Kasım
sayımız çıktı

Osmanlılarda şehitlik, gazilik ve ‘bedelli askerlik’

İslâmi kültürün kavramları olan “şehitlik” ve “gazilik”, tarih boyunca farklı tanım ve algılarla gelişti. Musevî ve İsevî toplum kültürlerindeki “martyr”den “şehit-gazi” kavramına nasıl gelindi? Osmanlı dönemindeki tanımlamalar ve uygulamalar nasıldı? Ve 19. yüzyıl ortalarında öne çıkan vatan kavramıyla birlikte bu kavramlar nasıl değişti?

Günümüzde genellikle İslâmi kültürün bir un­suru olarak değerlendi­rilen “şehitlik”, anlam ve nitelik itibariyle pek farklılık göster­meden İsevî ve Musevî toplum­ların kültürlerinde de yer alır. Araplar “şehit” kelimesini “bi­len, bir olaya tanık olan” anla­mıyla karşıladıkları gibi, Grek­çe’den Latince’ye geçen “mart­yr” kelimesi Hıristiyanlıkta da aynı anlamda kullanılmaktadır.

Her iki dinin mensupları bu kelimeyi kavramlaştırarak “Allah yolunda öldürülüp öte­ki dünyada kurtuluşa erecek­lere, mükâfatlandırılacaklara” tahsis etmişlerdir. Bu tahsisin İslâm’daki alt bölümlenmesi savaşçıları, Hıristiyanlıkta ise eziyet ve işkencelere maruz ka­lıp ölen din ulularını kapsar. İlk dönem Hıristiyan din ulularına zamanla “aziz-azize” unvanla­rı verilerek, bunlar en büyük “martyr”ler olarak anılacaklar­dır. Hıristiyanlığın ayrı “reli­gion”lara bölünmesi ile itika­di farklılıklar ortaya çıktığında azizler kültünü reddeden Pro­testanlık, şehitliğe itiraz etmez. Batı kültürüne öylesine yerleş­miştir ki, Fransız İhtilali sıra­sında kilise kurumu yerle yek­san edilse de devrimciler “mart­yr” kavramını hiç çekinmeden kullanmışlar, özellikle 1848 Devrimlerinde ölenleri “devrim şehidi” olarak adlandırmışlar­dır. Sol, sosyalist hareketlerin metafizik bağlam dışında yeni ve evrensel bir anlam yükledik­leri “devrim şehidi” kavramı, günümüzde de tüm canlılığı ile yaşamaktadır.

Osmanlının son, Cumhuriyetin ilk gaziler İçlerinden bazıları 1912-1922 arasında 10 yıl savaşmış, bir devletin yıkılışına, diğerinin kuruluşuna tanıklık etmiş İnegöl Muharip Gazileri 1968 yılı 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamalarına hazırlanırlarken.

Yahudiliğin başlangıç ev­resinde “öldükten sonra öte­ki dünyada dirilme” tasavvuru bulunmuyordu. Günahkâr veya dindar ölenlerin ruhlarının ye­raltında karanlık bir âleme git­tiğine inanılıyordu. Dolayısıy­la öbür dünyada mükâfat veya ceza da zihinlerde yer almıyor­du. Bu dönemin Museviliğin­de şimdiki anlamıyla “şehitlik” kavramı oluşmamakla birlikte, Yahudi inançlılarının fedâ et­tikleri canlar zamanla Talmud paralelinde gelişen itikatları­nın gereği olarak “Tanrı isminin kutsanması” olarak değerlendi­rildi. Bu anlayışın İslâm şehitle­rinin “İ’la-yi Kelimetullah uğru­na” yani “Allah isminin yücel­tilmesi yolunda” canlarını feda etmesiyle benzerliği ortadadır. Uzakdoğu ve Hint kıtasındaki bazı dinî-felsefî anlayışlarda da benzeri yaklaşımlar sözkonu­sudur.

İslâm’ın kutsal kitabı Kuran, birçok ayette şehâdet ve şehit­lerden bahseder. İlk Müslüman­lar bizzat Hz. Muhammed’in komutasında Mekke müşrikle­riyle defalarca savaşmıştır. Ger­çekleşen savaşlarda çok sayıda sahabenin ölmesi, şehitlik kav­ramının da gelişmesine yol açan zemini hazırlamıştır. Kendi içinde çok çeşitli anlam bölün­melerine uğrayan bu kavramın kapsamı genişlemiş, savaşlar­da ölenlerin dışında, yol kesen eşkıyanın katlettiklerinden, yangınlarda ölenlere; ilim tah­sili yolunda ölenlerden, doğum sırasında ölen kadınlara kadar farklı derecelerde şehâdetler ta­rif edilmiştir.

Hz. Muhammed’in ve Ku­ran’ın övgüsüne mazhar olun­dukça yoğun bir teşvik gören Müslüman fertler, şehitlik eme­lini gerçekleştirmek uğruna girdikleri savaşlarda olağanüs­tü kahramanlıklar sahnelemiş­lerdir. Bu arada Hz. Hamza gibi etkili savaşçıların şehâdetleri travma yaratmamış, öldükten sonraki makamının yüceliği ge­ride kalanların da Hz. Hamza’ya öykünmelerine sebep olmuştur.

En trajik vaka ise Hz. Mu­hammed’in torunu, Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin ve yanındaki 72 kişinin Kerbelâ’da Muavi­ye oğlu Yezid’in adamlarınca katledilmesi olmuştur. Burada açıkça gayrimüslim olmayan bir grubun katliamına maruz ka­lındığı halde maktullerin hepsi şehit mertebesine yükseltilmiş­tir. Bu adlandırma, sonraki yüz­yıllarda büyük bir kısmı Şii ve Sünni iki toplum haline gelen Müslümanlar’ın nadiren ittifak ettiği hususlardandır. Kerbela şehitlerinin gömüldüğü yer son­radan “Meşhed” yani şehitlik olarak anılacak ve bu yönüyle de İslâm dünyasında en önemli ziyaret kültlerinden birini oluş­turacaktır.

Hz. Muhammed’in savaş­larına “Gazve” adı verilirdi. Katılanlar eğer ölmemişlerse “gazi” olurlardı. Şehitlikle aynı derecede övgüye mazhar olan gazilik, İslâm fetihlerini kısa sürede uzak ülkelere ulaştıran motivasyonun en önemli un­surlarındandı. “Ölürsem şehit kalırsam gazi” formülü çok etki­leyiciydi. Çünkü şehit öbür dün­yanın vaadedilen nimetlerine boğuluyor, gazi ise hem ahiret sevabı alıyor hem de elde edi­len ganimetten pay alma hak­kını kazanıyordu. Ganimetlerin en temiz ve helal kazançlardan biri olarak değerlendirilmesi, “Allah’ın adını yüceltme” gayesi gütmeden sadece ganimet için savaşlara katılanları da cezbet­ti. Bu nitelikteki gazi ve şehit­lerin durumu tartışmalı olsa da “gerçek niyetlerini Allah bilir” denilerek zahiren görünüş ve niyetlerine göre şehit ve gazi sa­yılmaya devam edildiler.

Şehit aileleri ve gazilere devletin ilgisi


1828 Osmanlı-Rus Savaşı’nda sağ ayağından yaralanıp gazi olan Balçıklı
Ali’ye, bizzat Hekimbaşı Mustafa Behçet’in iş göremezlik raporuna istinaden maaş bağlandığı (Solda); Padişah doktoru raporuyla üç gaziye maaş bağlandığı (Ortada); Domaniç köyleri ahalisinden şehit olan redif askerlerinin eş ve çocuklarına 1865 Ağustos maaşlarının ödendiğini gösterir mühürlü liste (Sağda)

Osmanlılar’a gelinceye ka­dar şehadet/şehitlikle paralel gelişen “gazilik” olgusu, Osman­lı Devleti’nin kuruluşundaki di­namikleri belirlemede halen sü­ren tartışmaları da beraberinde getirdi. Osman Gazi’nin yanın­daki silah arkadaşlarından ba­zıları gazi, bazıları alp unvanı­nı taşırdı. Özünde aynı kapıya çıkan bu unvan veya lakaplara sahip komutanların isimleriyle anılan yerleşim yerleri, Selçuk­lu Devleti’nin Bizans sınırla­rında “uç”ta yer alan küçük bir beyliğin, kısa sürede diğer bey­liklerden “gaza” avantajı ile öne geçtiğinin göstergesi gibidir. Doğu ve Güney Marmara’daki Turgut Alp, Gündüzlü, Konur­lar, Konur Alp, Akçakoca, Mihal Gazi, Karamürsel isimli köy ve kasabalar, Bizans’tan fethedi­len bu yerlerin, fetheden komu­tanlar ve ailelerine dirlik olarak verildiklerinin ispatıdır. I. Mu­rad’ın Gazi Evrenos’a, Gümül­cine’den Siroz’a ve Horpeşte’ye kadar kendi kılıcı ile fethettiği bir sancaklık bölgeyi verdiği dü­şünülürse paylaşımın büyüklü­ğü anlaşılır (BOA.HAT, 1655/1).

Ganimet dağıtımında gazi­lerin tamamına şehir, kasaba ve köyler düşmezdi elbette. Bun­lar da belirli ölçülerde dirlikler verilerek memnun edilir, böy­lelikle sonraki akınların askerî kadroları garanti altına alınırdı. Timar sisteminin adalet ve hak­kaniyet ile tesisi de bu şekilde başlamıştır.

Uğur-ı Hümayun

İlk dönem fetihlerinde sadece gaza olgusuyla hareket edilme­diğine yönelik söylemin de sağ­lam delilleri vardır. Gaza/gazi terimlerine 15. yüzyıl öncesinde Anadolu’da pek rastlanmadığı, sonraki dönemlerde kullanıldı­ğı tezi de yabana atılamaz.. Bu tespite rağmen gazi kavramı­nın yerine bir başkasının ikame edilip edilmediği meçhuldür. Muhtemeldir ki pek dikkat alın­mayan “uğur-ı hümayun/uğur-ı padişahî” deyimi burada belir­leyici oluyordu. Padişahlar gön­derdikleri fermanlarda, guzât-ı İslâm’ı seferle görevlendirdikle­rinde, uğur-ı hümayun/padişahî için çalışmalarını, savaşmaları­nı özellikle belirtirlerdi. Açıkça, askerden padişah yoluna can vermesi istenilirdi.

3 Numaralı Mühimme Def­teri’nin 1021. hükmü 1560’ta Basra’da ölen askerlerin padi­şah uğruna şehit olduklarını açıkça kaydeder. Bu durumun İslâm hukuku özelinde şehit­lik kavramına halel getirip ge­tirmediği tartışılmamıştır ama, ölenlere şehit denilmeye devam edilir. “Tanrının yeryüzünde­ki gölgesi olan Halife” itikadıy­la şekillenen düalist bir yapının gereği olarak 17. yüzyılın boz­gun zamanlarındaki hükümle­rin çoğunda, “uğur-ı padişahî” yanında “rıza-yı İlahi”, “Din-i Mübin-i İslâm” için de savaşıl­ması gerektiği sıklıkla vurgu­lanırdı. Divan-ı Hümayun’un erken dönem Mühimme Def­terleri’nde çok sık rastlanan bu tabirin sadece kapıkullarına yö­nelik kullanıldığı sanılmamalı­dır. Yeniçeri Ocağı sonrasında da toplumun her kesiminden bireyler, arzuhallerinde olsun, mektuplarında olsun, “uğur-ı padişahî”de kolunu, gözünü kaybettiklerini; babalarının, ev­latlarının padişah yoluna can verdiklerini gururla belirtmiş­lerdir. Uğur-ı padişahî tabiri II. Abdülhamid devrinin sonuna kadar yaygınlıkla kullanılır.

1914’te Cihad Fetvası’nın okunduğu gün Kudüs caddelerinde dolaşan Osmanlı gazileri. (Üstte)

Şehit ve gazilerin imtiyazları

Avrupa’nın baron, vikont, kont gibi alt düzey soylu toprak sa­hiplerine denk gelen ve timar sistemi bozulmasaydı aristok­rat bir sınıfın gelişmesini sağla­yabilecek sipahi, zaim, miralay, beylerbeyi şeklinde sıralanabi­lecek toprak sahipleri şehit ol­duklarında, vârislerinin hakla­rı korunurdu. Savaşlarda şehit olan dirlik sahiplerinin geride bıraktıkları mağdur edilmeme­ye çalışılırdı. Şehit timarlı sipa­hilerin erkek çocukları küçük olsa da alaybeylerinin arz et­meleri halinde büyüdüklerin­de “timarın başına geçmek ve sefere eşmek” şartıyla babala­rının timarını sahiplenirlerdi. 16. yüzyıl sonu itibariyle bu ya­pı çok yerde bozuldu. Güçlenen merkezî dairelerde yer alan bü­rokratlar, savaşlarda ölenlerin dirliklerine el koymaya, kendi üzerlerine berat ettirmeye baş­ladılar. Şehitlerin akan kanı yer­de kaldı. Üstelik el koydukları bölgelere gönderdikleri müte­sellimlerin keyfi yönetimlerine, zulmüne maruz kalan ahalinin topraklarını terkedip Celali saf­larına katılmalarına sebep ol­dular.

Osmanlı döneminde yara­lanan gaziler de ihmal edilmez, maluliyet maaşına nail olur­lardı. Bizzat hekimbaşının ve­ya maiyetindeki hekimlerin muayenesinden sonra malu­liyet dereceleri tespit edilir ve tatmin edici maaşlarla tekaüde sevkedilirlerdi. Emekli olarak hayatlarını sürdürürken ver­gilerden muaf olmaları için de berat verilirdi. Şehit ve gaziler­den İstanbul’da sakin olanların yakınlarına Tersane fırınından günlük ekmek tahsisatları olur­du (BOA. C. BH, 38/1787)

İlginç bir olay da 1772 yılın­da meydana gelmiştir. Osman­lı-Rus Savaşı sürerken Osmanlı ordusunda hizmet eden, kıla­vuzluk yapan, kelle kesen, dil (konuşturulacak esir) getiren ve yaralanan Sofyalı Mavri­di’den cizye vergisi alınmama­sı emredilmiştir (BOA. C.ML 505/20516).

Osmanlı döneminde kale fe­tihlerinde veya savaş meydanla­rında şehit olanlar için müstakil şehitlikler düzenlenmesi akla gelmezdi. Şehitlerin gömülü ol­duğu mezarlıklara saygı gösteri­lir, hürmetsizlikte bulunulmaz­dı ama, abide dikilmesi, kitabe konulması gibi ayrıntılar 19. yüzyılın sonlarında yavaş yavaş akıl edilecektir. Evliya Çelebi şehitlikler konusunda hassas­tır ve bu hassasiyeti belki de 17. yüzyıl Osmanlı toplumunun ondaki bir yansımasıdır. Gidip gördüğü yerlerde şehitliklerin hikâyelerini de anlatır. Deniz­li’de “Kırk Kardeş Çamı”, üzeri­ne nurların indiği İstanköy şe­hitliği, Rodos Eğrikapı dışında cesedi taptaze duran yeniçeri ile Arap vilayetlerindeki sahabe şehitliklerini Seyahatname’sin­de yâdeder.

Vehhabilerin yenilgiye
uğratılıp Mekke ve
Medine’nin yeniden ele
geçirilmesinden sonra II.
Mahmud’a “Gazi” unvanı
verildiğine dair Şeyhülislam
Dürrizade Abdullah
Efendi’nin fetvası. (yanda)

II. Abdülhamid ve gazi unvanı

Sultanlar sefere ordunun ba­şında çıktıkları zamanlar, dö­nüşlerinde muhakkak “gazi” unvanı alırlardı. Satvet dönem­lerinde pek kullandıkları görül­mez, ama haklarında yazılmış eserlerde gazilikleri belirtilirdi. Sonraki yüzyılların padişahla­rı sefere hiç çıkmadıkları halde hem gazi unvanını almışlar hem de paraları üzerinde olsun, Cu­ma hutbelerinde olsun belirtil­mesine özel itina göstermişler­dir. II. Abdülhamid 1877-78’deki Osmanlı-Rus Savaşı sırasında gazi unvanı almış, hutbeler gazi unvanıyla okunmuş ve tuğrası­nın yanına da özenle bu unvanı yazdırmıştır.

En ilginç gazi unvanı ise Sultan II. Mahmud’a verilmiş­tir. Hicaz Arapları’nın Vehhabî bağlısı olanları III. Selim dö­neminde isyan ederek 7-8 yıl o bölgeyi ellerinde tutmuşlar, Os­manlı hacılarını Mekke ve Me­dine’ye sokmamışlardı. Nihayet 1813’te, II. Mahmud zamanında bölge Vehhabîler’in elinden geri alındı. Bu sırada II. Mahmud’a gazi unvanı verilmek üzere ha­rekete geçildi ama, savaş iki Müslüman topluluk arasında olduğu için fetva metnine özel önem gösterildi. Dürrizade Ab­dullah’ın fetvasında Vehhabî­ler “İslâm iddiasında oldukları halde eylemleri şeriat dışında olduğu, Kuran ayetlerine Arap­ça kurallarına aykırı manalar verip anlamını değiştirdikleri, küfrü gerektiren batıl itikatla­ra sahip bulundukları için Mil­let-i İslâm’dan hariç oldukla­rı, Ehl-i Sünnet Müslümanları tekfir ettikleri, hacıların mal­larını yağmalayıp hac ibadetini engelledikleri, hac yollarını ka­pattıkları için katilleri vacip ol­duğundan, meydana getirdikleri bütün olumsuzlukları ortadan kaldırıp Mekke ve Medine’yi geri alan II. Mahmud’un Hadi­mü’l-Haremeyn olduğu şer’an tahakkuk etmekle fermanlarda, mahfiller ve minberlerde gazi unvanıyla anılmasının meş­ru olduğu” belirtilmiştir. (BOA. HAT, 1522/32)

Murad’ın gazi ve Evrenos’a Hatt-ı Hümayunu sureti


Osmanlının ilk dönemlerindeki gaza-gazi olgusuna önemli veriler sağlayan bir mektuptur. Kendi de Kosova’da şehit olacak I. Murad, Selanik- Gümülcine arasındaki bölgenin yönetimini ve
büyük bir kısmının mülkünü Akıncı Beyi Evrenos Bey’e verirken “Gazi” unvanıyla taltif eder (Kasım 1386).

Vatan kavramı ve değişen şehit tanımı

1839 Gülhane Hatt-ı Hüma­yunu sonrasında gayrimüslim tebaanın Osmanlı düzeninde iyileştirilen şartlarını 1856 Isla­hat Fermanı neredeyse diken­siz gül bahçesi haline getirmiş, cizye vergisini kaldırmış ama askerlik çağındakilere zorun­lu askerliği de şart kılmıştı. Zira artık klasik İslâm tasnifi olan “darülislâm-darülharp” anlamı­nı yitirmiş, korunması gerek­li sınırları olan “vatan bilinci” yerleşmeye başlamıştı. Bu vata­nı da müslim-gayrimüslim bir­likte koruyacaktı. Böylelikle sa­vaşlarda sürekli mağlubiyetlerle karşılaşılan 18-19. yüzyıllarda Müslüman nüfusun erimesinin de önüne geçilmek istenilir.

Bu devirde Osmanlılık adı altında müslim-gayrimüslim Osmanlı tebaasının din fark­lılığı dışında bir eşitsizliği ol­maması doğrultusunda çalışıl­maya başlandı. Buna rağmen Osmanlı ordusunda gayrimüs­limlerin bulunması, daha çok Ahmed Cevdet Paşa gibi Müs­lüman devlet adamları tarafın­dan hoş karşılanmıyordu. “Allah Allah sadalarıyla hücuma kal­kan Osmanlı ordusunun içinde gayrimüslimlerin bulunması asla caiz değildir, tabur imam­ları yanına bir de tabur papazla­rı mı koyacağız; bunlar savaşta ölünce şehit, yaralanınca gazi mi olacaklar” endişeleriyle gay­rimüslimlerin zorunlu asker­liği iptal edildi ve bunlardan askerlik yerine cüz’i miktarda bedel-i nakdi alınmasına ka­rar verildi. Müslüman olup da “bedelli yapmak isteyenler”den ise çok yüksek miktarda para talep edildi. Böylelikle Osman­lı gayrimüslimleri müreffeh bir şekilde nüfuslarının erimesinin önüne geçerek, ticaret-ziraat-e­ğitim ve kültür-sanat alanların­da kendilerini geliştirdiler. Türk ve Müslüman nüfus ise şehit ve gazi olmayı büyük bir istekle sürdürdü.