Yıllardır “geliyorum” diyen deprem, bütün iddiasına rağmen devletin hazırlıksızlığının yadsınamaz bir kanıtı oldu. Önlenebilir bir felaketin yerli ve millî bir varyantıyla karşı karşıya bulunduğumuz gerçeğinden hareket etmedikçe, önümüzdeki İstanbul depreminde de milletçe hükmen mağlup olmayı baştan kabullenmiş olmuyor muyuz?
Doğal ve toplumsal afetler, genellikle yaşadığımız dünyanın ipliğini pazara çıkarır. Dünya nimetlerinin bir avuç insanın elinde yoğunlaşması, nasıl ekonomik ve sosyal politikaların ürünüyse, felaket anlarındaki çaresizlik de aynı politikaların ürünüdür. Dünya, Covid-19 salgını sırasında buna şahit oldu. En zengin ülkelerde bile maske gibi basit ihtiyaçlara ulaşılamadığı; yaşlılar başta milyonlarca insanın bir çırpıda gözden çıkarılabildiği günler yaşandı. Gelişmiş ülkelerin dahi bu denli çaresiz kalması, önceden böyle bir duruma karşı herhangi bir önlem almamış olduklarını açığa çıkardığı gibi, uzun zamandır dibine dinamit döşenen sosyal devletin iflasının da işaretiydi. Halbuki SARS, MERS, Ebola, Zika derken 2002’den başlayarak Covid-19’a kadar öne çıkan salgın hastalıklarla felaket “geliyorum” demişti.
İngiltere’den Brezilya’ya iktidarlar sürü bağışıklığı modelini önerirken “bu da gelir, bu da geçer” tavrıyla sergiledikleri vurdumduymazlık, başta yoksullar olmak üzere milyonlarca insanın ölümüne neden oldu; her şeyin ticarileştirildiği bir dünyada, öteki dünyaya gidişin ne kadar kolay hâle geldiğini gösterdi. Şu anda hâlâ pandeminin ülkeler bazında reel olarak ne kadar maddi, manevi, insani kayba yolaçtığı bilinmiyor (asgari 7 milyon can kaybı dense de kayıtların yetersizliğinden ötürü bu rakamın 14-24 milyon olması muhtemel. Oysa sözgelimi konu silah ticareti olunca veriler çok net!).
Yıllardır davul-zurnayla “geliyorum” diyen deprem konusunda da durum farklı değil. Bütün iddiasına rağmen başta devlet olmak üzere neredeyse tüm kurumların yetersizliğine ve eğretiliğine yakından şahit olduğumuz günlerden geçiyoruz. “Geç müdahale” başlı başına yeterince trajik, ama önceden herhangi bir önlem alınmadığını görmek sunulabilecek herhangi bir mazereti de inandırıcı olmaktan çıkarıyor. Durumun “kontrol altında” olduğuna dair alışıldık resmî söylem; 10 binlerce ölüm, topyekun bir insani yıkım ve yoksulluğun karşısında iyiden iyiye gayrıinsanileştiğini gösterdi. İnsanların acı günah keçisi bulma peşinde toplumun en korumasız, zayıf kesimlerini suçlamak; üç-beş kişinin densizliğinden hareketle yağmacılık bahanesiyle göçmen düşmanlığı yapmak; devletten çok önce cansiparane çalışmaya başlayan sivil-yerel örgütlenmeleri hedef hâline getirmek, tam da suçluların telaşının sonucuydu. Depremi görmezden gelen zihniyet, beceriksizliğini maskelemek için muhtaç olduğu günah keçilerini keşfetmekte çok mahir olduğunu gösterdi. Üç yağmacı, beş Suriyeli, bir miktar sosyal medya kullanıcısı olmasa işler yolundaydı!
Deprem vergilerinden imar izinlerine, yerine getirilmeyen her vecibe için cezalandırılan yurttaş, “doğal afet” diye takdim edilen depremde de ancak yardımlarla yetinmek zorunda kaldı. Oysa kentlerin planlanmasından toplumun biçimlendirilmesine, bu felakette rol oynayan her nokta, sosyal ve siyasal tercihlere dayalıydı. Felaket, dünyanın benzer konumdaki başka ülkeleri deprem tahribatını asgariye indirmeyi başarmışken bunu yapmayanların tercihleriyle büyüdü. Deprem önlemlerinin maliyetine, insanlık tarihine geçecek bir fecaat olan “imar barışı” affından elde edilen gelir hesabını da eklemek mümkün.
Kader planlama teşkilatı
Tarih ve siyaset insanlara derinden bir şeyler anlatıyor; felaketin nasıl önlenebileceğine ilişkin sorgulamalara kapı açıyor. Bu sorgulamayı kısıtlayan devlet müdahalesi ve hakimiyet ilişkileriyse, acıyı dindirme kisvesi altında gerçekliği çarpıtmanın binbir yolunu keşfetmeyi becerebiliyor. Felaketi insan iradesinin dışında, toplumsal pratiklerden azade ilahi bir kaçınılmazlık olarak sunmak, bu yollardan biri. En kestirme yöntemi de gerçekliği karartma, çarpıtma ve geleceğe ilişkin uluorta vaatler…
Fredric Jameson “medya, iletişim ve enformasyonun hâkim olduğu geç kapitalizm, daha eski olan mafya kapitalizmi aşamasının, hatta kapitalizm öncesi kişisel ve klan tahakkümü kalıntılarının yerini almaktadır” derken, hayat-memat meselelerinin en kritik noktası olan, doğal olmaktan öte insan türünün geleceğini tehlikeye sokan insani, toplumsal felaketler için de geçerli bir tanı koyuyordu.
Felaket karşısında yurttaş, savaştakinden de çaresizdir. Ne de olsa devlet savaşa hazırdır ve hatta bir gece ansızın gelebilir (!). Herhangi bir devletin askerî harcamalarıyla afetlere ayırdığı payı kıyaslamak ise devletin insana verdiği değeri göstermek açısından yeterlidir. Geçen yılla bu yıl arasında bütün kalemlerde giderler artarken AFAD’ın payının neden küçüldüğünü sorgulamak bile yeterlidir.
Kadere inananlar için “kader planlama teşkilatı”nın işleyişini kör deneyimlerle öğrenmenin sonu yoktur. Ancak sermaye birikimi ile kader arasındaki ilişki de insafsızdır. Tarım ve hayvancılığı çökertip, tarlaları inşaat sektörüne sunmanın kaderle ne ilgisi olabilir?
Eski dünyanın evleri yıkılıp pek matahmış gibi birbirine benzetilen, daha doğrusu hiçbir şeye benzemeyen evler yükselirken ortaya çıkan kimliksiz standartlaşmada betonun özel bir yeri var.
Betonistan cenneti
Uçuşu olmayan havaalanları, geçişi olmayan otobanlar ve daha nicelerinin yanında masum addedilen konut piyasasının merkezinde, milleti olmayan ve sınır tanımayan bir şey var: Beton! Aslında ne yerli ne millî. Ancak 2. Dünya Savaşı sonrasının bu lokomotif sektörü, emlak piyasasında dillere destan skandallara yolaçsa da cazibesinden bir şey kaybetmiyor. Depremlerde seyrettiğimiz beton yığınları, vaadettikleri gibi göklere uzanmıyor; piyasayı alabildiğine harladıktan sonra görevlerini yerine getirmiş olmanın huzuruyla çöküşün, cinayetin aracına dönüşüyor. Yaşamı tatsız-tuzsuz kılan beton yığınlarının içindeki metaller korozyona uğruyor, kuma dönüşüyor. Betonla kurulan sözde ilerici mimari, her şeyi, hiçbir şey hâline getiriyor. İkide bir ahaliyi rüşvete tahrik eden imar afları ise, sözde kuralları bypass eden yıkımın kolaylaştırıcısı hatta daha da ötesi müsebbibi olarak öne çıkıyor.
Türkiye birçok ölçümde yaya kalsa da, kişi başına düşen müteahhit açısından herhalde dünya birincisidir. Biliminsanların aşağılandığı, eğitimin çöktüğü bir ülkede az-buz bir kazanım değildir bu! Tabii inşaatla, betonla büyüme kararını müteahhitler değil siyasiler alır; tercihler ve teşvikler oradan gelir.
Öte yandan benzer gelişmişlik düzeyindeki deprem ülkelerinde önemli mesafeler alınmış olması, depremin yalnızca millî gelir düzeyine bağlanamayacağını gösterir. Örneğin uyuşturucu kaçakçılığı nedeniyle her yıl 30-40 bin kişinin öldüğü Meksika’da ekonomik vaziyetin pek parlak olmadığı belliyken deprem karşısında önlem alınabilmiştir.
Önlenebilir bir felaketin yerli ve millî bir varyantıyla karşı karşıya bulunduğumuz gerçeğinden hareket etmedikçe, önümüzdeki İstanbul depreminde de milletçe hükmen mağlup olmayı baştan kabul etmiş olmuyor muyuz?
Mevzuat hazretleri
Açlık, ekolojik felaket gibi deprem de bir anda insanları tarihin dışına sürükler. O güne kadar tutunmaya çalıştığı dünyanın berhava olduğunu gören insan, bir anda gerçek dünya ile yüzleşir: İnsanlıktan çıkış! Örneğin Afrika’nın kıtasal olarak tarihten çıkışı da, doğal gibi gözüken yıkımlara bağlanır ama, aslında açıkça insan denen türün ürünüdür.
Sınai ve teknolojik ölçütlere göre bizden kat kat yukarıda olan Japonya’da yaşanan Fukuşima faciası (11 Mart 2011) bir başka örnektir. Buradaki tehlike, amatör olarak eski şiirlerle de ilgilenen bir jeolog tarafından 1980’lerinde sonunda keşfedilmişti. Fukuşima yakınlarındaki Sendai Üniversitesi’nde çalışan Koji Minoura, 10. yüzyıla ait bir şiiri okurken okyanusun sahilden 4 kilometre içerideki bir tepeye uzandığına dair bir dörtlüğe rastladı: “Gözyaşlarımızın ıslattığı giysilerimizin kolları / Sue kentinde / Çam tepelerinin üzerinden / Okyanusun dalgaları kırılırken dahi / Aşkımızın payidar olacağının tanığıydılar” diyordu şiir. Hemen araştırmaya başlamış, 10 yıl boyunca alarm zillerine basmış, ama nafile… Yaklaşan felaketi 2002’de Journal of Natural Disaster Science’da yayımlansa da yetkili ve etkili çevreler kulak asmamış. 11 Mart 2011’de, Çernobil’in ardından dünyanın gördüğü en ağır nükleer felaket, Tohoku depreminin ardından başlayan tsunaminin Fukuşima santralini istila etmesiyle yaşandı. Dalgalar 14 metreye kadar çıkınca jeneratörler de dahil olmak üzere tüm santral sular altında kaldı. Kısa sürede bazı reaktörlerde kısmi erimenin kanıtları ortaya çıktı; hidrojen patlamaları sonucu 3 reaktörü barındıran binaların tepe kısımları havaya uçtu; yangınlar başladı. Radyasyon sızıntısı korkusuyla 170-200 bin kişi tahliye edildi. Santraldeki işçiler aşırı radyasyona maruz kaldı. Japonya Nükleer Güvenlik Kurumu, nükleer sızıntının tehlike derecesini Uluslararası Nükleer Olay Ölçeği’ne göre 7’ye yani Çernobil reaktör kazasıyla aynı seviyeye çıkardı.
Tokyo Electric Power Company, maliyeti düşürmek için santrali kıyıya yakın yapmıştı. Tabii hükümetin de onayıyla… Bilim ve sanayide dünyanın sayılı ülkelerinden biri olarak gösterilen Japonya, böyle bir trajediye maruz kalmış; nizam-intizam meselesi de risklerin bertaraf edilmesinde etkili olmamıştı.
Kadere kurban edilen
Kör talih ve lanet arasına sıkışmış bir kadercilik karşısında mevcuda lanet etmek de çözüm olmuyor. Dayanışmanın her çeşidi felaketten sonra kurbanların bir miktar nefes almasını sağlasa da, hamiyetperverlik bir sonraki yıkımın önüne geçemiyor. Medyanın 7/24 neyi, ne kadar yansıttığı tartışmalı yayınları, depremzedelerin kurbanı oldukları şeyin gerçekten ne olduğunu açıklamaktan uzak kalıyor.
Aslında işi bilenler, kasırga, deprem gibi doğal afetlerin gücünü, yolaçtığı yıkım ya da can kaybı sayısının belirlemediğini; bunun kent planlamasından demografiye, yoksulluktan temel toplumsal hizmetlere erişime uzanan imkanlara bağlı olduğunu; yani kısacası toplumsal koşulların belirleyici olduğunu söylüyorlar. Güvenlik ve korunmanın, önceden alınan tedbirlere, planlama ve onarıma yönelik kamu politikalarına bağlı olduğu artık ayan-beyan ortada.
Yardımlar elbette yıkımlardan sonra vazgeçilmez. Ancak bunlar, gayrısiyasi tarafsızlık kisvesi altında sistemin günahlarına pansuman yapmaya yöneldiğinde fazlasıyla politik hâle gelir. Depremin araçsallaştırılması, insanların temel ihtiyaçları arasında yer alan barınmanın (tıpkı, eğitim, sağlık ve beslenme gibi) hoyratça kâr mantığına terkedilmesinin kaçınılmaz sonuçları başka bir soruyu da akla getiriyor: Devletin asgari iddiası yurttaşın can ve mal güvenliğini sağlamak iken bütün bunlara seyirci kalması yaşadığımız dünyanın bir garabeti midir? Eğer öyleyse, temel toplumsal ihtiyaçların, depremde olduğu gibi, insani değerlere dayalı bir dayanışmayla giderilebileceğini söylemek neden hayalcilik olsun?