Pandemiye bağlı olarak 2 yıldır yapılamayan Hac ziyaretleri salgının hız kesmesiyle yeniden başlıyor. İslâmiyet öncesi ve sonrasında Kâbe yapısının durumu, önemi ve geçirdiği değişiklikler… Tam 400 yıl Türk-Osmanlı hâkimiyetinde kalan Mekke’de Hac farizası, âdetleri ve bunların anlamları…
İslâm dininin doğduğu Mekke, Hicaz’ın da merkezidir. Mekke için tarih-sözlü anlatılar-yazılı tarih bilgileri de içeren kaynak, Hz. Osman (644-56) döneminde yazıya geçirilen Kur’an’dır. Kur’an Arap diliyle en eski kitap oluşundan, bir adı da Kelâm-ı Kadim’dir. Arapça tarih-coğrafya yazımları 8. yüzyılda başladığından, daha önceki Hicaz ve Mekke için Batlamyus (Ptolemaios/öl. 168?) dışında kaynak aranmamalıdır.
“Hicaz” sözcüğü sınır anlamına gelir. Kızıldeniz kıyısında sona eren Tihame Çölü’nü doğudaki yüksek Necid Yaylası’ndan ayıran ve Sarad denen dağlık bölge Hicaz’dır. Bu coğrafyanın kalbi, hayat kaynağı Kayalık Tepeler’le bunların aralarını kapatan surların kuşattığı vadideki vaha, vahanın berrak tatlı su kaynağı da Zemzem Kuyusu’dur.
İnsanlık bu bitek yeri ne zaman keşfetti ve yerleşti sorusuna yanıt yok denebilir. Söylenceler, Hicaz yurdunun bu mümbit/cazip vahasında Hz. Âdem’i, onun soyundan nebileri, Zemzem denen su kaynağını keşfederek ilk kuyuyu yapan İbran(î) peygamberlerini, baba-oğul İbrahim ve İsmail’i tanıtan yarı mitolojik-masalsı kıssaları nakleder. Bunlar Anadolu kültürlerine de yerleşmiş; İslâm coğrafyasının sözlü-yazılı kısas-ı enbiya (Peygamberler tarihi) içerikli inanış ve kültür birikimleriyle harmanlanmıştır.
Batlamyus’tan alıntı bilgiye dayanarak, Hicaz havzasında 2. yüzyılda bölgelerarası alışveriş ilişkilerinin başladığı ileri sürülmüştür. Burada pazar hareketlerinin, Anadolu’daki yabanlı pazarları işlevinde geliştiği olasıdır.
Mekke konfederasyonu
Ptolemaios, Geographike eserinde Arap Yarımadası’nın en eski kentlerinden biri olan Mekke’yi Macoraba olarak yazmış. Bu yazılım Mekke’yi olduğu gibi, şehrin yüzyıllar sonra İslâmiyet’in merkezi olmasıyla kazandığı “Mükerreme”yi (ulu, çok saygın) de çağrıştırıyor. Bu nadide eserin Bizans döneminde çıkarılan iki kopyasından biri, bugün Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunuyor (Codex Seragliensis adlı nüshanın tıpkıbasımı 2016 tarihlidir). Kentin önündeki çukur tabana da Zemzem Kuyusu’ndan taşan sular biriktiğinden el Batha denirmiş.
Kızıldeniz-Doğu Akdeniz kıyılarından Fırat ve Dicle’ye, Basra Körfezi’ne kadar sınırlanan Arap Yarımadası’nın öncelikle de Hicaz bölgesinin pazar-panayır ortamını kucaklayan Mekke yerleşiminin bir kent olarak kuruluşu için en geç 1. yüzyıl önerilebilir. İslâm dininin doğduğu yer, bundan 500 yıl sonra bu yeni dinin kutsal merkezi olacaktır. Arap Yarımadası’ndaki daha eski dinler-peygamberler yurdu ve “hac” merkezi ise Kudüs bilinir. İbadet için ziyarete (Hacc’a) gidilen ikinci kent ayrıcalığı da Mekke’dedir.
Geç dönem İslâm kaynakları Hicaz’ın merkezi Mekke’yi, Cebel-i Ebi Kubaynas Dağı’nın eteğinde gösterir. Burada yeni dönemi başlatan yerleşikler, kuzey Hicaz’dan, asker kimlikli Kusay’ın buyruğunda göçenlermiş. Bunlardan Huzza boyunun bir oymağı da Hz. Muhammedi’nin atalarının mensup olduğu Kureyşlilermiş. Bu Kureyş topluluğundan bir tüccarlar grubu, Dârül-Nedve denen bir yönetim kurarak Mekke’yi yönetirken, Kayzer’in (Roma imparatoru) ve Sasanî Hüsrevî’nin (İran şahı) güven belgeleriyle vahadaki pazar/panayır işlerini üstlenmişler. Roma, İran, Suriye, Yemen, Hindistan ve Çin’e kadar ülkelerle mal alım-satımını kuşaktan kuşağa sürdürmüşler. Mekkeli tüccarların kendi kervanları Yemen’e, Suriye’ye işler; buralardaki pazarlara Hint baharatı, Çin ipeği kumaşlar yağ, silahlar, altın, altın tozu, fil dişi, köle taşır; bunları Cidde’de Akdeniz’deki ticaret gemilerine satarlarmış.
Şu kadar ki 7. yüzyılın ilk çeyreğinde Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği İslâmiyet öğretileri Dârül-Nedve’nin ticaret ve yönetim geleneğine aykırı görülerek tartışmalar-çatışmalar başlamış. Hz. Muhammed’in önce kendisinin, ardından Müslümanların, yerli halk çoğunluğu Yahudi olan Yesrib’e (Medine) hicreti nedeniyle bu kent şenlenirken; Mekke’deki müşriklerle başlayan mücadele 6 yıl sürdükten sonra Medine Müslümanlarının zaferiyle sonuçlanmış. Mekke’nin sönüşü de buna bağlanır: Sûkü’l Ukaz Panayırındaki alışveriş düzeni, Kâbe ve çevresindeki gelenekler, put ziyaretleri, kurban âdetleri, Arap şairlerin kasidelerini Kâbe duvarlarına asarak ödüllü yarışmalara katılmaları, at-deve yarışları, köle alım-satımları, içkili rakslı eğlenceler… İslâm öğretisi bunlara yasak ve günah yaptırımları getirirken, kervan ticaretinin de Basra-Fırat anayoluna kayması sonunda Mekke’nin de parlaklığı sönmeye yüz tutmuş.
İlk Hac: Yeni dönem
Hz. Muhammed’in 628’de Hac ziyaretini farz kılarak Mekke’ye yönelişi ve barışçıl yürüyüşü; Hudeybiye Antlaşması ardından Peygamber’in 630 yılında 10 bin Müslümanla Mekke’ye vedaya gidişi; daha önce farz kılınan namaz,oruç ve zekâttan sonra bu kez salt zengin Müslümanların yaşamlarında bir kez Hac ibadeti için Mekke’ye gelip Kâbe’yi tavaf etmelerinin farz kılınması; Medine-Mekke ve bütün Müslümanların barışması; Mekke’nin yeniden dirilişi sayılır.
Hz. Muhammed ve Dört Halife dönemlerindeki gelişmelerinden sonra Mekke’nin bayındırlığını ve Kâbe’nin imarını önemseyen, Emevî egemenliğinin kurucusu Emirülmüminin Muaviye (661-681). Karışıklık, savaş ve göçlerden sonra, doğduğu Mekke’nin bayındırlığı için girişiminde bulunarak Kâbe’yi onartıp avlusunu genişletmiş, sel baskınlarını önleyici setler yaptırmıştır.
Kâbe yapısı ve anlamı
Kâbe’ye Beytullah, Beyt-i Muazzam da denir. Ancak yeryüzünde Tanrı’ya bir yer/ev yakıştırmak (Beytullah), İslâm inancı açısından tartışmalı olmalıdır. Tapınaklara “Tanrı Evi” demek Sümer çağından beri söylenegeldiğinden İslâmiyet öncesi Cahiliye Dönemi’nde de geçerliydi. İlah, Lat, Menat… nitelemeli putlar Kâbe içinde korunup bunlara o ortamda dua edildiğinden Kâbe’ye “Beytullah’ denmiş olabilir mi? Dinler tarihi profesörü merhum Mükremin Halil Yınanç (öl. 1961), Mezopotamya uygarlıklarında Bab-il’in Tanrı kapısı/ tapınak, Cebrail’in Haber Tanrısı, Azra-il’in Ölüm Tanrısı anlamında olduğunu; Semavi dinlerde ise Tanrı “İl”in ilâh, Cebrail ve Azrail’in de melek sayıldığını söylemişlerdi.
Hangi önceki inancın tapınağı olduğu bilinmese de, İbrahim ve İsmail’in yaptıkları ilk tapınağa kare-küp biçiminden dolayı Kâbe adını verdikleri; Kızıldeniz, Yemen, Basra, doğuda Suriye’den gelen çöl yollarının buradaki panayırda insanları buluşturduğu; Sûku’l-Ukaz çarşı-pazarı ortamında Kâbe ve Mekke söylencelerinin de Kısas-ı Enbiya anlatılarına katıldığı malumdur.
Kâbe, İslâmiyet’in doğduğu yıllarda üstü açık, dörtgen biçiminde, 1 adam boyu yükseklikte, ahşap hatıllı taş duvarla çevrili tek kapılı bir tapınakmış. Her yıl yinelenen Sûkü’l-Ukaz panayırlarına gelenlerden Hz. İbrahim öğretisine inananlar, Kâbe’yi ve Zemzem Kuyusu’nu ziyaret eder, kurban keserlermiş. Olasılıkla Kureyş toplumu da bu inançtaydı. Ancak Müslümanlar bunlara “Müşrikler” (Allah’a ortak koşanlar) demişlerdi. Bu ayrılış nedeniyle yüzyıllardır işleyen düzenin Hz. Muhammed’in peygamberliğini ilanı sonrasında dağılacağı kaygısı doğdu. Yeni dine direnenler arasında Peygamber’in en yakın akrabaları da vardı. O zamana kadar Mekke kervanlarıyla Yemen üzerinden Çin ipeklileri ve seramikleri, Hindistan’dan baharat ve kokular Kızıldeniz’e, oradan da Akdeniz dünyasına ihraç ediliyordu. Mekke pazarı her anlamda bir ihracat anbarı ve merkeziydi.
Hz. Muhammed’in Kâbe’ye ilgisi konusunda bir anekdot vardır: Daha genç ve peygamber değilken selden yıkılan tapınağın duvarları yeniden örüldüğü sırada, kutsal taş Hacerü’l-Esved’i eski yerine Kureyş ulularından kimin koyacağı kendisine sorulmuş. O da taşı sırtından çıkardığı hırkasına koyarak, Kureyş’in ulularına birer ucundan tutturup kaldırtmış ve yine kendisi alıp doğu köşedeki yerine koymuş. Bu anlatı, Hacerü’l-Esved’i ve Kâbe’yi Hz. Muhammed’in İslâmî açıdan da kutsal saydığına kanıt gösterilir.
Daha Mekke’nin fethinden önce, Hicret’in 2. yılında Kudüs’ün yerine Kâbe’yi kıble gösteren Hz. Muhammed, Mekke’nin fethinden sonra Kâbe’nin yapısında bir değişiklik yaptırmamış; ancak içinde-çevresinde taştan, çömlek çamurundan, ahşaptan putları kaldırtmış veya kırdırmıştı. Mekke’nin fethinden beri Kâbe’nin 4 cephesi de kıble; Mescid-i Haram/Harim denen tavaf avlusu da açık mescit işlevinde tavaf ve ibadet alanıdır. Bu avluda yürümece dönüşlerle Kâbe tavaf edilir. Kâbe içinde ibadet yapılmaz. Kâbe ve Mescid-i Haram Müslüman olmayanlara kapalıdır. Burada ve çevresinde pek çok ziyaret yerleri ve mezarlar varken, Hz. Hadice-i Kübra’nın türbesi dışındakileri, Suudîler bidat sayarak yıkmışlardır.
Hicaz’ın ikinci merkezi konumundaki Medine de Hac’cın ikinci ziyaret yeri, rüknü/noktası olageldiğinden burada da başta Harem-i Şerif ile Mescid-i Saadet ziyaret edilir.
Kâbe’deki değişimler
Kâbe tarihi esatire uzanan bir zamanı hatırlatsa da İslâmiyet öncesi kapalıdır. Müslümanların yöneldiği ilk Kâbe, kaba hasırlarla kaplı ahşap bir kafes içindeydi. Sonra dört duvarına ahşap sütunlar dikilip dışarıdan hasırlarla, daha sonra kalın perdelerle kuşatıldı. Amaç, daha somut yapısal bir kütle görünümü kazandırmak, bir zamanlar putların sıralandığı iç görüntüyü de olasılıkla unutturmaktı.
Bu ilk ahşap Kâbe, bakıcısı ve tütsüleyicisi kadının elindeki buhurdandan tutuşup yanınca, Cidde’de karaya oturan bir Bizans gemisinin enkazından yine taş temel/ su basman duvarları üstüne ahşaptan yapılmış ama bu da kısmen yanmıştır. Emevi Halifesi Yezid’e karşı Mekke’de halifeliğini ilan eden Abdullah bin Zübeyr, Kâbe’yi onararak Mescid’i Haram’da çadır kurmuş ama, 683’te bir Emevî ordusu Kâbe’yi mancınıklarla taş yağmuruna tutarak tahrip etmiş. Çıkan yangında da Hacerü’l-esved çatlayıp üç parçaya ayrılmış. Abdullah bin Zübeyr kendisi de çalışmış; Mekke taşından, Yemen harcından yeni Kâbe yapılmış. Sonraki dönemlerde de Kâbe, Mescid-i Haram ve o çevredeki “makam” denen ziyaret yerleri, mezarlar birçok tahribat görmüş ve onarılmıştır.
Emevîlerden sonra Mekke’nin yönetimi ve Kâbe’yi tavaf işleri Abbasi halifelerine geçmiştir. Halife Harun Reşid’in (783-805) Bağdat’ta toplanan hacı kafileleriyle 9 defa Hacca gitmesi ilginçtir. Mekke’yi, Kâbe’yi, Hac işlerini düzene koyan da bu halifedir. Harun Reşid’in Mekkelileri ticaretten uzaklaştırarak onlara hazineden ödenek bağlaması daha ilginçtir!
9. VE SON YAPI
Bugünkü Kâbe 1630 Osmanlı yapısı
1. Ahmed’in oğlu Sultan 4. Murad (1623-1640), 1629’daki aşırı yağmurlarla Mekke’yi basan selde Kâbe’nin de 1.5 metre su içinde kaldığı, daha sonra yıldırımların isabetiyle yapının tamamen yıkıldığı haberini alır. Bunun üzerine Nakibüleşraf Sofçu Emir Efendi’yi bina emini göreviyle, hassa mimarları ocağından kalfalarla Mekke’ye gönderir. Yapılan keşifte, yıkılan duvarların temel taşları seviyesine indiği saptanır ve Mekkeli bilenlerle incelemeler yapılarak Kâbe’nin eski durumuna göre restitüsyonu yapılır. Söylenceye göre bu işlemden sonra ortaya çıkan yapı, 9. ve son Kâbe kabul edilir. Eğer Suud hükümetinin daha sonra yapısal bir müdahalesi olmamış ise, günümüzde tavaf edilen Kâbe, Osmanlı hassa mimarlarının eseri olup 1630’da bugünkü hâlini almıştır.
SİTARE-RİDA-KİSVE
Kâbe’nin örtüsü Mısır’da dokunuyordu
Kâbe’nin eski çağ tapınaklarında da görülen, dikkati çeken özellikleri vardır. Kaba taştan örülü bir küp/kare prizma biçimi, yalınlığı, içinin ibadete kapalı olması, tavaf denen ibadetin dışarda-etrafında dönülerek yapılması, rida-perde-sitare-kisve denen siyah örtüsü bunlardandır. Sözkonusu örtü, Kâbe’yi gizlerken, duvara kapanarak tapınmayı önlemek için de olmalıdır. Dört yönde duvarların üstündeki bakır halkalara tutturulan özel dokuma siyah kalın perdeler her yıl yenilenir. Etekleri, yağmurdan-selden etkilenmeyecek yükseklikte kesiktir ve bağlıdır.
Halife Harun Reşid’in katıldığı Kâbe ziyaretlerinde, eski-yeni örtü değiştirme töreni de yapılırmış. Sonraki devirlerde sitare işini üstlenen Osmanlı padişahları, yün ve ipek karışımı kalın dokumalı, Kur’an ayetleri desenli örtüleri Mısır’da belli köylerde dokutur, bu işi yapanlar vergiden muaf tutulurmuş. Sitare balyaları develere yüklenerek Mısır’dan Şam’a, oradan da surre alayı ile Mekke’ye gönderilirmiş. Kendisi için bir Kâbe maketi yaptıran dindar padişah 1. Ahmed, onun karşısında namaz kılarmış.
SURRE ALAYI /MAHMİL-İ ŞERİF
Mekke ve Medine’ye giden altın-gümüş yüklü develer
Abbasi halifelerinin başlattığı surre alayı geleneğine önce Memlûk sultanları, sonra Osmanlı padişahları vâris olmuşlardır. Bunun anlamı şudur: Mekke ve Medineliler Hz. Muhammed’in akraba ve hemşerileri sayıldığından, onları refah içinde yaşatmak bütün Müslümanlara, başta da sultanlara düşen bir görevdi! Bunun için Hac mevsimi yaklaşınca surre denen altın-gümüş dolu ve mühürlü keseler sandıklara doldurulur; “mahmil” denen bu sandıklar develere yüklenir; mahmil-i şerif/surre alayı, surre emini başkanlığında törenle uğurlanırdı.
Durak yerlerinde vakıf gelirleri, zekât ve hayır paraları da teslim alınır; aylar süren yolculukla Şam’a ulaşılınca buradan sonra soygunculara karşı surre kervanını bir süvari alayı korurdu.
Yolda sadaka dağıtılır, Medine ve Mekke’de Surre emini elindeki deftere göre bu iki kent halkına bir dahaki hac mevsimine dek geçimlerine yetecek ödentileri, hayır paralarını dağıtırdı. Hicaz Müslüman Arapları vergiden muaftılar. Anadolu ve Rumeli’de yoksulluk önlenemezken, Hac mevsiminde Hicaz yoksullarına (!) develere yüklü altın-gümüş dağıtmak yetmezmiş gibi, Hac’ca gidenler de bir bakıma “inanç turistleri” olarak o topraklara para taşırlardı.
KAVM-İ ARAB-I NECİB VE ETRAK
Müslüman Arap Türkten de üstün!
Arabistan Yarımadası çöl bölgeleri dışında 1517’den 1918’e kadar 401 yıl Türk-Osmanlı yönetiminde kaldı. Bu süre, Abbasîler ve Memlûkler de dikkate alındığında Arabistan Yarımadası’ndaki en uzun hakimiyettir. Diğer yandan Osmanlı padişahları ve yöneticileri, Müslüman-Arap kabilelerine, Türklerden ve öteki ulus-topluluklardan daha üstün bir saygınlık bahşetti. Resmî yazılarda “kavm-i Arab-ı necib” derlerken, kendi soylarına “etrak” (Türkler, köylüler) dediler. Arabistanlı veya Arap kökenli köle alım-satımı yasaktı.