2009’un Mart ayı. 2011’de başlayan ve hâlâ devam eden, o güzelim ülkeyi mahveden savaş henüz yok. Yıllar süren gerginlikten sonra Türkiye ve Suriye ilişkileri nihayet düzelmiş. Büyük bir merak ve heyecanla bu komşu ülkeye giden biz Türk gezginleri, her yerde sevgi ve güleryüzle karşılanıyorduk. İşte o günlerden, geçmiş zamana, ülkenin olağanüstü tarihî mirasına uzanan izlenimler…
Türk milletinin Anadolu bağları o kadar güçlüydü ki, Şam Arkeoloji Müzesi’nde gezerken Akdeniz’in doğusunun tarihsel olarak ne kadar içiçe geçmiş olduğunu düşündük. Tunç çağında Hitit-Mısır ilişkileri, Pers egemenliği, İskender’in seferleri, Roma İmparatorluğunu’nun başkenti Antakya olan Suriye Eyaleti… Müzede gördüğümüz her obje, bize başlangıcı Anadolu olan ve bitmeyen bir öyküyü fısıldıyordu.
Ortaçağ’da Bizans egemenliği, üzerine Arap fetihleri. Türklerin devreye girmesi önce Tulunoğulları ve sonra Selçuklularla başlıyordu. Haçlılar, Anadolu üzerinden gelip bu kutsal toprakları işgal etmişlerdi 11. yüzyılın sonunda. Haçlı egemenliğini sona erdiren Selahaddin Eyyûbi, kendi hanedanını kurmadan önce bir Türk devleti olan Zengiler’in komutanı olmuştu. Mısır’da yerleşmiş Türk-Kafkas askerlerinin Moğolları Ayn Calud’da 1260’ta yenmesinden sonra, 256 sene sürecek Memlûk egemenliği başlıyordu Şam-ı Şerif’te. 1401’de Timur bu tarihî şehri yaktı, yıktı. 1516’da ise Yavuz Sultan Selim’in ticaret ve hac yolları üzerindeki bu zengin şehri Osmanlı topraklarına katmasından sonra, 400 yıl sürecek “Pax Ottomana” dönemi başlıyordu.
1 Ekim 1918’de, 3 sene önce Çanakkale’de yendiğimiz Avustralya ordusunun hafif süvarileri muzaffer bir şekilde şehre giriyorlardı. Arkalarında da Arap isyancıları ile birlikte ünlü Lawrence ve Prens Faysal… Osmanlı İmparatorluğu’na isyan eden Mekke Şerifi’nin oğlu, İstanbul’da büyümüş ve yetişmiş Faysal’dı. Suriye Kralı olmak istiyordu ama Fransızlar buna izin vermedi.
Şam’da Türk mirasını keşfetmeye, senelerdir hayalim olan Hicaz Demiryolu’nun anıları ile başlamalıydım. Trenlere olan sevgim imparatorluğun 20. yüzyılına olan ilgimle birleşince kendimi Şam’ın güney mahallelerinden birisinde, Kadam’da buldum. Buradaki Hicaz Demiryolu fabrikaları ve cer atölyeleri, beni yüzyıl öncesine, 2. Abdülhamid’in Şam’ı Medine’ye bağlayan bu olağanüstü ulaşım projesine götürdü.
1901’de başlayan inşaat, ilk trenin 1908’de Şam’dan Medine’ye ulaşmasıyla son bulmuştu. Bu büyük projenin ömrü kısa oldu. Sinema klasikleri arasında girmiş David Lean’in 1962 yapımı “Lawrence of Arabia” filminde, 1. Dünya Savaşı’nda İngiliz casusun liderlik ettiği Arap isyancıların bu hattaki trenlere saldırıları oldukça gerçekçi bir biçimde canlandırılır. Kadam cer atölyeleri sanki bir zaman tüneli idi. Yüzyıl öncesinin teknolojisi dokunulmadan duruyordu. Büyülü bir ışık altında eski makineler, çarklar, dişliler, lokomotif parçaları, her yere dağılmış irili-ufaklı onlarca lokomotif. Bu sevimli makinelerin bacalarından en son duman ne zaman çıktı acaba? Buradaki küçük müzedeki pirinç plakalarda eski yazıyla Türkçe “Hicaz Demiryolu” yazıyor. Hacılara kolaylık sağlamak için inşa edilen bu proje, Anadolu’nun çocuklarını bir daha geri dönemeyecekleri çöllere akıtmaya yaradı. Aklıma Falih Rıfkı Atay’ın olağanüstü eseri Zeytindağı geliyor: “Fakat biz Ahmet’i kumarda kaybettik…”
Müzesini, fabrikalarını, atölyelerini, sanayi devriminin solgun hayaletlerine dönüşmüş paslı eski makinelerini gördüğüm bu ünlü demiryolunun, şehir merkezindeki istasyon binasını da mutlaka görmeliydim. Tam bir Hamidiye devri yapısı olan bu zarif binanın içi ahşap süslemeler ve renkli camlardan yansıyan ışıkla çok etkileyiciydi. Rayları görmek için binanın arkasına geçtiğimde büyük bir hayalkırıklığı yaşadım. İstasyon işlevini yitirmiş, raylar sökülmüş ve istasyonun tam arkasında yapılacak dev bir alışveriş merkezi için kocaman bir çukur kazılmıştı. Terkedilen, unutulan demiryolları ve tren istasyonları bana hep hüzün verir. Burada çukura gömülen ise, bir devrin son ihtişamıydı.
20. yüzyılın başındaki Osmanlı Şam’ı, şehrin merkezini çevreleyen surların dışında, imparatorluğun modernleşmesinin anıt binalarıyla doluydu. Şam Üniversitesi binasının önünden geçtim: 1903’te yapılan bu bina imparatorluğun İstanbul, Şam ve Beyrut’ta bulunan üç Tıbbiye Mektebi’nden birisiydi. İstanbul Haydarpaşa’daki Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane gibi, burada da eğitim Türkçe ve Fransızca yapılıyordu.
20. yüzyıla geçerken Avrupa’da yeni bir sanat ve mimari akımı doğuyordu: Art Nouveau. Hem modern olması hem de İslâmi zevke hitap eden çiçek gibi organik desenlere ve formlara yer vermesi nedeniyle Sultan 2. Abdülhamid bu akımı sevdi ve destekledi. Al Marjeh Meydanı’nın ortasında bir sütun gibi yükselen Hicaz Demiryolu Anıtı, İstanbul’u sayısız binalarla süsleyen mimar Raimondo D’Aronco’nun eseri. Bu heykel gibi anıtı, Yıldız Sarayı Müzesi’ndeki maketinden tanıyordum. Gerçeğini görmek heyecan vericiydi. Tunç anıtın ay-yıldızlı kaidesinin üzerinde zarifçe yükselen stilize telgraf direkleri ve telleri, sütun başlığında bulunan Beşiktaş’taki Yıldız Hamidiye Camii’nin maketini taşıyor; Doğu-Batı medeniyetleri bu zarif kompozisyonda buluşuyor; anıt, karanlık günlerin yakın olduğunu farkettirmeden, yeni yüzyıla umut aşılıyordu.
Zamanın daha yavaş geçtiği Osmanlı klasik çağlarının bir eseri de, Mimar Sinan’ın imzasını taşıyor. Kanunî Sultan Süleyman’ın, babası Yavuz Sultan Selim adına 1544’te yaptırmaya başladığı Selimiye Camii’ne, Şamlılar “Süleymaniye” de diyorlar. Merkezî kubbe planı, çifte minaresi çağının klasik Osmanlı çizgilerini taşısa da siyah-beyaz mermerlerin zarif uyumu ve avlusundaki havuz, bulunduğu coğrafyanın geleneklerine saygıyı ifade ediyor. Yanındaki medresedeki sevimli dükkanları geziyorum. Bir antikacı dükkanına giriyorum. Gözüm “Türk Yıldızı” da denen 1. Dünya Savaşı Osmanlı Harp Madalyası’na takılıyor. Hafif bombeli, kırmızı mineli bu cesaret yıldızı, Anadolu’ya geri dönemeyen hangi subayın üniformasını süslüyordu acaba? Pazarlık yapmıyorum; sadece bu yıldızı “geri götürmek” var aklımda…
Caminin arkasındaki mezarlıkta Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı 6. Mehmed Vahideddin yatıyor. Çengelköy’deki şehzadelik zamanı köşküne, Yıldız ve Dolmabahçe Saraylarına, hatta sürgündeki evi San Remo’daki Villa Magnolia’ya göre çok mütevazı bir mezar bu. 1926’da İtalya’da San Remo’da öldü; büyük büyük dedesinin yaptırdığı bu caminin haziresine gömüldü. Büyük tarihî olayların yaşandığı bir çağda bunlara yön verebilecek donanımda ve kişilikte bir insan değildi. Galiba kendisi de farkındaydı durumunun: “Ben bu makam için hazırlanmadım. Çocukluğumdan beri vücutça rahatsız olduğumdan layikiyle tahsil edemedim. Yaşım kemale erdi, dünyada bir emelim kalmadı. Biraderle hangimizin evvel gideceğimiz malum olmadığından bu makamı bekleyişte değildim. Fakat takdiri ilahi böyle teveccüh etti, bu ağır vazifeyi deruhde eyledim. Şaşmış bir haldeyim, bana dua ediniz.”
Eski şehre yaklaştım. Hamidiye çarşısında kalabalığa karışmış yürüyorum. 100 yıl, sanki o kadar kesip atmamış ortak mirası ve hayat tarzını. Tatlıcılar, dondurmacılar dolup dolup taşıyor. Arap dilinin anlamadığım şiirselliğine, Türk olduğumu anlayanların kendi dilimdeki nazik sözleri karışıyor. 1884’te inşa edilen bu kapalıçarşı, Roma çağının ana caddesi üzerinde. 1905’te meslek hayatının ilk görevi için bu şehre tayin edilen ve burada 2 yıl yaşamış olan Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal Bey’i düşünüyorum. Şuradaki eski kahvehanede arkadaşları ile oturup sohbet ederken, onlara deniz kıyısındaki uzak bir şehirdeki pembe evini ve oradaki hayatını anlatıyor muydu acaba? Yoksa İstanbul’daki henüz taze öğrencilik anılarını mı yadediyorlardı hep birlikte?
Çarşının sonunda Roma çağında yapılan Jupiter Tapınağı’nın etkileyici sütunları karşılıyor beni. Arkasında ise Emeviye Camii’nin heybetli duvarları yer alıyor. Eski dünyanın şehirlerini ne kadar çok sevdiğimi düşünüyorum: Tanrılar tapınaklarını hep aynı yerde istiyorlar. Pagan tapınağı, Hırıstiyan kilisesi ve sonra da İslâm tarihinin en etkileyici camilerinden biri. Emeviye Camii’nde saatler geçiriyorum. Dış cephesindeki o muhteşem mozaikleri 8. yüzyılda yapan Bizanslı ustalar Konstantiniyye’den gelmişlerdi belki de. Tasarımı ve planı ile Anadolu’nun ulu camilerine ilham veren bu yapı bana “Işık Doğu’dan yükselir” diye fısıldıyor!
Emeviye Camii’nin yanında, büyük komutan Selahaddin Eyyûbi’nin türbesi yer alıyor. 1193’te 55 yaşında Şam’da ölen sultan, hâlâ Müslüman toplumlara ilham veriyor. Ridley Scott’un 2005’te çektiği “Kingdom of Heaven” filminde de Eyyûbi’yi Şamlı aktör Ghassan Massoud’dan daha iyi kimse canlandıramazdı herhalde.
Dünya tarihinde ilk uçak, ABD’de 1903’te başarıyla uçtu. Havacılığın muazzam hızlı yayılımı ve gelişimi Osmanlı Devleti’ne de yansıdı. Türk Hava Kuvvetleri’nin ilk nüvesi 1911’de kuruldu. Balkan Savaşı’ndan yenik çıkan devletin Dünya Harbi öncesi diriltmeye çalıştığı gücünü dosta-düşmana göstermek için planlanan “İstanbul İskenderiye Hava Seyahati”, 8 Şubat 1914’te İstanbul’da başladı. Pilotlarımız Yüzbaşı Fethi ve Yüzbaşı Sadık Beylerin yer aldığı uçak, İstanbul-Eskişehir-Afyonkarahisar-Konya-Tarsus-Halep-Humus-Beyrut-Şam rotasını takip ederek uçtu ve Şam’a başarıyla indi. Havacılarımız burada büyük ilgiyle karşılandı. Fethi ve Sadık Beylerin Bleriot XI uçağı, 27 Şubat’ta Şam’dan Kudüs’e uçarken Taberiye Gölü yakınlarına düştü. Kahraman iki pilotumuz, tarihe ilk hava şehitlerimiz olarak geçti. Bugün İsrail’de Taberiye (Tiberias) gölü kıyısındaki HaOn köyünde, pilotlarımızın düşüp şehit olduğu yerde bir anıt yükseliyor.
Eski çarşının sonu Roma Tapınağı
1.Abdülhamit tarafından
yaptırılan Hamidiye
Çarşısı’nın sonunda
yolunuz, Roma çağında
yapılan Jupiter Tapınağı’nın
etkileyici sütunlarına
çıkıyor.
Aynı rotada uçan ikinci uçakta yer alan Pilot Teğmen Nuri Bey ile Rasıt Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey, “Prens Celalettin” uçağıyla Humus’tan Şam’a ulaşarak arkadaşlarının cenaze namazına yetişti. Şehitlerimiz Fethi Bey ile Sadık Bey, Emeviye Camii’nde bulunan Selahaddin Eyyûbi Türbesi’nin yanındaki kabre defnedildi. İlk kazadan sonra sefere devam eden Nuri Bey de, 11 Mart’ta Yafa’dan kalkışı sırasında uçağının denize düşmesi sonucu şehit oldu. Yanında bulunan İsmail Hakkı Bey ise kazadan sağ kurtuldu. Pilot Teğmen Nuri Bey de, arkadaşları gibi Eyyûbi Türbesi’nin yanında bulunan kabre defnedildi. Beyaz mermerden özenle yapılmış mezarlardaki al bayrağımıza bakıyorum. Kahramanları sessizce selamlıyorum…
Roma tapınağından Ortaçağ camisine; dar sokakları, neşeli insan sesleriyle coşan kahvehaneleri, gizemli avlulara açılan kapıları, sıcak insanlarıyla Şam…
12 yıl sonra, bu eşsiz şehirde Türk tarihinin bende bıraktığı izleri yazarken, pandemiden kapanmış bir dünya ve savaştan yıkılmış bir Suriye’de, o güzelim Şam sokakları binlerce kilometre uzakta gibi geliyor bana. Ama sanki bir o kadar da yakın. Unutma ki, bu Şam sokaklarından Hitit kralları, Roma sezarları, Haçlı prensleri, Osmanlı sultanları ve Mustafa Kemal’ler geçti… Zaman geçer, izler kalır, yaşatılır!