Dünyada her 10 kişiden biri sürekli açlığın pençesinde. Nijerya veya Hindistan’da ailelerin dörtte biri günü yemeksiz bitiriyor. Pandemi ve savaş, market raflarındaki fiyatları yükseltince gıda krizi bir anda gündemin üst maddelerine taşındı. Ancak bir yanda iklim krizi, bir yanda üretim ve paylaşım sistemlerinin adaletsizliğiyle bugünlerin yaklaşmakta olduğunu söyleyenlere uzun yıllar kulak tıkanmıştı. Sömürgecilik yıllarından bugüne, sorunun köklerinden çözüm önerilerine gıda krizi.
Dünya yılı 2022. Gezegenimizin seyir defteri: Nehirlerin kuruduğu, somon balıklarının yumurtlamak için doğdukları yere dönemedikleri, nükleer santrallerin soğutma suyu olmadığı için durayazdığı, kömür mavnalarının elektrik santrallerine yakıt ulaştıramadığı, Avrupa’yı kasıp kavuran kuraklıktan kuruyan nehirlerin kenarlarında çok eskiden kalma Açlık Taşları’nın ortaya çıktığı yıl. Taşlar diyorlardı ki “Eğer beni okuyabiliyorsanız, Ağlayın!” Zira susuzluk demek, kıtlık demekti. Tuzukuru kimilerine göre dedelerden torunlara yapılan bu uyarıların artık gereği kalmamıştı. “Açlık da neymiş ki? O eskidendi. Ürettiğimiz ile yetinmek zorunda değiliz artık. Sende bu yıl kuraklık varsa, ürünü bol olan ülkeden parasıyla satın alırsın olur biter. Hem böyle kurak seneler müthiş şarap yapar. İçelim güzelleşelim o halde.” Ama bu sefer öyle olmayacak korkarım…
Raflardaki fiyatlara bakıp bakıp “İyiydik. Şimdi ne oldu ya hu?” diye şaşkınlık içinde kalakalmış milyonlarca insan var dünyada. Çok az kişi durumun ciddiyetini kavramış durumda. Yegane yuvamız olan mavi gezegenimizin sularının, toprağının, denizlerinin bizleri artık besleyemediği bir noktaya dayandık. Şu anda 8 milyarız. Her birimizin günlük bir buçuk kilo yiyecek ihtiyacı var doyarak, iyi beslenmek için. Mevcut gıda üretim sistemini adil olanıyla değiştirmeyi başarabilsek dünyamızın 11 milyarı bile besleyebileceği iddia ediliyor. Anahtar sözcükler, sistem ve değişim. Biri çok güçlü, diğeri ise şimdilik çok zor görünüyor.
Dünyadaki her 10 kişiden biri sürekli açlığın pençesinde. Nijerya veya Hindistan’da ailelerin dörtte biri günü yemeksiz bitiriyor. Her dört aileden biri aç… Sorun nerede peki? Dünyada giderek artan açlıktan sorumlu olanlar kimler? Olay şu fıkrayı düşündürtüyor: Çok şişman bir adamla çok sıska biri yan yana gelir. Şişman, zayıf olana “Seni gören de dünya açlıktan kırılıyor sanacak” der. Zayıf olan da “Seni gören de nedenini şıp diye anlar!” diye cevabını yapıştırır. Eski bir fıkra. Çocukken hiç komik gelmemişti ama hatırımda yer etmiş. Bugün ise çok anlamlı geliyor.
Bugün hâlâ geçerli olan gıda, sermaye yapılanması, enerji kullanımı, çevre ve teknoloji bağlantılarının kurgusu geçen yüzyılın başlarına dayanıyor. Tarihin büyük bir bölümü boyunca sıradan halk, yakın çevresinde ne yetişiyorsa, ne avlayabiliyorsa onu yiyerek, yinelenen büyük kıtlık dönemlerini ise kayıplarla aşarak hayatta kaldı; 20. yüzyılın başına kadar geldi. Varsıl sınıflar için çok uzaklarda üretilip denizaşırı ticaret ile pazara sunulan baharat, şeker gibi değerli ürünler bulunuyordu. Hatta bunların tedariği, paylaşımı ve pazarlanmasından ibaret olan dünya ticaretinde üstünlük kurma isteği politik çekişmelerin temelinde yatan nedenlerin başında geliyordu.
Bugünün ve olasılıkla yarının yanlış sistemini yaratıp, dünyanın büyük bölümünü kıtlığa ve yoksulluğa mahkum eden sistemin tohumları yeni kıtaların keşfi ile kurulan kolonilerden, plantasyonlardan gelen egzotik ürünlerin Avrupa’ya akması ile atıldı. Bu tarihten itibaren insanların kurguladığı ya da kendini ister istemez içinde bulduğu belirli gıda sistemlerini dönemlere göre incelemeye çalışalım.
Koloniden al anavatana sat
Yeni kıtaların keşfi ile 1500- 1750 arası dönemde “ticarete dayalı merkantil bir gıda sistemi” oluşmuştu. Tahıl, süt ve et yine yakın çevreden sağlanırken yeni ve egzotik ürünler kolonilerden anavatanlarına yolculuk etmekteydi. Koruyucu vergilerle kolonilerin öncelikli olarak anavatanları ile ticaret yapmaları sağlanıyordu. 19. yüzyıla gelindiğinde elindeki toprak ne üretiyorsa emip alan bu sömürgeci sistem yerini yeni kıtalara yerleşip tarım ve hayvancılık yapan insanların Avrupa pazarına pahalı, egzotik ürünlerin yanısıra buğday ve et ürünleri gibi temel gıda maddelerini de sağlamaya başladıkları döneme bıraktı. Karşılığında ise Avrupa’nın ürettiği malları, makineleri satın alıyorlardı.
Açlık taşları ve boş market rafları
Avrupa’da yaşanan sert kuraklık, Elbe Nehri’nin su seviyesini düşürerek, geçmişi 1600’lü yıllara dayanan “Açlık Taşları”nı bir kez daha günyüzüne çıkardı. Kuraklığa karşı insanları uyarmayı amaçlayan Almanca yazıtta “Beni görüyorsan, ağla” yazıyor (solda). Aynı dönemde Rusya’nın Ukrayna saldırısı ile Ortadoğu ve Afrika’da açlık derinleşirken Avrupa’da market rafları boşalıyordu.
1. Dünya Savaşı, 1930’da dünya borsalarının çökmesi ile yaşanan “Büyük Buhran” ve çok geçmeden her şeyi alt üst eden 2. Dünya Savaşı’nın sonrasında dünya, üretim odaklı bir gıda sistemine yöneldi. Avrupa ve Amerika kendi üretimlerini korumaya aldılar ve sahneye gıda endüstrisinin dev kuruluşları çıktı.
Büyük Buhran, savaş ertesi kurulan Birleşmiş Milletler ve ona bağlı Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) bütün dünyanın bir gıda krizine hazırlıklı olması gerektiğine; açlık çekilmeyen bir dünya hayalinin hızlıca hayata geçirilmesine ihtiyaç duyulduğuna dikkati çekiyordu. Adaletsiz paylaşım, açlık ve kıtlıklar politik açıdan dünyanın elbirliği ile önlem alması gereken sorunlar olarak ortaya konulmuştu.
1951’de Rockefeller Merkezi’nin yayımladığı bir rapor, Dünya Gıda Sorunu’nun jeopolitik güvenliğin bir boyutu olduğunu, nüfus fazlasının doğurduğu açlık sorununun ülkelerde yaşanan siyasal istikrarsızlığın başlıca sebebi olduğunu ortaya koydu. “Yeşil Devrim” adı verilen program ile yüksek verimliliğe sahip ürün çeşitleri, suni gübre ve tarım ilaçları ile dünyanın gelişmekte olan kısmına yardım yapılmaya başlandı. Yeşil Devrim’lerin ne Hindistan’da ne de Afrika’da işe yaradığı herkesin malumu. Öyle ki Afrika’da açlığa karşı yeşil devrim paketine milyarlarca dolar yediren Rockefeller Vakfı ile Melinda ve Bill Gates Vakfı’nın ortak projesi AGRA, hükümetlerin olağanüstü desteğine rağmen 20 yıl sonra isminden “yeşil devrim” ibaresini, kuruluş amaçlarından da 30 milyon çiftçi ailesine yardım maddesini sessizce sildi. Taşıma su ile değirmen dönmüyor.
Bu üretim odaklı düzen 1970’lerde bugün anladığımız anlamda bir “küresel gıda krizi”nin baş göstermesiyle son buldu. Bu kriz içiçe geçmiş etkenlerin sonucuydu: El Niño’nun yarattığı garip iklim koşulları, üstüne petrol krizi ve dünyanın önde gelen devletleri arasındaki ticari ve finansal işlemlerde uyulması gereken kuralları belirleyen Bretton Woods Antlaşması’nın sonunun gelmiş olması ilk gıda krizini körüklemişti.
Neoliberal bir gıda düzeni
1970’lerden 80’lere kadar dünyanın bu belirsizliklerle boğuştuğu yılların deneyimi ile bu sefer neoliberal bir gıda düzeni kurgulandı. Bu dönemde çokuluslu şirketler ve kurumlar güçlenirken, ülkelerin ulusal ve kültürel mutfaklarının yerini şeker ve yağ açısından zengin, besleyiciliği düşük endüstriyel gıdalardan oluşan yeni bir küresel beslenme tipi aldı. 1975’den bu yana obezite oranının üçe katlanması bir tesadüf değil. Bugün dünyada bir milyardan fazla kişi obez. Yazıyı hazırladığım gün dünya nüfusu 8 milyar oldu. Sekizde birimiz obez ve her iki kişiden biri kilolu. Obezite salt gelişmiş ülkelerde değil, şeker ve yağ içeriği ile lezzetli ama besleyiciliği düşük olan, ucuz işlenmiş gıdalar neticesinde gelişmemiş ülkelerde de önemli bir sorun olarak karşımıza çıkıyor.
Yine biraz geriye dönelim. 1800’lerin ikinci yarısı, bugünlerin tohumlarının atıldığı ilginç bir dönemdi. Bu dönemde dünya yiyecek üretimi Avrupa’nın, öncelikli olarak da İngiltere’nin ihtiyaçları çevresinde dönüyordu. Bu dönemde İngiltere önceleri gıda ürünlerinin gümrük vergilerinde saldırgan bir serbestleştirme politikası benimsemiş, Avrupa da arkasından aynı yolu izlemişti. Ama ekonomi rüzgarları değişince 1870’lerde tekrar korumacı politikalara dönülmüştü. Bu Britanya’yı 1800’lerin ikinci yarısında en önemli pazar hâline getirdi. 1860’larda mesela Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın ihracatının yarısı İngiltere’ye yapılmaktaydı. Bu gıda düzeni diğer üretici ülkeler aleyhine spekülasyona çok açıktı. Örneğin Liverpool mısır borsası 1883’te vadeli tüm işlemler ile ilgili denetimi elinde tutuyordu.
Bu sistem aynı zamanda endüstrileşmekte ve zenginleşmekte olan; iyi beslendiği için nüfus patlaması yaşayan Avrupa’yı doyurma görevini tüm dünyanın sırtına yıkıyordu. Avrupa geceleri hiç olmadığı kadar tok yatarken Hindistan, Çin, Kore, Brezilya, Rusya, Etiyopya ve Sudan’da kıtlık nedeniyle 50 milyon insan ölüyordu. Yaşanan bu kıtlıkların nedeni artık dünyanın önceden yaşadığı kıtlıklardan farklıydı ve öyle de kalacaktı. Önceden kuraklık veya beklenmedik doğa olayları veya savaş nedeniyle yerel üretimin yetmediği durumlarda kıtlık yaşanırken artık iklim, politika ve ekonomi üçlüsünün küresel etkisiyle tüm dünya açlık çekebiliyordu.
Ekofeminist Vandana Shiva, “Kendi ürettiğini neden yiyemiyor da aç kalıyor bu insanlar?” diye soruyor. Geçmişe bakalım yine: 1841’de İngiltere yediği buğdayın %80’ini kendi üretirken 1900’lerde bu oran %25’e düşmüştü. Demiryolları ve buharlı gemiler ile Montana ya da Kanada’da yetiştirilen buğdayı ithal etmek çok daha ucuza geliyordu. Telgraf da fiyat bilgilerini oradan oraya hızlıca iletir olunca ilk küresel anlamda entegre pazar ortamı doğmuş oldu. Herkes kazançlı çıktı mı bu düzenden? Ne gezer… Uluslararası tahıl ticareti birkaç büyük firmanın yönlendirdiği büyük sermayenin eline geçti.
Gıda krizinin tohumları
Ve 1908’de Fritz Haber suni gübreyi buldu. Sağlanacak verimlilik artışıyla Almanya’nın gıda bağımsızlığını sağlayabileceğini, dışa bağımlılığın biteceğini düşünüyordu. İki savaş arası dönem Avrupa ulusları gıda anlamında kendilerine yeterli olabilme çabasına girdiler, zira savaş dönemi yaşanan kıtlık hafızalarda tazeydi. Buğday üretimi bugün olduğu gibi her zaman koşullara bağlı oynaklık gösteren bir ürün olduğundan kendi tarımsal üretiminin verimini artırmak önem taşımaktaydı.
Bir diğer ilginç değişim de ulusların et tüketimi üzerinden izlenebilir. Modern batı beslenme tarihinde artan et tüketimi bugün bize sorun yaşatan birçok durumun temelinde yer alıyor. Örneğin Almanya’nın 1820’de 20 kilo olan kişi başı et tüketimi 1900’lerde 50 kiloya yükselmiş. Ta mağara devrinden kalma algılarımız et tüketimini sembolik olarak eril ve beyaz ırkın gücü ile ilişkilendirir. Gelgelelim bu muktedir eril beyaz güç yediği eti memleketinde kendi besleyip yetiştiremez nedense. 1914’te İngiltere yediği etin yarısını ithal etmekteydi. İngiliz çayırları ne işe yarıyordu o zaman? 1854-1913 arası dünya et ticareti 17 kat artmıştı. Etin uzun mesafelerde ticareti soğuk zincir gerektiriyordu. Böylece Avrupa’nın soğuk hava depoları Arjantin ve Avustralya mezbahaları ile dünya arasında soğuk halkayı oluşturacaktı. Buzdolabının gelişmesiyle kurulan kontrollü soğuk ortamlar tüketicinin yıl boyu istediği zaman ete ulaşabilmesini sağlıyordu.
Bugünün gıda krizinin tohumları işte bu yıllarda atıldı. Zira kurgulanan sistem dünyanın belirli bölgelerinde ucuz üretim yaptırıyor, fosil yakıt kaynakları ile taşıma, saklama ve gübre üretimini sağlıyor. Diğer yandan her şey küresel olarak iyice girift şekilde birbirine bağlanmış ve üretim, dağıtım ve saklama her zamankinden daha fazla enerji-yoğun hâl almıştı. Sürdürülmesinin neden olanaksız olduğunun ipuçları burada.
Öncelikle, bugün ABD’nin enerji tüketiminin beşte biri gıdanın dağıtımı için yapılıyor. 1970’lerdeki petrol krizinin öncesinde bile gıda ve enerji sistemleri artık ayrılmaz şekilde içe geçmişti. Bu sistem Avrupa, Kuzey Amerika ve dünyanın geri kalanı arasında gerçek anlamda bir kalori uçurumu yarattı. Bir diğer önemli sorun ise üretilen gıda maddelerinin üçte birinin çöpe gitmesi. Edinburgh Üniversitesi’nin yaptığı bir çalışmaya göre “Gıda maddelerinin %44’ü, yani neredeyse yarısı tüketiciye ulaşamadan çöpe gidiyor.” Gelişmiş ülkelerde kaybın yarısı nihai satış noktasında, satılmayan yemek malzemesini atmaya zorunlu olan lokantalarda ve bizzat tüketicinin kendi buzdolabında olurken azgelişmiş ülkelerde tarımsal ürünün toplandığı tarladan işleneceği yere gidene kadar “yolda” kayıplar oluyor. O ülkelerde buzdolabına kadar yolunu bulmuş ise dar gelirli tüketici ne yapıp edip onu israf etmiyor demek.
Bu küresel krizin kolay kolay giderilemeyecek bazı kayıplara yolaçtığını görmek gerek. İklim krizi bir gerçek ve tüketim alışkanlıklarımız dünya kaynaklarını geri dönüşsüz biçimde harcayıp bitirdi. Denizlerde büyük balık kalmadı. Küçük balıklar ise yalnızlığımızı paylaşan tüylü ev arkadaşlarımıza mama, tarlalarda gübre olmak üzere işleniyor. İnsanları besleyebilecekken… Yalnız evcil hayvanlar da değil. 600 milyon hektara yakın arazide ethanol üretiminde kullanılmak üzere mısır, buğday, pirinç, sorgum, şeker kamışı, cassava ve şeker pancarı yetiştiriliyor ki azalan fosil yakıtlara karşı biyoyakıt bir seçenek olsun. Virginia Üniversitesi hesaplamış: Arabalar yerine 280 milyon insan beslenebilirmiş bu üretilenlerle. İşe bak. İnsanları değil otomobilleri besliyor dünya.
Ütopyalarımıza sarılalım
Susuzluk ve buna bağlı verimin azalmasının yanısıra politik yanlışlarla beslenen savaşlar, beslenmede cinsiyet ayrımı, gıda paylaşımında eşitsizlik gibi birçok değişik yüzü var bugünkü krizin. İdeal bir dünya düzeni kurgulanabilse, hiçbir yeni arazi tarıma açılmadan dahi dünyamız 9 milyar ton yiyecek yetiştirme kapasitesine sahip olabilirmiş. Bilim insanları bunun yöntemlerini tartışıyorlar. Makineleşmeyle mevcut ekeneklerin daha etkili tarım yöntemleri ile işlenmesi, daha iyi ve verimli tohumlar ile besleyici ürün seçimleri, daha etkin sulama çalışmaları ile bu mümkün olabilir. Ancak beslenme alışkanlıklarımızın yanısıra yaşam tarzlarımızı da değiştirmemiz kaçınılmaz olacak.
İklim değişiyor. Dünya değişiyor. Tarım da değişmeli. Üretim ve paylaşım sistemi de değişmeli. Çareleri biliyoruz. Artık sağır sultanın bile duyduğu bilinen “nedenleri” konuşmak yerine çözümlere odaklanmamız gerekli. Tek ürüne dayalı monokültür, tarım ilaçlarına bağımlı ve genetiği ile oynanmış kısır tohumlarla şirketleri zengin edecek tarım üretiminden vazgeçilip biyolojik çeşitliliği gözeterek üretim yapmamız lazım. Aynı miktar arazide besleyiciliği daha fazla ürünler yetiştirmek mümkün. Gıdayı dünyanın bir ucundan ötekine taşımak yerine eskiden olduğu gibi büyük bölümünü yetiştirildiği yerde tüketecek şekilde organize olmak gerek. Büyük şehirlerin kendi beslenme kaynaklarını yaratmaları lazım. Başından beri mantık bunu söylüyordu aslında ama üç kuruşa çalışan ve ucuz ürettiğini kendi yiyemeden tüccara teslim eden ve yine de borç batağından çıkamayan, aç uyuyan insanlar ve bu insanın ürettiğinin üçte birini çöpe atan sisteme sistem demeye utanır insan. Kakao yetiştirdiği hâlde ömründe çikolata tatmamış olur mu insan?
Bugün yediğimiz ekmek diliminin dünyanın öbür ucundaki çiftçiyle bağlantısı konusunda farkındalığımız artmış olabilir. Ancak modern dünyada uluslararası ilişkileri düzenleyen kurallar, hâlâ 1648’de imzalanan Westphalia Antlaşması’nın kuralları… Ulusal egemenlik, uluslararası arabuluculuk ve diplomasi bugün hâlâ 350 yıl önce ulusların biraraya gelerek hazırladıkları bu antlaşma temelindeki kabullere dayanıyor. Dünya Ticaret Organizasyonu’nun iki önceki başkanı Pascal Lamy “İnsanlığın uzun dönemde hayatta kalabilmesi için küresel sistemin öngördüğü herhangi bir müdahaleyi uluslar içişlerine ve(ya) ulusal çıkarlarına karşı görerek yok sayabiliyorlar” demiş. DTO’nun ulusların çıkarlarından çok ticaretin ve büyük küresel şirketlerin rahatını düşündüğü bilinen bir gerçek. Ancak bu lafın işaret ettiği acı gerçek şu ki dünya batsa uluslar ve onların kör politikacıları biraraya gelip de “haydi” diyemiyorlar. Açıktır ki bu düzen böyle gidemeyecektir ama sistemi kökünden değiştirmek için herhalde hepimizin açlıktan ölmesi ve geriye kalan bir avuç insanın avcı toplayıcı olarak silbaştan başlayıp, doğa ile barışması gerekecek.
Bugün şehir bostanları ile aynı mantıkla bina tepelerinde bahçeler kuruyor, dikey susuz tarımla, aquaponik sistemlerle üretim yapan dev tesislere yatırım yapıyor büyük sermaye. İyi de yapıyor. Bu gerekli. Ancak gelişmiş ülkelerin kaynaklarını halen acımasızca tüketmekte olduğu coğrafyalarda yaşayan yoksul insanlarla onlardan şimdiye dek aldıklarının onda birini olsun geri vererek zenginliğini paylaşması gerekiyor artık. Yiyeceğin uluslararası politik manipülasyon unsuru olmaktan çıkıp insanlık hakkı olarak yeniden tanınması gerek. Çünkü komşusu aç iken tok yatana iyi gözle bakmamak gerekir. Kişisel olarak atabileceğimiz en önemli adım ise yiyecek seçimlerimizi yaparken onu üretene dair bir tanışıklık geliştirip, üreteni doğrudan desteklemeyi tercih etmemiz olacak. Zira ne yiyorsak oyuz ve yediğimizi üretenin biz tok yatarken aç yatmaması ve mutlu bir üretici olması en güzeli, en ideali olmaz mıydı? Tok, yeşil, sağlığına kavuşmuş ve eşitlikçi bir dünya düşü ile… Ütopyalar da bu nedenle var işte… Ütopyalarımıza sarılalım.