Millî Mücadele süreciyle haklı olarak övünüyoruz ve bunun önemli dönemeçlerini bayram günleri olarak kutluyoruz. Başarıyı gerçekleştirenler de öyle yaptılar. Ancak onlar yalnızca askerî ve diplomatik başarıların sevinç ve övüncünü dile getirmekle yetinmediler. Yeni bir hayata başladıkları inancıyla, yaşadıkları sürece ölümden sonra diriliş gözüyle baktılar.
Çar 1. Nikolay, Osmanlı Devleti için meşhur “hasta adam” benzetmesini yapmıştı. Gerçekten de çağına ayak uydurmakta zorlanan ve iyileşmek için gösterdiği çabaları boşa çıkaran bir dizi iç ve dış sorunla uğraşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti’nin yokolmaya doğru gittiğini bilmeyen kalmamıştı. Bunu Osmanlılardan yana ilk anlayanın Sultan 2. Abdülhamid olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim, milyonlarca Hıristiyan ve Şiî tebaası olan, siyasetten de iyi anlayan bir sultanın hilâfet politikası gütmesini başka türlü açıklamaya çalışmak çok zor olur. Sultan Hamid, imparatorluğunun sonunun geldiğini görmüş, kaçınılmaz sonu mümkün olduğu kadar geciktirme yolunu Sünnî Müslümanların sadakatini sağlamakta aramıştı. Arap ve Arnavut milliyetçiliklerinin de izleyen yıllarda çok güçlenmeleri, bu politikanın da pek başarılı olamadığını gösteriyor.
Sonuçta “hasta adam”, Mondros Bırakışması’yla öldü. Bırakışmanın imzalanmasından birkaç hafta sonra yayımlanan Falih Rıfkı Atay’ın Ateş ve Güneş adlı eseri, hem son bir Osmanlı destanı hem de yazarın kendi deyimiyle, “şimdiki sınırlarımız” içinde kalan Anadolu’yu ve Anadolu insanını öne çıkaran ilk “Türkiyeli” metin olarak okunabilir. Ancak, Falih Rıfkı Bey’in “şimdiki sınırlarımız” sözcükleriyle anlatmaya çalıştığı ülke, kısa bir süre sonra anlaşılacağı gibi, saf bir iyimserliğin dışavurumuydu (Anlaşılan kendi Woodrow Wilson’ın nüfusunun çoğunluğunu Türklerin oluşturdukları toprakların Türklere bırakılacağı sözünü veren 12. ilkesine güvenenler arasındaydı).
Barış sürecinde görüldü ki, merhumun mirasını paylaşma yarışına giren galip devletler, Osmanlı Devleti’nin asıl mirasçısı olan Türklere pek bir şey bırakmak niyetinde değillerdi. Kendilerine Orta Anadolu’da bırakılan küçük bir miktar toprakla yetinmeleri beklenen Türklerin önemli bir çoğunluğu Yunanistan’a, hazırlık aşamasında olan Fransız ve İtalyan mandalarına ve yeni kurulacak olan Ermenistan’a ayrılan topraklarda kalacaktı. Bu planı hayata geçirmek için hazırlanan Sèvres Antlaşması, Türk nüfusunu parçalayarak yoketmeyi amaçlıyordu. Bu bakımdan, Sina Akşin’in büyük eseri İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele’nin üçüncü cildinin başlığında kullandığı “Sevr’de Ölüm” deyimini yadırgayamayız. Zaten Sèvres Antlaşması’nın imzalanmasından hemen iki-üç hafta sonra Roma’da yayımlanan ve antlaşmanın hazırlık aşamasına ilişkin diplomatik belgeleri kapsayan Fransızca bir eser de L’assassinat d’un peuple, yani “Bir Halkın Katli” başlığıyla çıkmıştı (Emekli Büyükelçi Galip Kemalî Söylemezoğlu’nun bu eseri, 37 yıl sonra Yok Edilmek İstenen Millet başlığıyla Türkçeye çevrilmiştir).
Bugün artık Sèvres Antlaşması’nın tarihin çöplüğüne gittiğini biliyoruz. Bu başarıyı sağlayan Millî Mücadele süreciyle de haklı olarak övünüyoruz ve sürecin önemli dönemeçlerini sevinçli bayram günleri olarak kutluyoruz. Başarıyı gerçekleştirenler de öyle yapmışlardı. Ancak onlar yalnızca bir askerî ve diplomatik başarının sevinç ve övüncünü dile getirmekle yetinmemişlerdi. Yeni bir hayata başladıkları inancındaydılar ve bu bakımdan yaşadıkları sürece ölümden sonra diriliş gözüyle baktılar. Cumhuriyet döneminin ilk albenili posta pullarına Türklerin eski bir ölümden sonra dirim anlatısının, yani Ergenekon destanının iki kahramanı olan Bozkurt ve demirden dağı eriten demircinin konması da bundandır. Pulların kullanıma sürülmesinden 3 yıl sonra Millî Mücadele döneminde yazdığı gazete yazılarından bir bölümünü kitaplaştıran Yakup Kadri Karaosmanoğlu da kitabına Ergenekon adını verecekti.