Eski Suriye, Mısır, Yunan, Roma’dan bugüne kökü, kabuğu, meyvesi ve yaprağının değişik rahatsızlıklarda balgam ve idrar söktürücü, iştah açıcı, cinsel gücü artırıcı, ağrı kesici olarak kullanıldığı biliniyor. Türkler bu bitkiyle büyük olasılıkla Anadolu’ya gelince tanıştı. Şimdilerde “kapari” diye yabancı bir söyleniş şeklini benimsedik. Zira arada turşusunu yapmayı, dolayısıyla adını da unuttuk; nice sonra onu yabancı tariflerle mutfağımıza dönünce hatırladık.
Akdeniz’in çocukları üzümdü, zeytindi, enginardı diye sayılırken en has evlatlarından biri olan, sessiz sakin “kebere” hep es geçilir nedense. Zeytin kadar, hatta ondan daha da zorlu koşullara dayanabilen, bir duvar çatlağına yerleşip dallarını aşağı sarkıtarak mutlu olabilen, bir damla su ve besin için kazık köklerini 40 metreye kadar daldırabilen becerikli, dayanıklı ve kanaatkar bir çalıdır kebere. Kardeşi zeytin gibi binlerce yıl yaşamaz. Olsun olsun en fazla 40 yıldır ömrü ama her sene o güzelim çiçekleriyle Mayıs ayından sonbaharın başına dek bayırları, kayalıkları, harabeleri, yıkık duvarları şenlendirir.
Keberegillerin 25 cinsi ve 650 alt türü vardır; ama bizde en yaygın görülen capparis spinosa yani dikenli olanı ile, c. ovata yani oval olanıdır. Yapraklarının hemen dibinden uzattığı sivri dikenleriyle korunmaya çalışır ama insanın sınır tanımayan iştahı karşısında pek de başarılı olamadığı ortada.
Arapça al-kabar olan ismi en erken Aramice kayıtlarda qapar olarak geçiyor. Yunancada da kapparis / kappari olarak kullanılıyor. Buradan tüm diğer dillere yayılan bu isim, aşağı yukarı hep benzer şekillerde söylenegelmiş. Örneğin Hintçesi kobra ya da kabra, Japoncası keipa, İtalyancası cappero, Portekizcesi alcaparra. Erken dönem semitik baharat tüccarları tarafından dönemin ticaret yollarıyla dünyaya dağılmış ve kullanım şekilleri öğretilmiş. Bizde de adı kebere, gebere ya da gebredir. Türkler bu bitkiyle büyük olasılıkla Anadolu’ya gelince tanışmış olmalılar. Şimdilerde “kapari” diye yabancı bir söyleniş şeklini benimsedik. Neden? Zira arada turşusunu yapmayı, dolayısıyls adını da unuttuk ve nice sonra dönüp dolaşıp yabancı tariflerle mutfağımıza dönünce kapari diye anar olduk.
Bir kebere çiçeğini turşu olarak kavanozda gördüğümüzde, bu güzelliğin bitkinin tomurcuk hâli olduğuna inanamayız. Mor ibrişimli, gelin gibi narin, gösterişli bembeyaz yapraklarıyla çok güzel bir çiçeği vardır. Ancak bir kere çiçek açtı ise artık kebere tomurcuğu değil “kebere karpuzu” olur ondan ancak. Yani meyvesinin olgunlaşmasını beklemek ve zeytin boyutuna ulaşınca salamura yapıp yemek gerekir. O zaman baharlı tadı çok daha yumuşamış olur.
Kebere çalısının tomurcuklarıdır esas gözde olan. Ne kadar küçükse o kadar makbul ve pahalıdır. El ile toplanması zorunlu olduğu için en küçük tomurcuk hâli en az bulunan ve en pahalı olanlarıdır. Sekiz değişik büyüklüğe göre pazarlanan kebere tomurcuklarının 3-5 mm. olan en ufaklarına Fransızca “lilliput”, 5-7 mm. olanlarında da “non-pareille” (eşi benzeri olmayan) adı verilmiş. Güzel bir pazarlama taktiği.
Güneş yükselmeden veya akşam inerken tomurcuklar toplanır, biraz bekletilir ve salamura yapılır. Aynı şey keberenin meyvesi olan kebere karpuzu için de geçerlidir. Salamura yapmak şarttır. Aynı zeytinde olduğu gibi, acı tadı nedeniyle işlemden geçmeden yenemez. Baharlı, keskin, reçineli, kendine özgü lezzetiyle birçok yemek ve salatanın, güzel sosun tamamlayıcı dokunuşudur kebere. Hakkını çok da teslim etmeden kullanırız tariflerde. Oysa olmasa, yerini alacak benzer bir tad bulmak zordur, zira henüz açılmadan dalından kopartılmış bir tomurcuktur turşusunu kurduğumuz. Doğrudan tuzla kurutulduğunda ya da sirkeyle salamura yapılınca acısını atar. Ancak fermante olunca gelişen kaprik asit, kuersetin ve kemferol içeriğiyle kendine özgü o yaban tadı alır. Kuersetin açısından, bitki âleminin açık ara en zengin bitkisel kaynağıdır. Yaşlanmayı geciktirir, bağışıklığı yeniler, kanser ile enflamasyon karşıtı, antibakteriyel bir flavonoid kaynağıdır.
14. yüzyılda Kebere
Bağdatlı hekim İbn Butlan’ın 14. yüzyılda kaleme aldığı Takvim es-sıhha’da (Tacuinum Sanitatis) kebere maddesi…
İnsanın kebere ile tanışıklığı epey öncelere gidiyor. Suriye’de 70’li yıllarda kazılan Tell-es-Sweyhat’ta MÖ 3000’lere tarihlenen bir çömleğin içinde kebere taneleri bulunmuş. Belki yeniyordu, belki ilaç olarak kullanılıyordu. Buna dair o dönemden kalma herhangi bir bilgi yok. Eski Mısır, Mezopotamya ve Hitit kaynaklarında da kebereden pek bahsedilmiyor ama bu kullanılmadığı anlamına gelmez. Plinius, Mısır’da yetişen ve salkım olarak toplanan bir kapari türünden bahsettiğine göre burada da bilindiğini ve kullanıldığını düşünmek yanlış olmaz. Hitit kaynaklarında da adı geçen ancak henüz ne olduğunu tanımlayamadığımız bitki adlarından biri belki de keberedir.
Eski Yunan’dan günümüze kalan kaynaklarda artık keberenin kullanım alanları hakkında bilgimiz olmaya başlıyor. Athanaeus, Theophrastos ve Plinius, bitkinin kullanım alanları hakkında bize bilgi veriyorlar. Kökü, kabuğu, meyvesi ve yaprağı değişik rahatsızlıklarda tonik, balgam ve idrar söktürücü, iştah açıcı, cinsel gücü artırıcı, ağrı kesici ilaç olarak kullanılmaktaymış. Gastronomi ve tıp konularında temel bilgileri eski Yunan’dan devşiren ve geliştiren antik Roma, ardından Bizans ve Osmanlılar’da, keberenin sağlık alanında kullanımı aşağı yukarı modern tıp devreye girene kadar aynı şekilde devam edegelmiş. Roma’nın en önemli hekimlerinden Bergamalı Galenos, sindirim sistemini temizlemek ve tıkanıklıkları gidermek, iştahı açmak için aç karnına bal ya da zeytinyağı ve sirkeyle tuzlanmış meyvelerini veya körpe sürgünlerini salata yer gibi tüketmek gerektiğinden söz eder. Bu gözleme dayalı tıp uygulamaları Bizans devrinde de sürmüş. Bizanslı hekimler de keberenin yemeklerden önce sindirim sistemini hazırlamak için yenebileceğini söylediklerine göre, bu bilginin Osmanlı sarayındaki uygulamalara da temel teşkil etmiş olması mümkündür.
Türkler kebere ile tam olarak nerede ve ne zaman tanıştılar bilgimiz yok; ancak ilk defa 14. yüzyılda Aydınoğlu Umur Bey için yazılan Tabiatname isimli eserde kebere turşusunun adı geçmekte. Daha sonraki zamanlarda Evliya Çelebi turşucuların imal ettikleri turşular arasında kebere turşusundan da bahsediyor; ancak narh listelerinde adı geçmeyen bu türün sevilen bir başka turşu türü olan lahana kadar yaygın tüketiminin olmadığı anlaşılıyor. Belki yüzyıllardır aç karnına yemekten önce tüketilmesi öğütlenen keberenin normal bir turşu kadar çok yenmemesinin nedeni bu açıdan anlaşılabilir.
Arif Bilgin, Osmanlı Saray Mutfağı isimli kitabında mutfak defterleri ve maliye fermanlarından Osmanlı sarayının kebere turşusu tüketimiyle ilgili ayrıntılı bilgiler vermiş. Çorum’un Osmancık ilçesine giden birkaç helvacı, bitkinin dal ve çiçeklerini yerinde satın alır, gerekli teçhizatı sağlayarak turşusunu orada imal eder ve İstanbul’a naklederlermiş. Epey masraflı olduğu anlaşılan bu işin en önemli maliyet kalemi turşuların İstanbul’a nakliyesi olduğuna göre, Osmancık’ın keberelerinin lezzet açısından Ege’ninkilere göre bir üstünlüğü vardı herhalde veya Çorum’un doğal kaya tuzu kaynakları turşunun lezzetini katlıyordu ve tomurcukların bozulmadan taşınması mümkün olmadığından yerinde turşu yapılıp taşınıyordu Ne yazık ki bu tür ayrıntılar hakkında bugün ancak tahmin yürütebiliyoruz. Bir ilginç ayrıntı da, turşuya adamotu katılarak tıbben daha faydalı bir hale getirilmesi imiş. Kaynaklara göre sarayın 15. yüzyılda 200 testi olan kebere turşusu tüketimi 16. yüzyılda 100 fıçı olmuş.
Batı’da ise kapari zaten Yunan ve Roma mutfağında kullanılagelen bir malzeme olduğu için MÖ 6. yüzyılda Fransa’nın güneyine yerleşen Yunanlar tarafından bölgeye getirilmiş ve özellikle Provence ve güney Fransa’nın yöre mutfaklarında kendine yer edinmiş. Bugün Türkiye diğer ülke mutfaklarına doğadan toplanan çeşitli kebere ürünlerini ihraç eden en önemli ülkelerden biri. Ancak keberenin tarıma alınması yönünde İspanya ve İtalya başta olmak üzere işgücünün ucuz olduğu Kuzey Afrika ve Türk Cumhuriyetleri’nin yanısıra, iklimi müsait olan Avustralya gibi ülkelerde yoğun şekilde çalışılmakta. Bu arada biz de yüzyıllarca kullanıp sonra unuttuğumuz bu değerli bitkinin tomurcuklarına sofralarımızda eskisi gibi yer vermenin yollarını arasak, hem sağlığımız hem de ekonomimiz açısından çok hayırlı bir iş olacak.