Kasım
sayımız çıktı

Şam: Yakın geçmişe bir zaman yolculuğu

2009’un Mart ayı. 2011’de başlayan ve hâlâ devam eden, o güzelim ülkeyi mahveden savaş henüz yok. Yıllar süren gerginlikten sonra Türkiye ve Suriye ilişkileri nihayet düzelmiş. Büyük bir merak ve heyecanla bu komşu ülkeye giden biz Türk gezginleri, her yerde sevgi ve güleryüzle karşılanıyorduk. İşte o günlerden, geçmiş zamana, ülkenin olağanüstü tarihî mirasına uzanan izlenimler…

Türk milletinin Anadolu bağları o kadar güçlüydü ki, Şam Arkeoloji Mü­zesi’nde gezerken Akdeniz’in doğusunun tarihsel olarak ne kadar içiçe geçmiş olduğunu dü­şündük. Tunç çağında Hitit-Mı­sır ilişkileri, Pers egemenliği, İskender’in seferleri, Roma İm­paratorluğunu’nun başkenti An­takya olan Suriye Eyaleti… Mü­zede gördüğümüz her obje, bize başlangıcı Anadolu olan ve bit­meyen bir öyküyü fısıldıyordu.

Ortaçağ’da Bizans egemenli­ği, üzerine Arap fetihleri. Türk­lerin devreye girmesi önce Tulu­noğulları ve sonra Selçuklular­la başlıyordu. Haçlılar, Anadolu üzerinden gelip bu kutsal top­rakları işgal etmişlerdi 11. yüzyı­lın sonunda. Haçlı egemenliğini sona erdiren Selahaddin Eyyû­bi, kendi hanedanını kurma­dan önce bir Türk devleti olan Zengiler’in komutanı olmuştu. Mısır’da yerleşmiş Türk-Kaf­kas askerlerinin Moğolları Ayn Calud’da 1260’ta yenmesinden sonra, 256 sene sürecek Mem­lûk egemenliği başlıyordu Şam-ı Şerif’te. 1401’de Timur bu tarihî şehri yaktı, yıktı. 1516’da ise Ya­vuz Sultan Selim’in ticaret ve hac yolları üzerindeki bu zengin şehri Osmanlı topraklarına kat­masından sonra, 400 yıl sürecek “Pax Ottomana” dönemi başlı­yordu.

1 Ekim 1918’de, 3 sene önce Çanakkale’de yendiğimiz Avust­ralya ordusunun hafif süvari­leri muzaffer bir şekilde şeh­re giriyorlardı. Arkalarında da Arap isyancıları ile birlikte ünlü Lawrence ve Prens Faysal… Os­manlı İmparatorluğu’na isyan eden Mekke Şerifi’nin oğlu, İs­tanbul’da büyümüş ve yetişmiş Faysal’dı. Suriye Kralı olmak istiyordu ama Fransızlar buna izin vermedi.

Cer atölyeleri

Şam’da Türk mirası­nı keşfetmeye, seneler­dir hayalim olan Hicaz Demiryolu’nun anıları ile başlamalıydım. Trenlere olan sevgim imparatorluğun 20. yüzyılına olan ilgimle bir­leşince kendimi Şam’ın güney mahallelerinden birisinde, Ka­dam’da buldum. Buradaki Hi­caz Demiryolu fabrikaları ve cer atölyeleri, beni yüzyıl öncesine, 2. Abdülhamid’in Şam’ı Medi­ne’ye bağlayan bu olağanüstü ulaşım projesine götürdü.

1901’de başlayan inşaat, ilk trenin 1908’de Şam’dan Medi­ne’ye ulaşmasıyla son bulmuş­tu. Bu büyük projenin ömrü kısa oldu. Sinema klasikleri arasında girmiş David Lean’in 1962 ya­pımı “Lawrence of Arabia” fil­minde, 1. Dünya Savaşı’nda İn­giliz casusun liderlik ettiği Arap isyancıların bu hattaki trenlere saldırıları oldukça gerçekçi bir biçimde canlandırılır. Kadam cer atölyeleri sanki bir zaman tüneli idi. Yüzyıl öncesinin tek­nolojisi dokunulmadan duru­yordu. Büyülü bir ışık altında eski makineler, çarklar, dişliler, lokomotif parçaları, her yere da­ğılmış irili-ufaklı onlarca loko­motif. Bu sevimli makinelerin bacalarından en son duman ne zaman çıktı acaba? Buradaki kü­çük müzedeki pirinç plakalarda eski yazıyla Türkçe “Hicaz De­miryolu” yazıyor. Hacılara ko­laylık sağlamak için inşa edilen bu proje, Anadolu’nun çocuk­larını bir daha geri dönemeye­cekleri çöllere akıtmaya yaradı. Aklıma Falih Rıfkı Atay’ın ola­ğanüstü eseri Zeytindağı geli­yor: “Fakat biz Ahmet’i kumarda kaybettik…”

Müzesini, fabrikalarını, atöl­yelerini, sanayi devriminin sol­gun hayaletlerine dönüşmüş paslı eski makinelerini gördü­ğüm bu ünlü demiryolunun, şe­hir merkezindeki istasyon bi­nasını da mutlaka görmeliydim. Tam bir Hamidiye devri yapısı olan bu zarif binanın içi ahşap süslemeler ve renkli camlardan yansıyan ışıkla çok etkileyiciy­di. Rayları görmek için binanın arkasına geçtiğimde büyük bir hayalkırıklığı yaşadım. İstasyon işlevini yitirmiş, raylar sökül­müş ve istasyonun tam arka­sında yapılacak dev bir alışveriş merkezi için kocaman bir çukur kazılmıştı. Terkedilen, unutulan demiryolları ve tren istasyonla­rı bana hep hüzün verir. Burada çukura gömülen ise, bir devrin son ihtişamıydı.

Rayların arasına sıkışmış tarih Şam’ın güney mahallelerinden Kadam’da bulunan Hicaz Demiryolu fabrikaları ve cer atölyeleri. 2. Abdülhamid’in Şam’ı Medine’ye bağlayan bu ulaşım projesinin ömrü kısa olmuştu.
 

20. yüzyılın başındaki Os­manlı Şam’ı, şehrin merkezi­ni çevreleyen surların dışında, imparatorluğun modernleşme­sinin anıt binalarıyla doluy­du. Şam Üniversitesi binasının önünden geçtim: 1903’te yapılan bu bina imparatorluğun İstan­bul, Şam ve Beyrut’ta bulunan üç Tıbbiye Mektebi’nden biri­siydi. İstanbul Haydarpaşa’da­ki Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane gibi, burada da eğitim Türkçe ve Fransızca yapılıyordu.

20. yüzyıla geçerken Avru­pa’da yeni bir sanat ve mimari akımı doğuyordu: Art Nouveau. Hem modern olması hem de İs­lâmi zevke hitap eden çiçek gibi organik desenlere ve formlara yer vermesi nedeniyle Sultan 2. Abdülhamid bu akımı sevdi ve destekledi. Al Marjeh Meyda­nı’nın ortasında bir sütun gibi yükselen Hicaz Demiryolu Anı­tı, İstanbul’u sayısız binalar­la süsleyen mimar Raimondo D’Aronco’nun eseri. Bu heykel gibi anıtı, Yıldız Sarayı Müze­si’ndeki maketinden tanıyor­dum. Gerçeğini görmek heyecan vericiydi. Tunç anıtın ay-yıldızlı kaidesinin üzerinde zarifçe yük­selen stilize telgraf direkleri ve telleri, sütun başlığında bulunan Beşiktaş’taki Yıldız Hamidiye Camii’nin maketini taşıyor; Do­ğu-Batı medeniyetleri bu zarif kompozisyonda buluşuyor; anıt, karanlık günlerin yakın olduğu­nu farkettirmeden, yeni yüzyıla umut aşılıyordu.

Zamanın daha yavaş geçti­ği Osmanlı klasik çağlarının bir eseri de, Mimar Sinan’ın imza­sını taşıyor. Kanunî Sultan Sü­leyman’ın, babası Yavuz Sultan Selim adına 1544’te yaptırma­ya başladığı Selimiye Cami­i’ne, Şamlılar “Süleymaniye” de diyorlar. Merkezî kubbe planı, çifte minaresi çağının klasik Osmanlı çizgilerini taşısa da si­yah-beyaz mermerlerin zarif uyumu ve avlusundaki havuz, bulunduğu coğrafyanın gele­neklerine saygıyı ifade ediyor. Yanındaki medresedeki sevimli dükkanları geziyorum. Bir anti­kacı dükkanına giriyorum. Gö­züm “Türk Yıldızı” da denen 1. Dünya Savaşı Osmanlı Harp Madalyası’na takılıyor. Hafif bombeli, kırmızı mineli bu cesa­ret yıldızı, Anadolu’ya geri döne­meyen hangi subayın üniforma­sını süslüyordu acaba? Pazarlık yapmıyorum; sadece bu yıldızı “geri götürmek” var aklımda…

Son Sultan’ın yattığı yer Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı 6. Mehmed Vahideddin’in mezarı, Mimar Sinan’ın imzasını taşıyan Selimiye Camii’nin arkasındaki hazirede bulunuyor.

Caminin arkasındaki me­zarlıkta Osmanlı İmparatorlu­ğu’nun son padişahı 6. Meh­med Vahideddin yatıyor. Çen­gelköy’deki şehzadelik zamanı köşküne, Yıldız ve Dolmabah­çe Saraylarına, hatta sürgün­deki evi San Remo’daki Villa Magnolia’ya göre çok mütevazı bir mezar bu. 1926’da İtalya’da San Remo’da öldü; büyük büyük dedesinin yaptırdığı bu cami­nin haziresine gömüldü. Büyük tarihî olayların yaşandığı bir çağda bunlara yön verebilecek donanımda ve kişilikte bir in­san değildi. Galiba kendisi de farkındaydı durumunun: “Ben bu makam için hazırlanmadım. Çocukluğumdan beri vücutça rahatsız olduğumdan layikiy­le tahsil edemedim. Yaşım ke­male erdi, dünyada bir emelim kalmadı. Biraderle hangimizin evvel gideceğimiz malum olma­dığından bu makamı bekleyiş­te değildim. Fakat takdiri ilahi böyle teveccüh etti, bu ağır va­zifeyi deruhde eyledim. Şaşmış bir haldeyim, bana dua ediniz.”

Eski şehre yaklaştım. Hami­diye çarşısında kalabalığa karış­mış yürüyorum. 100 yıl, sanki o kadar kesip atmamış ortak mi­rası ve hayat tarzını. Tatlıcılar, dondurmacılar dolup dolup ta­şıyor. Arap dilinin anlamadığım şiirselliğine, Türk olduğumu anlayanların kendi dilimdeki nazik sözleri karışıyor. 1884’te inşa edilen bu kapalıçarşı, Roma çağının ana caddesi üzerinde. 1905’te meslek hayatının ilk gö­revi için bu şehre tayin edilen ve burada 2 yıl yaşamış olan Kur­may Yüzbaşı Mustafa Kemal Bey’i düşünüyorum. Şuradaki eski kahvehanede arkadaşları ile oturup sohbet ederken, onlara deniz kıyısındaki uzak bir şehir­deki pembe evini ve oradaki ha­yatını anlatıyor muydu acaba? Yoksa İstanbul’daki henüz taze öğrencilik anılarını mı yadediyorlardı hep birlikte?

Çarşının sonunda Roma ça­ğında yapılan Jupiter Tapına­ğı’nın etkileyici sütunları karşı­lıyor beni. Arkasında ise Emevi­ye Camii’nin heybetli duvarları yer alıyor. Eski dünyanın şehir­lerini ne kadar çok sevdiğimi düşünüyorum: Tanrılar tapınak­larını hep aynı yerde istiyorlar. Pagan tapınağı, Hırıstiyan kili­sesi ve sonra da İslâm tarihinin en etkileyici camilerinden biri. Emeviye Camii’nde saatler ge­çiriyorum. Dış cephesindeki o muhteşem mozaikleri 8. yüzyıl­da yapan Bizanslı ustalar Kons­tantiniyye’den gelmişlerdi belki de. Tasarımı ve planı ile Anado­lu’nun ulu camilerine ilham ve­ren bu yapı bana “Işık Doğu’dan yükselir” diye fısıldıyor!

İspanyol mimar Fernando de Aranda tarafından tasarlanan Hicaz Garı.

Emeviye Camii’nin yanın­da, büyük komutan Selahaddin Eyyûbi’nin türbesi yer alıyor. 1193’te 55 yaşında Şam’da ölen sultan, hâlâ Müslüman top­lumlara ilham veriyor. Ridley Scott’un 2005’te çektiği “King­dom of Heaven” filminde de Eyyûbi’yi Şamlı aktör Ghassan Massoud’dan daha iyi kimse canlandıramazdı herhalde.

Dünya tarihinde ilk uçak, ABD’de 1903’te başarıyla uçtu. Havacılığın muazzam hızlı yayı­lımı ve gelişimi Osmanlı Devle­ti’ne de yansıdı. Türk Hava Kuv­vetleri’nin ilk nüvesi 1911’de ku­ruldu. Balkan Savaşı’ndan yenik çıkan devletin Dünya Harbi ön­cesi diriltmeye çalıştığı gücünü dosta-düşmana göstermek için planlanan “İstanbul İskenderiye Hava Seyahati”, 8 Şubat 1914’te İstanbul’da başladı. Pilotları­mız Yüzbaşı Fethi ve Yüzbaşı Sadık Beylerin yer aldığı uçak, İstanbul-Eskişehir-Afyonkara­hisar-Konya-Tarsus-Halep-Hu­mus-Beyrut-Şam rotasını takip ederek uçtu ve Şam’a başarıyla indi. Havacılarımız burada bü­yük ilgiyle karşılandı. Fethi ve Sadık Beylerin Bleriot XI uça­ğı, 27 Şubat’ta Şam’dan Kudüs’e uçarken Taberiye Gölü yakınla­rına düştü. Kahraman iki pilotu­muz, tarihe ilk hava şehitlerimiz olarak geçti. Bugün İsrail’de Ta­beriye (Tiberias) gölü kıyısında­ki HaOn köyünde, pilotlarımı­zın düşüp şehit olduğu yerde bir anıt yükseliyor.

Eski çarşının sonu Roma Tapınağı

1.Abdülhamit tarafından
yaptırılan Hamidiye
Çarşısı’nın sonunda
yolunuz, Roma çağında
yapılan Jupiter Tapınağı’nın
etkileyici sütunlarına
çıkıyor.

Aynı rotada uçan ikinci uçakta yer alan Pilot Teğmen Nuri Bey ile Rasıt Yüzbaşı İs­mail Hakkı Bey, “Prens Celalet­tin” uçağıyla Humus’tan Şam’a ulaşarak arkadaşlarının cenaze namazına yetişti. Şehitlerimiz Fethi Bey ile Sadık Bey, Emevi­ye Camii’nde bulunan Selahad­din Eyyûbi Türbesi’nin yanında­ki kabre defnedildi. İlk kazadan sonra sefere devam eden Nuri Bey de, 11 Mart’ta Yafa’dan kal­kışı sırasında uçağının denize düşmesi sonucu şehit oldu. Ya­nında bulunan İsmail Hakkı Bey ise kazadan sağ kurtuldu. Pilot Teğmen Nuri Bey de, arkadaş­ları gibi Eyyûbi Türbesi’nin ya­nında bulunan kabre defnedildi. Beyaz mermerden özenle ya­pılmış mezarlardaki al bayrağı­mıza bakıyorum. Kahramanları sessizce selamlıyorum…

Roma tapınağından Ortaçağ camisine; dar sokakları, neşeli insan sesleriyle coşan kahve­haneleri, gizemli avlulara açı­lan kapıları, sıcak insanlarıyla Şam…

12 yıl sonra, bu eşsiz şehirde Türk tarihinin bende bıraktı­ğı izleri yazarken, pandemiden kapanmış bir dünya ve savaştan yıkılmış bir Suriye’de, o güze­lim Şam sokakları binlerce kilo­metre uzakta gibi geliyor bana. Ama sanki bir o kadar da yakın. Unutma ki, bu Şam sokakların­dan Hitit kralları, Roma sezar­ları, Haçlı prensleri, Osmanlı sultanları ve Mustafa Kemal’ler geçti… Zaman geçer, izler kalır, yaşatılır!