Büyük İskender’in tahtına oturan Sezar’ın (Julius Caesar) milattan önceki son yüzyılda Anadolu’ya gerçekleştirdiği büyük sefer, meşhur “veni, vidi, vici” ibaresiyle tarihe geçmişti. Bugünkü Tokat’ın Zile ilçesi yakınlarında Pontus kuvvetlerini yenilgiye uğratan Sezar’ın izleri, yine arazi üzerinde takip edilmişti. Öncesi, sonrası ve dönemindeki diğer önemli gelişmelerle birlikte…
Yüksek Anadolu platosu, tarihin her döneminde Akdeniz dünyasında hakimiyet kurmak isteyen herkesin bir ucundan tutmaya çalıştığı büyük, zengin ve stratejik öneme sahip bir coğrafya. Tunç Çağı’ndaki Hitit – Mısır – Miken – Suriye ticaret dünyasının merkezi, Perslerin bir çırpıda boydan boya kat ettikleri bir yarımada ve Büyük İskender’in askerî sefer macerasının iki yılını geçirdiği bir dünya.
MÖ 1. yüzyılda, cumhuriyetten imparatorluğa geçme aşamasındaki Roma Devleti, dünya tarihine en büyük komutanlardan biri olan Julius Caesar’ı (Sezar) armağan etmişti. Caesar, ordularının başında Fransa’dan Mısır’a, Britanya’dan İspanya’ya tüm Akdeniz dünyasında hareket hâlinde bir ömür geçirdi. Caesar’ın hayatında Anadolu’nun yeri ve MÖ 47’de Tokat-Zile’de kazandığı savaş, dünya tarihi açısından belirleyici olmuştur.
31 Temmuz MÖ 47
“Zela, Pontus’da, ovadaki konumu düşünüldüğünde korunaklı bir şehirdir. Duvarları, sanki insan yapısı gibi görünen doğal bir tepenin üzerinde, her yöne muazzam yükselir. Bu şehrin çevresinde vadilerle kesilen bir çok tepe vardır. Bunların en hakimi, neredeyse şehre yüksek patikalar ile bağlanan, Mithridates’in, Triarius’un şanssızlığıyla ordumuzu yendiği yer olarak bilinir ki 3 milden uzak değildir. Eski istihkamları tamir ettikten sonra, Pharnakes tüm kuvvetleriyle kampını oraya, babasının vaktiyle başarılı olduğu yere kurdu”.
Roma ordusu şehrin güneyindeki kampında günü batırırken, Julius Caesar gördüğü manzarayı böyle not ediyordu. Muazzam büyük bir coğrafyada gerçekleşen savaşlar dizisi arasında, tarih boyunca bütün kralları ve komutanları etkileyen bu en ünlü Romalı ve ordusunu Zela (Zile/Tokat) kıyısına getiren neydi?
9 Ağustos MÖ 48
Konsül Gaius Julius Caesar, büyük general Pompeius’u Yunanistan’daki Pharsalos savaşında mutlak yenilgiye uğratmıştı. Roma’nın bu en büyük içsavaşında Caesar 23.000 piyade ve 1.000 atlı ile Pompeius’un 50.000 piyade ve 7.000 atlısının karşısına çıkmıştı. Sonuçta Pompeius’un 15.000 askeri öldü ve Caesar büyük bir zafer kazandı. Yalnızca 1.200 askerini kaybetmişti.
Caesar “zarları yüksekten atıp” Ocak MÖ 49’da Rubicon nehrini geçerek içsavaşı başlatalı beri en büyük rakibi general Pompeius’un izini sürüyordu. 17 Mart MÖ 49’da Brindisi’de elinden kaçırmıştı Pompeius’u. 19 Nisan 49’da Marsilya’da, 27 Ağustos 49’da ise İspanya’daki İlerda’da Pompeius’a bağlı lejyonları yenmişti.
Pompeius’u Yunanistan’da yendikten sonra, ordusunu Anadolu’ya gönderdi. Çanakkale Boğazı’nı gemisiyle geçerken Pompeius’a bağlı bir filo ile karşılaştı. Kendi filosundan sayıca üstün olan bu gemilerden kaçmak yerine üzerlerine gidip teslim olmalarını istedi, onlar da teslim oldu.
Boğaz’ı geçen Caesar, IIlium/ Troya’a uğradı. Burada Troya savaşı kahramanlarının mezarlarını ziyaret etti, kurbanlar kesti. Bununla hem Romalıların büyük dedeleri olduğuna inandıkları Troyalı Prens Aeneas’ı anıyor, hem de kendisinden 286 sene önce aynı ziyareti yapan Büyük İskender’in tahtına oturuyordu.
Caesar, Troya’dan Asia eyaletinin başkenti Efes’e geldi. Burada törenlerle karşılandı. Pompeius’un Anadolu’daki ününün yerine kendi ismini yüceltmek için şehirlere ve özellikle Artemis tapınağına vergi muafiyeti verdi. Ancak kendisi de tapınağın hazinelerinden bir kısmına elkoydu; zira askerlerine para gerekliydi.
Bu, Roma’da asil bir ailede doğmuş Gaius Julius Caesar’ın Anadolu’ya ilk gelişi değildi. İlk olarak 20 yaşında, MÖ 80 senesinde Bitinya’ya gelmişti. Burası bugünkü Bursa, Kocaeli, Sakarya illerimizi kapsayan bir krallıktı ve asil bir aileden gelen genç Caesar, eğitiminin bir parçası olarak buradaki donanma birliğinde subay olarak görev almıştı. Bu hem bir görev hem de bir zorunluluktu, çünkü ailesi o dönemde Roma’nın hakimi olan Sulla ile karşı kamplardaydı. Pek çok asilzadenin aksine, askerî görevinde her zaman en ön safta yer alması, cephede bizzat savaşması ve hatta Midilli adasının fethi sırasında büyük kahramanlık gösterip silah arkadaşlarının hayatını kurtarması ona askerlik hayatının ilk ödülünü verdi. “Halkın tacı” adı verilen bu ödül, meşe yapraklarından bir taçtı ve bugünkü “üstün cesaret ve feragat” madalyalarına denk düşüyordu. Bunu takan kişi Roma’da oyunlara ya da tiyatroya gittiğinde senatörler dahil herkes ayağa kalkmak zorundaydı. Yaşamı boyunca bu tacı takmaktan zevk duydu. Özellikle ileriki yaşlarında saçlarının önü açılmaya başladığında…
O sıralarda Caesar’ın Nikomedia’da (bugünkü İzmit), Bitinya kralı 4. Nikomedes ile aşk ilişkisine girdiği dedikodusu Roma’ya yayıldı ve kendisi hayatı boyunca bunu ne kadar şiddetle reddetse de, Galya’dan Anadolu’ya, Britanya’dan Afrika’ya orduları ilerlerken askerler arasında hep bunun şakaları yapıldı.
Bitinya’dan sonra Caesar, Kilikya korsanlarına karşı Anadolu’nun güney kıyılarında savaştı. Roma’ya dönüp hukuk eğitimi aldı. MÖ 75’te Roma sosyal ve siyasi hayatında çok önemli olan belagat (etkili konuşma) eğitimi almak için Rodos’a giderken, korsanlar kendisini Milet kentinin yakınındaki küçük Pharmacussa adasına (bugün Yunanistan’a ait Farmakonision) kaçırdılar. Kendisine fidye olarak biçilen 20 talent’i az bulan Caesar, korsanlara kendisi için 50 talent istemelerini söyledi! Adamları Anadolu kıyı kentlerinde fidye için para toplarken, Caesar küçük adada korsanlarla 38 gün geçirdi, onlarla sohbet edip, yazdığı şiirleri okudu. Parayı ödeyip serbest bırakıldığı zaman, korsanlara parasını yakın zamanda geri alacağını söyledi! Serbest bırakılır bırakılmaz Milet’den temin ettiği donanma gemileri ile korsan adasını basıp korsanları yakaladı ve Bergama şehrine götürdü. Korsanlardan parasını geri aldıktan sonra hepsini çarmıha gerdirdi (Ancak çarmıh çok uzun süren ve işkenceli bir idam olduğu için, Ada’da geçirdiği günlerdeki “samimiyetinin hatırına”, çarmıha germeden önce korsanların boğazını kestirdi).
MÖ 73’te Pontus kralı Büyük Mithridates, Roma’ya savaş ilan etti. Caesar tekrar Bitinya’ya dönerek buradaki yerli kuvvetleri Pontus ordusuna karşı örgütledi. Genç bir subay olarak dahil olduğu bu uzun savaşa 27 yıl sonra bir “imperator = muzaffer” olarak kendisi son verecekti.
2 Ekim MÖ 48
Caesar, peşinde olduğu düşmanından 3 gün sonra Mısır’a ulaştı. Yenik general Pompeius yeniden ordu toplamak için Mısır’ın desteğini alabileceğini düşünüyordu. Ancak bu olmadı; zira Doğu Akdeniz’de korsanlığı bitiren, Roma hakimiyetini Anadolu’da kuran Büyük Pompeius, eski bir askeri tarafından kayığının içinde öldürüldü. 3 gün sonra, Mısırlılar düşmanının başını gösterdiler Caesar’a. Önce bu büyük generale yapılan saygısızlığa hiddetlendi ama sonra daha öncelikli bir konuya önem verdi: Mısır’dan toplaması gereken para.
Caesar, düşmanının ölüsünü kendisine teslim eden Ptolemaius’u İskenderiye sarayında rehin tuttu ve Mısır donanmasını limanda yaktı. Limandaki gemilerle birlikte ünlü İskenderiye Kütüphanesi’ndeki 400.000 papirüs yazma da bu yangında kül oldu. Mısırlıların ayaklanması üzerine Caesar’ın sayıca az ordusu, İskenderiye fenerinin bulunduğu Pharos adasında kıstırıldı ve Caesar kaçan askerlerinin ağırlığından batan gemiden denize atlayarak küçük bir kayığa geçip canını zor kurtardı. Nihayet, Suriye ve Anadolu’dan yardımcı kuvvetlerinin gelmesiyle Caesar Mısır ordusunu yendi ve 27 Mart MÖ 47’de İskenderiye şehrine ve kendisine en iyi şekilde evsahipliği yapmaya hazır Cleopatra’ya kavuştu.
İskenderiye şehrinin kapısından büyük törenlere girmesinin üzerinden 4 ay geçmişti. Ptolemaius hanedanının taht kavgasında 13. Ptolemaius ve 7. Cleopatra arasındaki seçim yapması zor olmamıştı. Cleopatra 52 yaşındaki bu savaş alanlarında pişmiş hırslı adamın önüne kendisini attığında henüz 21 yaşındaydı ve Caesar ile ittifak yapmanın kendisine kraliçeliğin yolunu açacağını iyi biliyordu. Bütün yıllar, yollar ve savaşlardan yorulan Caesar, belki de hayatının ilk tatilini yaptı ve Nisan-Mayıs aylarını Cleopatra ile Nil’de uzun bir gezi yaparak geçirdi. Ne Roma’daki içsavaş ne de başka yerlerdeki sorunlar umurunda değil gibiydi. Hatta ünlü hatip senatör Cicero, Aralık MÖ 48’den Haziran MÖ 47’e kadar Roma’ya Caesar’dan bir mektup ya da haber gelmediğinden şikayet ediyordu.
Bu sakin dönemin bitmesi için Anadolu’dan gelen haberler yeterliydi. Büyük Pontus kralı Mithridates’in oğlu, Kırım’daki Bosphorus devletinin kralı Pharnakes, babasının mirasında hak iddia ederek Anadolu’da Roma kuvvetlerine karşı saldırıya geçmiş; Roma egemenliğindeki şehirleri yıkıp yakmış ve Caesar’ın generali Domitius Calvinus’un bir Roma, iki Galat lejyonundan oluşan ordusunu Nikopolis’de feci bir yenilgiye uğratmıştı.
Anadolu’nun savaşlardan yorgun toprakları çoğunlukla aynı yerde yapılan savaşlara sahne olmuştur. Nikopolis şehrini MÖ 66’da büyük general Pompeius, Pharnakes’in babası Mithridates’i son ve kesin yenilgisine burada uğrattıktan sonra kurmuştu (Sivas’ın Suşehri ilçesinin 5 km güneydoğusunda Yeşilyayla köyünün bulunduğu yerdir).
Roma ile Pontus krallığı arasındaki savaşlar 40 yıla yakın sürmüş ve Anadolu’ya hakim olmanın bedelini Roma’ya ödetmiştir.
MÖ 133’te Batı Anadolu’ya hakim Bergama krallığının son kralı, simya ve büyüye meraklı 3. Attalos, ölümünden sonra krallığını vasiyetle Roma’ya bırakmıştı. Roma Cumhuriyeti, Anadolu’yu böyle bir miras olarak devraldı. Kuşkusuz Roma Cumhuriyeti çağının süper gücü olsa da Anadolu’nun diğer krallıklarının böyle bir egemenliği kolay kabul etmesi mümkün değildi ve en büyük direniş de bugünkü Kızılırmak ile Gürcistan sınırımız arasındaki bölgeyi teşkil eden antik Pontos’un kralından, 6. Mithridates Eupator’dan, kısaca Büyük Mithridates’den geldi.
Orta Karadeniz’den Kırım’a kadar olan bölgedeki kent devletlerini kendisine bağlayan Mithridates, MÖ 88’de batıya doğru harekete geçti ve güçlü bir ordu ve donanma ile Roma bağlaşığı Bitinya ve Kapadokya krallıklarına saldırdı. Hızla Bitinya’yı ezip geçerek Roma’nın Asia eyaleti başkenti Efes şehrini ele geçirdi ve buradaki 80.000 Latince konuşan insanı bir günde öldürttü. Zenginliğe düşkün Roma valisi de, ağzına eritilmiş altın dökülerek öldürüldü. Bu katliam Roma tarafından hiç unutulmadı. Çok kısa sürede Pontus Krallığı başkenti Bergama oldu ve bir Pontus ordusu da Yunanistan’a yürüyüp Atina’yı ele geçirdi.
Romalı general Sulla, MÖ 87 ve 86’da giriştiği harekatlarda Yunanistan’da Pontus ordusunu yenilgiye uğrattı. Başka bir Roma ordusu da Bursa Mustafakemalpaşa yakınındaki Miletopolis’de diğer bir Pontus ordusunu yendi. Romalı general Lucullus’un donanması da gelince, MÖ 85’te Mithridates Pitane/ Çandarlı’dan kaçtı ve daha sonra Çanakkale Boğazı kıyısındaki Dardanos kentinde Sulla ile bir barış antlaşması imzaladı.
MÖ 73’te Bitinya Kralı 4. Nikomedes’in de vasiyeti ile krallığını Roma’ya bırakması sonucu Mithridates yeniden Bitinya’ya saldırdı ve bir Roma ordusunu İstanbul Kadıköy/Khalkedon’da kuşattı. O sırada ordusu ile Kilikya’dan (Anamur-Çukurova arası) yola çıkıp Frigya’ya (Eskişehir-Kütahya) yürüyen general Lucullus, Pontus Ordusu’nu Manyas gölü yakınında kıstırdı ve yoketti. Daha sonra da diğer Pontus kuvvetlerini Granikos’da (Biga Çayı, Büyük İskender’in MÖ 334’de Pers ordusunu ilk defa yendiği yer) kılıçtan geçirdi.
Lucullus komutasındaki Roma ordusu ve Mithridates arasındaki savaş, MÖ 73 ile MÖ 67 arasında Amisos (Samsun), Kabeira (Niksar), Sinope (Sinop), Tigranokerta (Silvan), Artaxata (Ermenistan, Erivan) ve Nisibis (Nusaybin)’de, çoğu Roma ordusunun lehine sonuçlanan muharebeler ile devam etti.
General Lucullus bu seferler sırasında, ilk defa Karadeniz kıyısında Cerasus (Giresun) kentinde gördüğü bir meyveyi ağacıyla birlikte Roma’ya yolladı. Biz de hâlâ bu meyveyi geldiği yerin adıyla anıyoruz: Kiraz.
MÖ 67’de Mithridates kendi anayurdu olan Pontus Kapadokyası’na (Tokat-Amasya yöresi) geri döndü ve Lucullus yokken kendi başına zafer kazanmak isteyen Amiral Triarius komutasındaki Roma ordusunu Zela (Zile) yakınlarında çok ağır bir yenilgiye uğrattı. 7.000’den fazla Roma askeri bu savaşta öldü.
Lucullus bu yenilgiden sorumlu tutularak görevden alındı ve yerine general Pompeius, büyük yetkilerle Roma senatosu tarafından Anadolu’ya gönderildi. MÖ 66’da Pompeius, Nikopolis adını verdiği yerde (Sivas/Suşehri yakınında) Mithridates’e son yenilgisini tattırdı ve Kırım’a kaçan kral burada İtalya’ya saldırmak için hazırlıklar yapmaya başladı. Oğlu Pharnakes’in kendisini desteklemeyen ve savaştan bıkan diğer şehir devletlerini babasına karşı ayaklandırmasıyla umutsuzluğa düşen kral Mithridates, paralı askerlerinden bir Galatlıya emir verip kendisini öldürttüğünde 69 yaşındaydı.
Oğlu Pharnakes, babasının ölüsünü Anadolu’ya, General Pompeius’a gönderdi. Pompeius da Mithridates’i bir zamanlar krallığının başkenti olan Sinop’a gömdürdü. Pharnakes, Pompeius tarafından Kırım’daki Bosphorus devletinin krallığına atandı.
1 Haziran MÖ 47
Caesar, İskenderiye’den Suriye’ye yola çıktığında 3 lejyonunu Mısır’da, Cleopatra’nın yanında bırakmıştı. Yanına, yalnızca çok güvendiği VI. “Ferrata” Lejyonu’nu almıştı. Caesar bu birliğini MÖ 52’de Galya (bugünkü Fransa) savaşları sırasında kurmuştu. Bu lejyon 49’da İspanya’da, 48’de Dryhachium’da (Durres, Draç, Arnavutluk), Pharsalus’da ve İskenderiye’de hep yanındaydı. Bütün bu savaşlardan ve yollardan sonra 5.000 kişilik lejyondan yalnızca 1.000 kişi kalmıştı ve şimdi de Anadolu’nun bitmez tükenmez yollarına, başka bir savaşa doğru gidiyorlardı.
Anadolu’dan savaş haberleri geliyordu ama Haziran’a kadar beklemek istemişti. Hem Cleopatra ile geçirdiği güzel zaman hem de ordular için gereken parayı temin etmek için bu gerekliydi. Caesar’a göre, hükmetmek yalnız iki şeyle mümkündü: Ordu ve para. MÖ 1. yüzyıla kadar zorunlu hizmet ile halk ordusu olan Roma Ordusu, General Marius’un yaptığı reformlarla profesyonel bir ordu, gerçek bir organize savaş makinesi halini almıştı. Ordunun, 25 yıllık sözleşme yapan maaşlı Roma vatandaşı askerlerden oluşması, daha önce cumhuriyete sadakat yemini eden askerlerin artık komutanlarına, konsüllerine sadakat yemini etmesini beraberinde getiriyordu. Bu da çok sadık ve birlik ruhu gelişmiş askerî birimlerin oluşmasını sağlıyordu. Askerin bütün maaş geliri, savaş sırasındaki yağmadan alacağı pay ve en önemlisi emekliliğinde yerleşeceği toprağın belirlenmesi, ordunun komutanına bağlıydı. Ancak bu durum cumhuriyet içinde değişik komutanlar arasında içsavaş başlamasını da kolaylaştıran bir etkendi.
Roma’yı tarihin en güçlü imparatorluğu yapan, ordusunu diğerlerinden ayıran disipliniydi. Bu olağanüstü disiplin, Roma ordularına çağının çok ötesinde bir imkan ve kabiliyet veriyordu. Bu imkan temel olarak, ordunun savaş alanında muharebe sırasındaki manevra yeteneği şekilinde kendisini gösteriyordu. En küçük birimine kadar emirle ve birlik olarak hareket eden Roma ordusu, kabile topluluklarından ya da Helenistik kent devletlerinin paralı askerlerinden oluşan toplama ordularından çok üstündü. Saflarını ve düzenlerini asla bozmuyorlar, savunma anında topluca kapanıyorlar, taarruzda koordineli şekilde hücuma geçiyorlardı.
Bu ordu aynı zamanda teknoloji kullanan bir orduydu. Zamanının en ileri ve pratik teknolojisini düşmanlarında bile görseler hemen adapte ediyorlar ve tüm ölçeğiyle kullanıyorlardı. Roma Ordusu için “kazma ve küreklerini kılıçlarından çok kullanıyorlardı” denir. Aynı zamanda inşaat yapan gerçek bir istihkam ordusuydu. Ordunun intikalinde gereken yollar, köprüler, tüneller, geçitler, duvarlar, hendekler ve savaş, kuşatma makineleri hep bu ordunun organizasyonu ile müthiş bir hızda yapılıyordu.
Julius Caesar, işte bu ordusuyla MÖ 58’de Galya’nın fethine başladı. Kelt kabilelerinin yaşadığı bugünkü Fransa, Caesar’ın ordusuna direnemedi. 57’de kuzey Galya’yı fethetti. 56’da Quiberon körfezi deniz savaşıyla kuzey batı Galya ele geçti. Caesar, bir mühendislik harikası olan dünyanın en büyük tahta köprüsünü 10 günde Ren nehri üzerine yaptırıp Almanya’ya geçti ve yine ordusuyla Manş Denizi’ni geçip Britanya’ya (bugünkü İngiltere) iki sefer düzenledi (MÖ 55-54). MÖ 52’de Alesia’da inanılmaz bir kuşatma ve savunma harbini aynı anda bir istihkam savaşı icra ederek yaptı ve sonunda 260.000 kişilik Galya kuvvetini 70.000 kişilik ordusuyla bozguna uğrattı. Galyalı lider Vercingetorix’i esir aldı, Roma’ya götürüp geçit törenlerinde halka gösterdikten sonra öldürttü. Julius Caesar’ın Galya savaşında 1milyondan fazla insanın öldüğü tahmin edilmektedir.
Roma Ordusu’nun temel birimi legio, lejyon idi. Bir lejyon tam kudreti ile, 5-6 bin çok iyi yetişmiş profesyonel askerden oluşuyordu. Legatus adı verilen general hem lejyona komuta ederdi hem de Roma eyaletlerinde vali yardımcısı görevi görürdü. Her lejyon 10 cohort’a (tabur) ayrılırdı ve bu birlikler tribune tarafından komuta edilirdi. Cohort’lar da bugünkü ordulardaki bölük kuruluşuna denk düşen ve centurion’ların komuta ettiği 6 centuri’ye bölünürdü.
Caesar’a göre bu 80-100 kişilik en küçük birlik olan centuri’ler ve onların komutanları en önemli askerî birimdi. Caesar onlarla şahsen ilgilenir, askerle oturur kalkar ve cephede hep onların yanında bulunan cesur bir komutan olarak liderlik vasfı sergilerdi. Yazdığı Galya Savaşı ve İçsavaş kitaplarında askerî başarılarının hızlı, cesur ve kararlı davranması ve askerlerini cephede yüksek motivasyonda tutması ile geldiğini belirtir. Her ne kadar bu kitaplar kendi devrinin siyasi olaylarına ve Caesar’ın kendi eylemlerini meşrulaştırma gayretlerine göre yazılsalar da, askerî detaylar açısından elimizdeki değerli ilk elden kaynakları teşkil eder.
Piyade ordusu olan lejyonlara süvari birlikleri de destek verirdi. Romalılar iyi süvari değildi. Bu yüzden Romalı olmayan “barbarlar” arasından destek süvari birlikleri oluşturulur, bunlar savaştan sonra talana ortak olurdu. Süvari birlikleri genelde savaş öncesinde keşif, muharebe sırasında da manevra unsuru olarak görev yaparlardı. Caesar’ın eserlerinde harekatın lojistik yanlarına pek değinilmez. Kuşkusuz onbinleri bulan ordunun beslenmesi önemli bir hadisedir. Bunlara, yağma ve talan dışında, yerel valiler ve bağımlı kralların lojistik destek sağladığı tahmin edilebilir.
Pontus Krallığı ile birlikte Zela da Roma topraklarına katılınca, adına sikke basılır. Ön yüzünde Roma İmparatoru Septimius Severus’un karısı Julia Domna’nın, arka yüzünde ise Zela’daki Pers tanrıçası Anaitis tapınağının olduğu sikke 193-217 arasında kullanımdaydı.
Temmuz MÖ 47
Caesar Antakya’da bazı yöneticileri görevden alıp yenilerini atadıktan ve Mısır’da kendisine destek veren Yahudilerin Kudüs şehir surlarını yeniden inşa etmelerine izin verdikten sonra Kilikya’ya, Tarsus’a geçti. Burada kendisini törenle karşılayan Romalı komutanlar arasında Brutus ve Cassius da vardı. Bu sıralarda Cleopatra, Caesar’ın oğlunu doğurmuş ve ona babasının ismini vermişti: Caesareion.
Caesar Tarsus’da, Pharnakes ile son savaşa katılmış 36. ve 37. Lejyonlar’ı da yanına alarak Anadolu’daki düşmanı ile karşılaşmak için kuzeye, Kapadokya’ya yöneldi. Gülek Boğazı’ndan geçtikten sonra büyük olasılıkla bugünkü demiryolu ve karayolu istikametinde ilerleyerek çok eski dönemlerden beri ana ticaret yolları üzerinde bulunan Mazaka’ya vardı ve burada iki gece kaldı. Bu şehir daha sonra kendi adıyla anılacaktı: Caesarea / Kayseri!
Buradan güneydoğuya ilerledi ve bugün Adana ili Tufanbeyli ilçesi yakınlarında bulunan Komana şehrine geldi. Buradaki ana tanrıça tapınağı, asırlardan beri kraliyet derecesinde saygı görüyordu ve Romalılar ana tanrıçayı savaş tanrıçası “Bellona” olarak adlandırıp adaklar adayıp kurbanlar kestiler.
Bu sapa yerden dağ yollarını izleyerek bugünkü Kayseri-Sivas-Amasya demiryolu hattının bulunduğu antik anayola ulaştılar ve kuzeye ilerlediler. Hem kendilerine destek veren ve rehber sağlayan yerel beyler hem de Roma ordusunun 40 yıldır bu bölgede sayısız savaş yapmış olması nedeniyle, arazide yabancılık çekmemiş olsalar gerek.
Caesar devrinde Roma askerleri günde ortalama 10 ila 30 kilometre arasında yol yürüyebiliyordu. Sırtlarındaki tahta bir sırığa tutturulmuş üç günlük kumanyalarını taşıdıkları çantaları, bakır yemek kapları, deri mataraları, battaniyeleri ve tabii çok kullandıkları kazma küreklerini taşıdıkları “Marius’un katırı” adını verdikleri donanım 30-40 kg ağırlık çekiyordu. Buna sağ yanlarında taşıdıkları kısa kılıç gladius, sol yanlarında taşıdıkları hançer pugio’yu da eklemek lazım. Bütün bunların üzerine gallic adı verilen bronz miğferleri, düşmanın kalkanına ya da zırhına girince eğilip tekrar kullanılmaması için tasarlanan demir uçlu mızrak pilum ve deri ile kaplı yuvarlak ahşap kalkanlarını da eklememiz lazım. Asteriks çizgi romanında veya Roma devri ile ilgili filmlerde gördüğümüz dikdörtgen köşeli kalkan scutum ve enine metal bantlı zırhlar henüz bu devirde kullanılmıyordu. Askerler ya zincir örme gömlek ya da bronz zırh plakalar ile korunuyorlardı. Britanya’dan Fırat kıyılarına, İspanya’dan Afrika’ya yürüyen askerlerin ayaklarında tabanları çivili caligae denen deri sandaletler vardı. Savaş alanındaki muhaberede atlı haberciler ve cornicen adlı boru çalıcılar da vardı.. Ordunun en önünde sancak Roma kartalı ve lejyon işaretlerini taşıyan signifer’ler yürüyordu. Ordunun bütün ağırlıklarını taşıyan onlarca atlı araba ve katır kolları, yürüyüş kolunu arkadan takip ediyordu.
MÖ 3. yüzyılda Orta Avrupa’dan gelen Kelt kavimleri Anadolu’yu istila etmiş ve bugünkü Ankara civarında yerleşmişlerdi. Keltler Orta Anadolu’nun kuzeyini kapsayan bölgede kabile krallıkları kurmuşlar ve Roma devrinde buraya Galatya adı verilmişti. Galatya Kralı Deiotarus, Caesar’a karşı Pompeius’un ordusuna asker göndermişti ve şimdi Zile güneyindeki Skylaks /Kadışehri’nde Caesar’ı bütün krallık alametlerinden arınmış, fakir bir köylü gibi karşılayıp affedilmeyi diliyordu. Caesar’ın bu yerel kralı pek affetmeye niyeti yoktu ama Brutus’un kral lehine ikna edici konuşmaları ve kralın Roma ordusu sistemine göre eğittiği lejyonu ve süvarilerini Caesar’ın emrine sunma önerisi fikrini değiştirdi. Caesar, şimdi sayıları eksik de olsa kendi 3 lejyonu, Galat lejyonu ve süvarisi ile Pontus kralı Pharnakes’le hesaplaşmaya hazırdı.
Pharnakes, Caesar’a elçiler ve altın bir taç gönderip kendisinin Pompeius’u desteklemediğini ve Caesar’ın emrinde olduğunu bildirdi. Caesar ise onun işgal ettiği Roma topraklarından çekilmesini ve esir aldığı Romalıları serbest bırakarak kendisine yüklü miktarda tazminat ödemesini istedi. Pharnakes, Caesar’ın Roma’ya dönmesi gerektiğini bildiği için oyalamaya çalıştı ama onun bekleyecek zamanı yoktu. Ve ordu Zile’ye doğru yürüyüşüne başladı.
Bölgede yaptığımız araştırma sonucunda Caesar’ın ordusunun Kadışehri, Sebastopolis / Sulusaray, Artova istikametinden yine demiryolunun bulunduğu vadiden geçerek Zile’ye güneyden yaklaşmış olabileceği sonucunu çıkardık.
1 Ağustos MÖ 47
Zela, Persler döneminden beri İranlıların Su Tanrıçası Anahita’ya adanmış ve rahipler tarafından yönetilen bir tapınak kent devleti idi. Strabon’a göre 1. yüzyılda bile burası çok saygı görüyordu ve insanlar önemli konularda ant içmek için buraya geliyorlardı. Pharnakes, Roma Ordusu’nu ovada değil, şehrin 5 km kuzeybatısında, babası Mithridates’in Roma generali Triarius’u yendiği yerde karşılamayı seçti ve Zela’yı Amasia’ya bağlayan yola hakim tepelerin en yükseğine mevzilendi.
Caesar ise Zela’nın 5 km güneyindeki Merdivenlikaya diye anılan yerde ana kampını kurmuş ve ağırlıklarını bırakmış olmalıdır. Burada hâlâ mevcut olan su kaynağı, yaz sıcağında savaşa girmek üzere olan bir ordu için hayati önem taşır. Caesar, Pharnakes’i koruyan vadilerin kendisini de koruyacağını değerlendirerek gece lejyonlarına yürüyüş emri verdi ve karanlıktan yararlanıp vadi batısındaki sırt hatlarından tırmanarak Pharnakes’in hemen karşısındaki tepeyi tuttu. Ana kamptaki malzemelerin, mevzilenilecek bu tepeye getirilmelerini emretti. Gün doğarken, derin bir vadi Romalılar ve Pontus Ordusu arasındaki sınırı çiziyordu.
2 Ağustos MÖ 47
Havanın aydınlanmasıyla, vadinin karşı yamaçları üzerinde savunma mevzileri inşa eden Romalı askerleri gören Pharnakes hemen ordusunu savaş düzenine geçirdi. Caesar, Pharnakes’in de savunma düzeni aldığını düşünerek, sadece birinci hattaki askerlerinin hazır olmasını, diğer birliklerin mevzi ve engel hazırlama faaliyetine devam etmesini emretti. Ancak Pharnakes ordusuna saldırı emri verdi ve Pontus askerleri bulundukları mevzileri terkederek vadi tabanına indikten sonra yamaç yukarı Romalıların bulunduğu hakim tepeye saldırdı.
Caesar, düşmanının aniden yaptığı bu hatalı askerî manevraya önce inanamadı. Kral Pharnakes ordusunu dar vadi tabanına sıkıştırmış, şimdi de “yokuş yukarı” Romalıların bulunduğu tepeye tırmandırmaya çalışıyordu. Caesar askerlerine silahbaşı emri verdi ve lejyonlarını savaş düzenine soktu. İlk başta Pontus kuvvetlerin savaş arabaları, saflarını henüz oluşturmamış Romalıları panikletse de, toparlanıp hakim mevkilerinden fırlattıkları mızraklar ve oklarla bu tehdidi savuşturdular. Hemen sonrasında manevra düzenini oluşturan Roma Ordusu, savaş çığlıklarıyla düşmana saldırdı. Menzile giren düşmana önce oklar, sonra pilum’lar atıldı; daha sonra da kılıçlar çekilerek taarruza geçildi. Zafer, önce Roma cephesinin sağındaki Caesar’ın ünlü VI. Lejyon’undan geldi. Çok kanlı ve zor bir muharebe neticesinde VI Ferrata askerleri düşmanlarını tepe aşağı sürmeye başladı. Bunları orta ve sol cephedeki Galat savaşçıları takip etti. Müthiş bir bozgun yaşayan Pontus Ordusu, vadi tabanında sıkışınca daha büyük zayiat vermeye başladı. Silahlarını bırakarak kaçmak amacıyla kendi mevzilerinin bulunduğu tepeye tırmanabilenler bile hızla takip eden Romalıların kılıçları altında can verdiler. Bütün muharebe sadece 4 saat sürmüştü.
Pharnakes’in karargahı bile çabucak ele geçti. Birkaç atlı adamıyla birlikte kuzeye, İris / Yeşilırmak vadisine kaçan kral, oradan Karadeniz ve Kırım’a ulaşabildi. Daha sonra isyan eden adamları tarafından öldürüldü ve Pontus Krallığı tarihe gömüldü.
Zaferlere alışkın Gaius Julius Caesar için bile bu çok hızlı bir başarıydı. Müthiş keyiflendi ve zaferini Roma’daki arkadaşı Gaius Matius’a şu tarihe geçen sözleri yazdığı mektupla bildirdi: “VENI, VIDI, VICI”. Geldim, gördüm, yendim… Caesar burada yalnızca çabuk kazandığı zaferinden gururlanmıyor, Roma Cumhuriyeti’nin 40 yıldır süren Pontus Savaşı’nı bitiren kişinin kendisi olduğunu Roma’daki dostlarına ve düşmanlarına duyuruyordu. Anadolu’da 1.000 yıl sürecek Roma egemenliği perçinlenmişti.
Zela Savaşı’nın yapıldığı alanın yeri bugün kesin olarak bilinmemektedir. Kuzey Güney istikametindeki bir vadiyi kat eden, bugünkü Zile-Amasya karayolunun antik çağda da anayol olduğu aşikardır. 19. yüzyıldan beri bölgeye gelen gezginler, Caesar’ın “Iskenderiye Savaşı” kitabının 5. bölümünde, subaylarından Aulus Hirtius’un yazdığı anlatıma göre Zile’nin kuzeybatısında, bugün Derebaşı Köyü’nün bulunduğu vadiyi işaret etmektedir. Yolun bulunduğu vadinin batısında kalan bu arazide yaptığımız yüzey araştırmasında, savaş sonrasında ölülerin gömülmüş olabileceği toplu mezarları andıran suni tepecikler saptanmıştı.
Bazı araştırmacılar ise savaşın daha kuzeyde, Yünlü ve Bacul Köylerinin arasındaki bölgede gerçekleşmiş olabileceğini iddia ediyor. Her iki durumda da antik metinde geçen “savaş arabaları” bizi şaşırtıyor. Zira bu derin ve dik vadilerde, meydan savaşlarında etkili olan savaş arabalarının kullanılmış olması pek mümkün görünmüyor.
Antik kaynaklarla ilgili bir başka nokta üzerinde de durmak gerekiyor. Zela Savaşı’nı yazdığı düşünülen Hirtius, Julius Caesar’ın Galya’nın Fethi eserinin 8. bölümünün de yazarı olarak karşımıza çıkıyor ve bu bölümün üçüncü paragrafında “ben Ceasar’ın İskenderiye ve Afrika seferlerine katılmadım, bu hikayeleri kendisinden dinledim” diye yazıyor. Kamp kurmaya çalışan Roma askerlerine savaş arabaları ile aniden saldırı öyküsü, Galya’nın Fethi’nin beşinci bölümünde, Caesar’ın MÖ 54 senesindeki Britanya işgali bölümünde de anlatılıyor. Bu ve benzeri savaş öyküleri, daha sonra yazıya dökülürken karışmış olabilir belki de…
155-235 yılları arasında yaşamış Romalı tarihçi Cassius Dio, Romaike Historia eserinde Caesar’ın savaştan hemen sonra, 20 yıl önceki zaferi ardından Mithridates’in Zela yakınlarında diktiği anıtı yıktırmadığını, ancak kendisinin daha büyük bir zafer anıtını bunun yanına yaptırdığını yazıyor. Varsa, bu anıtların kalıntılarını bulmak ve dünya tarihinin bu önemli ve ünlü savaşının gerçekleştiği alanı tanıtmak, Zile ile ilgilenecek arkeolog ve araştırmacılara düşüyor.
Caesar, zaferinin hemen ertesi gün kahraman 6. Lejyon’unu hakettiği şekilde onurlandırmak için İtalya’ya gönderdi. Galatları da ülkelerine gönderip Pontus bölgesinde iki lejyon bıraktı. Kendisi Galat kralı Deiotarus’un misafiri olarak Galat kalesi Blukion’da (Ankara kuzeyi, Kazan yakınlarında Karalar Köyü) bir süre kaldı. İlginç bir olay: Bu misafirlikten iki yıl sonra, MÖ 45’in Kasım ayında Caesar’ı Roma’da ziyaret eden diğer Galat beylerinin elçileri, kral Deiotarus’un misafiri olduğu sırada Caesar’a suikast düzenlemeye çalıştığını ve onun mucizevi bir şekilde kurtulduğunu iddia etti.