazır-cevap, nüktedan, alaycı, şair, ehl-i meclis, Sadrazam Ragıb Paşanın musahibi Haşmet, Bursa’ya sürüldü. Efendisinin (sahibinin) karısını bıçaklayıp öldüren bir cariye, esir pazarında asıldı. 

1763’te Üsküdar’da İstavroz (Beylerbeyi) denen yerdeki saray harabelerini yıktıran padişah, yazlık Yeşillioğlu sarayını eklemelerle restore ettirerek henüz bir-iki yaşlarındaki kızları Şah Sultan ve Beyhan (Bighan) için çifte saraylara dönüştürttü. Yıkılanları da ayıklatarak, tavan dolap, taş mermer, maden, çini, vitray… parçalarını restorasyonlarda kullandırdı. III. Mustafa’nın padişahlar arasında cimrilik düzeyinde tutumluluğuyla anılmasının doğruluğuna, bu enkaz ayıklatması bir kanıttır. 

25 yıldan beri İstanbul Gümrük Emini, zenginliği ve yaşantısıyla dillere destan İshak Ağa, 1763’te öldü. Bu adam, sarayla vezirlerle, elçilerle, Avrupa tüccarlarıyla işler çevirirdi. Rahmana secde etmez, sekran (sarhoş) gezer, fuhşiyat ve küfrü severdi. Nüfuzlu ve korkusuzdu, çeviremeyeceği iş yoktu. Gümrük işlerini ve gelirlerini arttırmış, İstanbul’u zahire ve ithal malı cenneti yapmış, Türk kalyonlarını işsiz bıraktırarak Avrupa’dan ve Mısır’dan emtia taşıyan yabancı gemilere yol verdirmişti. Yabancı gemiler de İstanbul’a yüklediklerini -örneğin Mısır pirincini- başka gemilere aktarıyorlar, fiyat artışlarını körüklüyorlardı. Kadınların, gayrimüslimlerin kıyafetiyle ilgilenen, çarşıda sokakta, ibret olsun diye şunu-bunu astıran padişahın bunlardan haberi dahi olmuyordu. 

III. Osman’ın son, III. Mustafa’nın ilk sadrazamı, Osmanlı Devletinin en namdar ve kültürlü veziriazamlarından olan Ragıb Paşa prostat kanserinden 8 Nisan 1763’te öldü. Bu ölüm de bir takım yolsuzlukları ortaya çıkardı. Paşayla rüşvet ilişkisi olanlardan Acem Ali’nin boynu vuruldu, Kazer asıldı. Paşanın eşi Saliha Sultan 3. kez dul kaldı (Bu sultanefendi, izleyen yıllarda iki evlilik daha yapmıştır). 

Nişancı Hamza Hamid Paşa, III. Mustafa’nın atadığı ilk sadrazamdır. O yıl ki Ramazanda sarayda huzur dersi veren ulema, padişahın önünde kavgaya tutuştu. Bu, benzeri yaşanmamış bir olaydı. Ulemanın kimileri sürgüne gönderildi. 

Türklerin unuttuğu sıradışı bir padişah
III. Ahmed’in 1720’de sünnet olan şehzadeleri Süleyman, Mehmed, (III.) Mustafa. Yaşça en küçükleri (Levni’den) Mustafa en arkada.

İstanbul’un bir başka renkli siması Tahir Çelebi’nin yıldızı da yine o yıl söndü. Yaşamak için Beykoz’u seçen, burada padişaha da bir yazlık saray yaptıran, Cevahir Bedesten’inde ser-zergerân (kuyumcubaşı) Tâhir Çelebi, gömgök zengindi. “Seyyidim” de (Hz. Ali soylu) diyordu. Mücevher ve para düşkünü padişahla da yakınlık kurarak daha parlamıştı. 

Beykoz ise bu devirde devletliler, varsıllar sayfiyesi olmuş; kıyı, yalılar, köşklerle dolmuştu. Tahir Çelebinin yalısında, salınışları bir başka, güzellikte yekta, civan perçemli içoğlanları, mümtaz ve müşteha cariyeler, sazendeler, hanendeler, hayalbazlar, hokkabazlar, kırıla kıvrıla oynayan, rakkaseler, baştan çıkarıcı köçekler çoktu. Fasıllar, âlemler, eğlenceler her gün ve gece sürüp gidiyordu. Şehirdeki evlerini unutan İstanbullular, yaz geceleri “kayık kayığa bin iki bin kayık, kimi sarhoş, kimi ayık” Beykoz sevdalısı olmuşlardı. 

I. Mahmud zamanında başlayan bu Boğaziçi, mehtab ve Beykoz çılgınlığına Sultan Mustafa son verdi: O 1763 yılında, beklenmedik bir değişim yaşandı. Tahir Çelebi’nin konağı, yalısı yandı kül oldu, yalılar para etmedi, Beykoz meydanındaki gösteri dükkânları da yıktırıldı. 

İlk para operasyonu da o yıldadır. Venedik, Yıldız, Osmanlı fındık altınları arasındaki ayar- ağırlık dedikodularına son verilerek, her ikisi de 155 akçe sayıldı; ama bu kez de sahtekârlar altınları törpülemeye başladılar. Padişah, bir “arpa”dan fazla törpülenmiş altınların dolaşımını yasaklattı. Piyasadaki yerli, yabancı eski altın-gümüş paralar darphanece toplatıldı. 

1 Kasım günü, yedi aydır sadrazam olan Hamza Hamid Paşa’dan sadaret mührünü alan padişah, Halep Valisi Köse Bâhir Mustafa Paşa’yı göreve getirdi. 1764 yılının 4 Mart Cuma günü, Lâleli Câmii ibadete, külliyede hizmete açıldı. III. Mustafa, Cuma selamlığı için kendi camisine geldi. O günlerde Fatih’te Paşmakçızâde sarayını kül eden yangını cinlerin çıkarttığı dedikodusuna İstanbul’da inanmayan kalmadığı bir yana, cin görmek (?) ve anlatmak da âdet oldu. 

Sarrafların yakındığı Eğin Nakibinin idam edildiğini haber alan hemşehrileri İstanbul’a döküldüler. Meşihat’ı basarak Şeyhülislâmı ve Kadıaskeri tehdit ettiler. Verilen fetva üzerine Eğinli sarraflardan dördünün, saray kapısı önünde boyunları vuruldu. 

Giysi yasaklamayı saltanatının şiarından sayan III. Mustafa, yeni bir fermanla vaşak kürkü, benekli kürk, çiçekli entari, kemerbend şal kuşak yasağı koydu! Yine o günlerde saray kafesinde 34 yıldır tutuklu, padişahın yaşça küçük kardeşlerinden Şehzade Nu’man öldü. 

Mısır sükkeri denen şekerin teslim ve dağıtım merkezi, Mısır Çarşısındaki toptancılardı. Bunlar, Valide Vakfına yıllık akçe ödemekteydiler. 1764’te bu düzen bozuldu. Mısır gemileri şekeri doğrudan esnafa satmaya başladı. 

28 Mart 1765’te Köse Bâhir Mustafa Paşa, kethüdasının yolsuzlukları açığa çıkınca azledilip sarayda Kapıarası mahbesine kapatıldı. Buradan Midilli’ye sürülerek orada idam edildi. Muhsinzâde Mehmed Paşa, sadrazam atandı. Bozok (Yozgat) merkezli Orta Anadolu bölgesinde âdeta hüküm süren Çapanoğlu Ahmed Paşa da idam edilerek kesilen başı İstanbul’da ibret taşına koyuldu. Kırım Hanı Selim Giray’ın 29 Haziran’da İstanbul’a gelişi, törenle karşılanışı, huzura çıkışı, bir ay boyunca ağırlanışı, Eylül günlerinde Eflak Voyvodasının Boğaziçi’ndeki yalısı önünde asılışı, servetinin mavnalara doldurularak taşınması da İstanbulluları heyecanlandırdı.

1766 Mart başına rastlayan Ramazan bayramında padişah, Yalı ve Gülhâne köşklerinde Bamyacı-Lahanacı müsabakalarını, top şenliklerini izledi. Payitaht geceler boyu kandillerle şenlendirildi ama, 22 Mayıs 1766 Perşembe günü iki dakika süren depremde özellikle suriçi mahalleleri enkaz yığınlarına döndü. 1509 İstanbul depremine “Küçük Kıyamet” denmişti. Tarihçiler buna da “Zelzele-i Azim” dediler. Felâket büyüktü. Surlar, kârgir binalar, camiler, saraylar, hanlar, hamamlar, Kapalıçarşı… daha yüzlerce yapı yıkıldı. 

Evlerini dükkânlarını terkeden İstanbullular, meydanları, açık alanları cami avlularını doldurdu. III. Mustafa ertesi Cuma günü halka moral vermek için selamlık alayı ile Sultanahmet Camiine namaza gitti. 5 Ağustos’taki ikinci deprem, Galata’dan İzmit’e kadar birçok yeri daha yıktı. Aynı şiddette 31 Ocak 1767’de üçüncü, izleyen günlerde yeni sarsıntılar oldu. Halk yaşama umudunu yitirdi. Varsıl İstanbullular evsiz barksız yoksullar olarak kırlara, köylere barakalar yapmaya, çadır-çerge kurmaya, tövbeye koyuldular.

Türklerin unuttuğu sıradışı bir padişah
Oğlu Selim’le III. Mustafa, oğlu (III.) Selim’le, babası III. Ahmed’in yaptırdığı sonradan Yemişodası denen nüzhetgâh’da (hasoda). (Necdet Sakaoğul, Saray-ı Hümayın, sayfa 380).

III. Mustafa’nın Osmanlı tarihindeki konumu, 8 ayda dört depremin yaptığı tahribatı hazine olanaklarını seferber ederek kent ölçeğinde başardığı imarla açıklanabilir. Yaptırttığı Ayvat bendini ve toplanan suyu görmek üzere 16 Haziran 1767’de Karaağaç’tan Evhadüddin’e giden padişah, kentsel onarım çalışmalarının simgesi sayılacak en görkemli anıt yapıyı, İstanbul’un depremde yerle bir olan ilk Fatih Camii’nin yerinde yüceltmek için yeni Fatih Camii ve türbenin temelini 30 Temmuz 1767’de attı. Bu eser, III. Mustafa’nın Ayazma ve Lâleli külliyelerinden sonra İstanbul’da yaptırdığı üçüncü selâtin camiidir ama bunlardan hiçbiri Sultan Mustafa Camii adıyla anılmaz. Bu konudaki söylence şudur: “Padişah, ‘camilerimden birini papaz (Ayazma), birini ecdadım (Fatih) birini de bir meczup (Lâleli Baba) sahiplendi!’ dermiş”.

Bir felâket yılı sayılan o 1767’de, Haliç’te de bir kalyonda çıkan ateş öteki tekneleri tutuşturdu. Bunlardan her biri Haliç’in bir semtine yangın taşıdı. III. Ahmed’in yaptırdığı Aynalıkavak Sarayı, iskeleler, Halıcıoğlu’na kadar birçok çarşı ve mahalle kül oldu. 

7 Ağustos 1768’de Muhsinzâde’yi azleden padişah, Silahdar Mâhir Hamza Paşa’yı, iki buçuk ay sonra 20 Ekim’de Yağlıkçızâde Hacı Mehmed Emin Paşa’yı sadarete getirdi. O arada, Rusya’ya savaş ilan edilerek İstanbul’daki Rus elçisi tutuklanıp Yedikule’de hapsedildi.

Türklerin unuttuğu sıradışı bir padişah
III. Mustafa’nın “adını Laleli Baba’ya kaptırdım” dediği Laleli’deki ünlü selâtin camii, Sébah & Joaillier.

Zatülcenp olan padişah, 8 Şubat 1769 Ramazan Bayramı muayede merasiminde, hastalığına karşın sarayın Bâbüssaade denen kapısı önünde bayram tahtına oturdu. Önlem olarak tahtın çevresine perdeler gerilmişti. Bayramlaşmadan sonra bayram namazı için camiye gidemedi. 17 Mart günü dualarla Paşakapısı önüne tuğlar dikilip Rus harbi için seferberlik ilan edildi. 

Yine o günlerde bir müteseyyid (uydurma seyyid), “bugün bizim günümüz” diyerek çevresine topladığı yeşil sarıklılarla terör estirdi. O ve peşindeki gözü dönmüş kalabalıklar, Edirnekapı’dan çıkıp yakaladıkları Yahudi ve Nasranileri soydular, kimilerini öldürdüler. Eyüp’te 28 ceset, 200’den fazla soyulmuş kişi saptandı. 

İstanbul bu olayı yaşarken, Davutpaşa’da toplanan ordu da 8 Nisan’da cepheye hareket etti. 1 Mayıs’ta Hotin Zaferi müjdesi geldi. Camilerde dualar edildi. Sıbyan mektepleri talebeleri “feryad-ı âmin”e çıkartıldı. 12 Ağustos’taki 2. Hotin Zaferi üzerine, sefere çıkmadığı halde İstanbul’daki III. Mustafa’ya fetva ile “el-gâzi” sanı verilirken, cephede zafer kazanan Serdar-ı Ekrem ve Sadrıazam Emin Paşa idam edildi! Yerine atanan Moldovancı Ali Paşa da Hotin önündeki Köprü faciası ve Rus ordusunun Hotin’i alması sonucu 12 Aralık’ta cephede azledildi ve yerine İvazzâde Halil Paşa sadrazam yapıldı. 

Akdeniz’e gelen Rus donanması, 7 Temmuz 1770’te Çeşme’deki Osmanlı donanmasını yaktığı gibi, cephede de Kartal ve Bender bozgunları yaşandı. Felaket büyüktü. III. Mustafa, yenilgileri yüklediği İvazâde’yı da azledip, 25 Ekim’de Silahdar Mehmed Paşa’yı göreve getirdi. 25 Ocak 1771’de padişahın üvey kardeşi, harem kafesinde tutuklu şehzade Bâyezid de öldü. 

Yapımı dört yıl süren yeni Fatih Câmii, 25 Nisan 1771’de ibadete açıldı. O yaz Kırım’ın Rus işgaline uğraması üzerine, Selim Giray ülkesinden firar ederek sığınmak için İstanbul’a geldi. Kendisine gönderilen paraların hesabını veremediğinden, Silivri’deki çiftliğinde oturması koşuluyla İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Serdar-ı Ekrem ve sadrıazam Silahdar Mehmed Paşa da azledilip, 11 Aralık 1771’de Muhsinzâde Mehmed Paşa ikinci kez sadrıazam oldu. 

1772 Şubat’ında sıklıkla yaşanan Galata vak’alarından biri daha yaşandı: Kalyoncu ve Tersane askerleriyle Altmışdört ve Yirmibeş Bölük yeniçerileri arasında siper ve metris cenkleri başladı. Sokaklara barikatlar kuruldu, gemilerden toplar çıkartıldı. İki tarafa aylaklar, serseriler, bekârlar, yağmacı ve kavgacılar da katıldı. Kalyoncular Arnavut pergendelerinden, Yeniçeriler Laz gemilerinden kurşun ve gülle yağdırdılar. Yüzlerce kayıp verildi. O zamanın siyasetinde buna “iti ite kırdırmak” deniyordu. Sonuçta tarafların güçleri tükendi. Soyguncu hırsız ve arsızlar kırılıp azaltıldı. Yine o zamanların deyimiyle haşarat temizliği oldu. Kimileri de yakalanıp idam edildi.

Yalakaların İskender-i Zülkarneyn-i Sânî’si 

Türklerin unuttuğu sıradışı bir padişah
III. Mustafa’yı örf (oval) sarığı, sorguçlu tepeliği ve sade beyaz kürküyle gösteren portresi.

Savaş ortamı görmeden onu gazi ilan edenler gibi, İskender’le arasında hiçbir benzerlik kurulamayacak III. Mustafa’yı ikinci İskender ilan edenler de tarihe bir başka gülünçlük bıraktıklarının farkında değildiler. Hazine ve para meraklısı III. Mustafa ise saltanatının ilk yıllarında biriktirdiklerini Rus Harbi giderlerine, Çeşme faciasında yanan donanmanın yenilenmesine, İstanbul depremlerine harcayarak hazineleri tüketti. Bir yandan da sağlığını yitirdi. Atalarından miras istiskadan (vücudun su toplaması) mustaripti. 1773’te sağlığı gün be gün bozuldu. 

Bir 28 Ocak’ta doğmuştu; 27 yılı kafeste geçen 57 yıllık yaşamı yine bir Ocak ayında (21 Ocak 1774) noktalandı. Babası (III. Ahmed), amcası (II. Mustafa), büyükbabası (IV. Mehmed), atası (İbrahim) gibi ihtilallere tanık olmadan sarayda eceliyle öldü. Ertesi gün Lâleli’deki türbesine gömüldü. Kendisinin 13 yaşında bir şehzade iken kafese kapatılışı gibi, tek şehzadesi (III.) Selim de 13 yaşında kafese götürüldü. 

III. Mustafa’nın İstanbul’da mescitleri, camileri, ticaret hanı ve depoları, çeşmeleri, diğer bayındırlık işleri çoktur. Ama kent kültüründe adını yâd ettiren bir semti, meydanı, çarşısı yoktur. Topkapı Sarayında adını çağrıştıran bir köşk veya daire de gösterilemez. O kadar ki, sarayın Alay Meydanından Divan Meydanına ve asıl saraya yol veren çift kuleli görkemli Bâbüsselâm’ı (Ortakapı) 1758’de Sultan Mustafa’nın yeni baştan yaptırttığını kapı kemerinin altındaki tuğralı kitâbe belgelese de, bu da gözardı edilir. Saray hazinelerinde portreleri, saklanabilmiş özel eşyası vardır.

SÖZ SANATI 

Sultan III. Mustafa ve Sadrazam Ragıp Paşa: İki mübtezel iğnelemesi! 

Nutk-ı hümâyûn-ı Sultan Mustafa 
Yıkılubdur bu cihân Sanma ki bizde düzele 
Devleti çerh-i dû(n) virdi bu dem mübtezele 
Şimdi erbâb-ı sa’âdetde ola heb hezele 
İşimiz kaldı bizim merhamet-i Lemyezel’e 

Cihangir mahlasıyla şiirler, güfteler yazan III. Mustafa’nın bu ünlü dörtlüğü (solda altta) ve eniştesi sadrıazam, şair (Koca) Ragıb Paşa’nın tanziri (yanda). Tevriyve-cinas ustası RagıbPaşa, kendi son dizesinde: “Hallâk, mübtezeli mübtezele verdi” diyerek tehlikeli ama kimsenin kolay anlayamayacağı bir sanat oyununa başvurarak: “Ben, eleştirilen (mübtezel) bir sadrıazamdım. Dünyadan bî-haber seni de hapisten çıkartıp tahtta oturttular. Şimdi iki mübtezel olduk!” yollu bir iğneleme yapmış olabilir mi? Bu dörtlükleri kısmen farklı veren kaynaklar vardır: 

Merhûm Ragıb Paşa-nın tanziri 
Niceler almadı kâmın bu cihânda tez ele 
Felek devri mutabık yine bezm-i ezele 
Sanma ey dil ki sa’âdet bula hezele 
Verdi Hallâk-ı cihân mübtezeli mübtezele 

DÖNEMDEN PORTRELER 

Dedikodular ve ilginç uygulamalar 

Defterdar Halimî Paşa: III. Mustafa döneminde Divan üyesiydi. Bu paşanın konağındaki gayri ahlâkî yaşayış, İstanbul’un dedikodu konularındanmış. “Hânesine her nevi puştları, yani Ermeni, Rum ve Müslim evladından, paşalı ve kalyoncu ve berber ve kalpaklı on kadar tâze ve kart oğlan alan Halimî”nin Şehzadebaşı’ndaki sarayında, biri hareme, biri de bu oğlanlara mahsus iki hamam varmış. Kethüdası Vanî Hüseyin Efendi ise “ilm-i cifr” ile meşgul olup hayli zenginleşmişti. Padişah bu dedikoduları duyunca Halimî Paşa’nın vezirliğini kaldırıp Limni’ye sürmüş, mallarına da elkonulmuş. 

İstanbul Kadısı Karahalilzâde Abdurrahim Molla: Bu kadı halk beni pohpohlasın diyerek çarşılarda hava atar, çekindiği ocak ağalarının kılına dokunmaz, ama yoksul ve güçsüzlere en ağır cezaları uygular, sözgelişi değnek cezası en çok seksen, fazlası şer’an yasakken 100 -120 değnek vurdururmuş. Bir gün Şehzadebaşı’nda 80 yaşında gayrimüslim bir ekmekçiyi, eski bir seccadede otururken görüp, Müslümanların secdegâhına oturmakla suçlayarak çamura yatırtıp 85 değnek vurdurmuş. 

Sarı Abdurrahman Paşa: III. Mustafa’nın kız kardeşi Zeyneb Âsıma Sultan’ın eşi Sinek Mustafa Paşa, karısının nüfuzuna dayanıp 1761’de Konya Valisi olan Abdurrahman Paşa’nın idamı için ferman çıkarttırmıştı. Bunu öğrenen vali, “Padişah tuğlarımı ref’ eder. Lâkin ruhumu bana yaratan verdi, ruhumu korumaya memurum. Hatun sözü (Zeyneb Sultan), Sinek (Mustafa Paşa) sözüyle can veremem!” diyerek ayaklandı. İki bin askerle Bolu’ya oradan Gerede’ye yürüdü. İstanbulluları yeni bir Gürcü Nebi Vakası yaşanacak korkusu sardı. Padişah Abdurrahman Paşa’yı bağışlamak zorunda kaldı. 

ÖNEMLİ BİR YENİLİKÇİ 

‘Büyük ama talihsiz hükümdar’ 

Avrupalı yorumcuların “büyük ama talihsiz hükümdar” cümlesiyle tanımladıkları III. Mustafa, çağdaşı Osmanlı uleması düzeyinde İslâmi kültüre sahipti. Fen ve bilim insanlarını toplayarak kimi konuları tartıştırdığı da biliniyor. İlgi alanı ilm-i nücûm (astroloji) imiş. Fransa’dan bu alanla ilgili kitaplar getirttiği, Prusya Kralı II. Friedrich’ten müneccimler talep ettiği bilinir. Avrupa devletleriyle ilişkileri önemseyerek Paris’e, Berlin’e, Viyana’ya, Varşova’ya elçiler gönderirken, bu heyetlere kattığı uzmanlardan askerî, teknik, ticari ve sosyal yenilik önerileri getirmelerini istermiş. 

İstanbul’a gelen elçilerle dostane görüşmeler, elçi aileleri ile Osmanlı rical eşlerinin ilk temasları da dönemindedir. Baron de Tott’un önerisiyle ordunun çağdaş teknik olanaklara kavuşmasını önemsemesi, askerler için modern kışla, atış ve eğim alanları yaptırması, askerî uzmanlar görevlendirilmesi, Süratçiyan Ocağı (hafif topçu birliği) kurdurarak Tophane’yi ıslah ettirmesi, 1773’te Mühendishâne-i Bahr-i Hümayun adı verilen, deniz teknik okulunu açması önemli girişimleridir. Kahvecibaşısı Nakşî Efendiye tutturduğu günlüğü, Vekâyi-i Sultanî Târih-i Nakşî adlı bir rûznâmedir. 

GÜNDELİK HAYAT

Yeni kıyafetler, yeni uygulamalar

III. Mustafa önceki padişahlardan farklı formlarda üstlük-sarık-kavuk öngörerek halkı zorunlu kıldığı kılık-kıyafet yeniliklerine bir bakıma kendisi de ayak uydurmuş, tüketimin önemli bir kalemini oluşturan pahalı giysileri, özellikle, kürk ve ağır işlemeli kumaş düşkünlüğünü önlemeye çalışmıştır. 

Başlığı, ulema örfünü andıran oval tören kavuğuydu. Bunun tepesine pırlantalı tuğ ve uzun bir sorguç takardı. Young Albümü’nde görüldüğü üzere beyaz üstüne, omuz, yaka ve kenarları kürklü, göğüsleri dört köşe çizgili, içi beyaz, açık mavi- yeşil, sarı pembe işlemeli, kenarları düğmeli üstlük giyerdi. Günlük saray yaşamında çok daha sade giysileri paşalı kavuğu seçermiş. 

Tebdil gezmeleri için sabah erkenden saraydan ayrılır, yanına kahvecibaşısı Nakşî Efendiyi de alarak Ayasofya’da sabah namazı kılar, cemaat konuşmalarına kulak verirmiş. 

VALİDELER-ŞEHZADELER 

Küçük ama eğitimli bir ailesi vardı 

III. Ahmed’in 23 kadınının ile 35 kızının, 22 şehzadesinin adları biliniyor. Bunlardan 25 kız, 15 şehzade bebeklik – çocukluk çağında ölmelerine karşın yine de 40 kişilik bir ailesi vardı. III. Mustafa’nınsa, Mihrişah (III. Selim’in annesi valide sultan), Âdilşah, Rıfat, Aynülhayat adlı 4 kadını, Fehime, Gülmân adlı ikbâl hanımları biliniyor. Bunlardan Rıfat Kadın, İstanbullu hür bir kız veya kadınmış. Sultan Mustafa bir tebdil gezisinde görüp tutulmuş, sadrazamın eşi aracılığıyla razı edip nikâhlayarak saray haremine aldırmış. 

Biri küçük yaşta ölen şehzade Mehmed, diğeri (III.) Selim iki şehzadesi; Şah, Beyhan, Hadice sultanlar da kızlarıdır. Diğer kızları Hibetullah, Mihrimah, Mihrişah (Mihrişah’ın kızı) Fâtıma, Hadice (2.) sultanlarsa küçük yaşlarda ölmüşlerdi. III. Mustafa öldüğü sırada, eşlerinden Mihrişah, Âdilşah, Rıfat, oğlu Selim, kızları Şah, Beyhan, Hadice sultanlar hayattaydı. Yani 7 kişilik bir aile bıraktı. Kızları, yaşları küçük olsa da çağa göre iyi eğitimliydiler. Saraylarının birer kültür ve sanat yuvası oluşu ise kardeşleri III. Selim’in (1789-1807) padişahlığındadır. 18. yüzyıl sonu koşullarında Beyhan ve Hadice sultanlar, kadın dünyasındaki açılıma öncülük etmişlerdi. Hadice Sultan’ın (1768-1822) mimar-ressam Melling’le dostluğu, ondan Fransızca okuma yazma öğrenmesi, Türkiye’de Lâtin alfabesine geçişin yüzyıl önceki habercisi oluşuyla tanınır.