Kasım
sayımız çıktı

Önlenebilir felaket, felakete yolaçan siyaset

Yıllardır “geliyorum” diyen deprem, bütün iddiasına rağmen devletin hazırlıksızlığının yadsınamaz bir kanıtı oldu. Önlenebilir bir felaketin yerli ve millî bir varyantıyla karşı karşıya bulunduğumuz gerçeğinden hareket etmedikçe, önümüzdeki İstanbul depreminde de milletçe hükmen mağlup olmayı baştan kabullenmiş olmuyor muyuz?

Doğal ve toplumsal afet­ler, genellikle yaşadığı­mız dünyanın ipliğini pazara çıkarır. Dünya nimet­lerinin bir avuç insanın elin­de yoğunlaşması, nasıl eko­nomik ve sosyal politikaların ürünüyse, felaket anlarında­ki çaresizlik de aynı politika­ların ürünüdür. Dünya, Co­vid-19 salgını sırasında buna şahit oldu. En zengin ülkeler­de bile maske gibi basit ihti­yaçlara ulaşılamadığı; yaşlılar başta milyonlarca insanın bir çırpıda gözden çıkarılabildiği günler yaşandı. Gelişmiş ül­kelerin dahi bu denli çaresiz kalması, önceden böyle bir du­ruma karşı herhangi bir ön­lem almamış olduklarını açığa çıkardığı gibi, uzun zamandır dibine dinamit döşenen sosyal devletin iflasının da işaretiydi. Halbuki SARS, MERS, Ebola, Zika derken 2002’den başla­yarak Covid-19’a kadar öne çı­kan salgın hastalıklarla felaket “geliyorum” demişti.

İngiltere’den Brezilya’ya iktidarlar sürü bağışıklığı mo­delini önerirken “bu da gelir, bu da geçer” tavrıyla sergi­ledikleri vurdumduymazlık, başta yoksullar olmak üzere milyonlarca insanın ölümüne neden oldu; her şeyin ticari­leştirildiği bir dünyada, öteki dünyaya gidişin ne kadar ko­lay hâle geldiğini gösterdi. Şu anda hâlâ pandeminin ülkeler bazında reel olarak ne kadar maddi, manevi, insani kayba yolaçtığı bilinmiyor (asgari 7 milyon can kaybı dense de ka­yıtların yetersizliğinden ötürü bu rakamın 14-24 milyon ol­ması muhtemel. Oysa sözgeli­mi konu silah ticareti olunca veriler çok net!).

Kahramanmaraş’ta arama kurtarma ve enkaz kaldırma çalışmaları.

Yıllardır davul-zurnayla “geliyorum” diyen deprem ko­nusunda da durum farklı değil. Bütün iddiasına rağmen başta devlet olmak üzere neredeyse tüm kurumların yetersizliğine ve eğretiliğine yakından şahit olduğumuz günlerden geçi­yoruz. “Geç müdahale” başlı başına yeterince trajik, ama önceden herhangi bir önlem alınmadığını görmek sunu­labilecek herhangi bir maze­reti de inandırıcı olmaktan çıkarıyor. Durumun “kontrol altında” olduğuna dair alışıl­dık resmî söylem; 10 binlerce ölüm, topyekun bir insani yı­kım ve yoksulluğun karşısında iyiden iyiye gayrıinsanileşti­ğini gösterdi. İnsanların acı­ günah keçisi bulma peşinde toplumun en korumasız, zayıf kesimlerini suçlamak; üç-beş kişinin densizliğinden hare­ketle yağmacılık bahanesiyle göçmen düşmanlığı yapmak; devletten çok önce cansipa­rane çalışmaya başlayan si­vil-yerel örgütlenmeleri he­def hâline getirmek, tam da suçluların telaşının sonucuy­du. Depremi görmezden gelen zihniyet, beceriksizliğini mas­kelemek için muhtaç olduğu günah keçilerini keşfetmekte çok mahir olduğunu gösterdi. Üç yağmacı, beş Suriyeli, bir miktar sosyal medya kullanı­cısı olmasa işler yolundaydı!

Deprem vergilerinden imar izinlerine, yerine getirilmeyen her vecibe için cezalandırılan yurttaş, “doğal afet” diye tak­dim edilen depremde de ancak yardımlarla yetinmek zorunda kaldı. Oysa kentlerin planlan­masından toplumun biçim­lendirilmesine, bu felakette rol oynayan her nokta, sosyal ve siyasal tercihlere dayalıy­dı. Felaket, dünyanın ben­zer konumdaki başka ülkele­ri deprem tahribatını asgariye indirmeyi başarmışken bunu yapmayanların tercihleriyle büyüdü. Deprem önlemlerinin maliyetine, insanlık tarihine geçecek bir fecaat olan “imar barışı” affından elde edilen ge­lir hesabını da eklemek müm­kün.

Kader planlama teşkilatı

Tarih ve siyaset insanlara de­rinden bir şeyler anlatıyor; fe­laketin nasıl önlenebileceğine ilişkin sorgulamalara kapı açı­yor. Bu sorgulamayı kısıtlayan devlet müdahalesi ve hakimi­yet ilişkileriyse, acıyı dindir­me kisvesi altında gerçekli­ği çarpıtmanın binbir yolu­nu keşfetmeyi becerebiliyor. Felaketi insan iradesinin dı­şında, toplumsal pratiklerden azade ilahi bir kaçınılmazlık olarak sunmak, bu yollardan biri. En kestirme yöntemi de gerçekliği karartma, çarpıtma ve geleceğe ilişkin uluorta va­atler…

Fredric Jameson “medya, iletişim ve enformasyonun hâ­kim olduğu geç kapitalizm, da­ha eski olan mafya kapitalizmi aşamasının, hatta kapitalizm öncesi kişisel ve klan tahak­kümü kalıntılarının yerini al­maktadır” derken, hayat-me­mat meselelerinin en kritik noktası olan, doğal olmaktan öte insan türünün geleceğini tehlikeye sokan insani, top­lumsal felaketler için de ge­çerli bir tanı koyuyordu.

Felaket karşısında yurt­taş, savaştakinden de çaresiz­dir. Ne de olsa devlet savaşa hazırdır ve hatta bir gece an­sızın gelebilir (!). Herhangi bir devletin askerî harcamalarıyla afetlere ayırdığı payı kıyasla­mak ise devletin insana ver­diği değeri göstermek açısın­dan yeterlidir. Geçen yılla bu yıl arasında bütün kalemlerde giderler artarken AFAD’ın pa­yının neden küçüldüğünü sor­gulamak bile yeterlidir.

Geliyorum diyen felaket Kahramanmaraş depremlerinin yarattığı faciada, kentlerin planlanmasından toplumun biçimlendirilmesine pek çok etken rol oynamıştı.

Kadere inananlar için “ka­der planlama teşkilatı”nın iş­leyişini kör deneyimlerle öğ­renmenin sonu yoktur. Ancak sermaye birikimi ile kader arasındaki ilişki de insafsızdır. Tarım ve hayvancılığı çöker­tip, tarlaları inşaat sektörüne sunmanın kaderle ne ilgisi ola­bilir?

Eski dünyanın evleri yıkı­lıp pek matahmış gibi birbirine benzetilen, daha doğrusu hiçbir şeye benzemeyen evler yükse­lirken ortaya çıkan kimliksiz standartlaşmada betonun özel bir yeri var.

Betonistan cenneti

Uçuşu olmayan havaalanları, geçişi olmayan otobanlar ve da­ha nicelerinin yanında masum addedilen konut piyasasının merkezinde, milleti olmayan ve sınır tanımayan bir şey var: Beton! Aslında ne yerli ne millî. Ancak 2. Dünya Savaşı sonrası­nın bu lokomotif sektörü, emlak piyasasında dillere destan skan­dallara yolaçsa da cazibesinden bir şey kaybetmiyor. Deprem­lerde seyrettiğimiz beton yığın­ları, vaadettikleri gibi göklere uzanmıyor; piyasayı alabildi­ğine harladıktan sonra görev­lerini yerine getirmiş olmanın huzuruyla çöküşün, cinayetin aracına dönüşüyor. Yaşamı tat­sız-tuzsuz kılan beton yığınla­rının içindeki metaller koroz­yona uğruyor, kuma dönüşüyor. Betonla kurulan sözde ilerici mimari, her şeyi, hiçbir şey hâ­line getiriyor. İkide bir ahaliyi rüşvete tahrik eden imar afları ise, sözde kuralları bypass eden yıkımın kolaylaştırıcısı hatta daha da ötesi müsebbibi olarak öne çıkıyor.

Türkiye birçok ölçüm­de yaya kalsa da, kişi başına düşen müteahhit açısından herhalde dünya birincisidir. Biliminsanların aşağılandı­ğı, eğitimin çöktüğü bir ülke­de az-buz bir kazanım değil­dir bu! Tabii inşaatla, betonla büyüme kararını müteahhitler değil siyasiler alır; tercihler ve teşvikler oradan gelir.

Öte yandan benzer geliş­mişlik düzeyindeki deprem ülkelerinde önemli mesafeler alınmış olması, depremin yal­nızca millî gelir düzeyine bağ­lanamayacağını gösterir. Ör­neğin uyuşturucu kaçakçılığı nedeniyle her yıl 30-40 bin ki­şinin öldüğü Meksika’da eko­nomik vaziyetin pek parlak ol­madığı belliyken deprem kar­şısında önlem alınabilmiştir.

Önlenebilir bir felaketin yerli ve millî bir varyantıyla karşı karşıya bulunduğumuz gerçeğinden hareket etmedik­çe, önümüzdeki İstanbul dep­reminde de milletçe hükmen mağlup olmayı baştan kabul etmiş olmuyor muyuz?

Hatay’ın Antakya ilçesinde bulunan Rönesans Rezidans.

Mevzuat hazretleri

Açlık, ekolojik felaket gibi deprem de bir anda insanları tarihin dışına sürükler. O gü­ne kadar tutunmaya çalıştığı dünyanın berhava olduğunu gören insan, bir anda gerçek dünya ile yüzleşir: İnsanlıktan çıkış! Örneğin Afrika’nın kı­tasal olarak tarihten çıkışı da, doğal gibi gözüken yıkımlara bağlanır ama, aslında açıkça insan denen türün ürünüdür.

Sınai ve teknolojik ölçütle­re göre bizden kat kat yukarı­da olan Japonya’da yaşanan Fukuşima faciası (11 Mart 2011) bir başka örnektir. Bu­radaki tehlike, amatör olarak eski şiirlerle de ilgilenen bir jeolog tarafından 1980’lerin­de sonunda keşfedilmişti. Fu­kuşima yakınlarındaki Sendai Üniversitesi’nde çalışan Ko­ji Minoura, 10. yüzyıla ait bir şiiri okurken okyanusun sa­hilden 4 kilometre içerideki bir tepeye uzandığına dair bir dörtlüğe rastladı: “Gözyaşla­rımızın ıslattığı giysilerimizin kolları / Sue kentinde / Çam tepelerinin üzerinden / Okya­nusun dalgaları kırılırken dahi / Aşkımızın payidar olacağı­nın tanığıydılar” diyordu şiir. Hemen araştırmaya başlamış, 10 yıl boyunca alarm zilleri­ne basmış, ama nafile… Yakla­şan felaketi 2002’de Journal of Natural Disaster Science’da yayımlansa da yetkili ve etki­li çevreler kulak asmamış. 11 Mart 2011’de, Çernobil’in ar­dından dünyanın gördüğü en ağır nükleer felaket, Tohoku depreminin ardından başlayan tsunaminin Fukuşima sant­ralini istila etmesiyle yaşan­dı. Dalgalar 14 metreye kadar çıkınca jeneratörler de dahil olmak üzere tüm santral su­lar altında kaldı. Kısa sürede bazı reaktörlerde kısmi eri­menin kanıtları ortaya çıktı; hidrojen patlamaları sonucu 3 reaktörü barındıran binala­rın tepe kısımları havaya uçtu; yangınlar başladı. Radyasyon sızıntısı korkusuyla 170-200 bin kişi tahliye edildi. Santral­deki işçiler aşırı radyasyona maruz kaldı. Japonya Nükle­er Güvenlik Kurumu, nükleer sızıntının tehlike derecesini Uluslararası Nükleer Olay Öl­çeği’ne göre 7’ye yani Çernobil reaktör kazasıyla aynı seviye­ye çıkardı.

Tokyo Electric Power Company, maliyeti düşür­mek için santrali kıyıya yakın yapmıştı. Tabii hükümetin de onayıyla… Bilim ve sanayide dünyanın sayılı ülkelerinden biri olarak gösterilen Japonya, böyle bir trajediye maruz kal­mış; nizam-intizam meselesi de risklerin bertaraf edilme­sinde etkili olmamıştı.

Kahramanmaraş merkezli depremlerde ortaya çıkan enkaz, bir hak olması gereken barınma ihtiyacının ranta teslim edilmesinin sonucunu da yansıttı.

Kadere kurban edilen

Kör talih ve lanet arasına sı­kışmış bir kadercilik karşısın­da mevcuda lanet etmek de çözüm olmuyor. Dayanışma­nın her çeşidi felaketten sonra kurbanların bir miktar nefes almasını sağlasa da, hamiyet­perverlik bir sonraki yıkımın önüne geçemiyor. Medyanın 7/24 neyi, ne kadar yansıttığı tartışmalı yayınları, deprem­zedelerin kurbanı oldukları şeyin gerçekten ne olduğunu açıklamaktan uzak kalıyor.

Aslında işi bilenler, kasır­ga, deprem gibi doğal afetle­rin gücünü, yolaçtığı yıkım ya da can kaybı sayısının belirle­mediğini; bunun kent planla­masından demografiye, yok­sulluktan temel toplumsal hizmetlere erişime uzanan imkanlara bağlı olduğunu; ya­ni kısacası toplumsal koşulla­rın belirleyici olduğunu söylü­yorlar. Güvenlik ve korunma­nın, önceden alınan tedbirlere, planlama ve onarıma yönelik kamu politikalarına bağlı ol­duğu artık ayan-beyan ortada.

Yardımlar elbette yıkımlar­dan sonra vazgeçilmez. Ancak bunlar, gayrısiyasi tarafsızlık kisvesi altında sistemin gü­nahlarına pansuman yapmaya yöneldiğinde fazlasıyla politik hâle gelir. Depremin araçsal­laştırılması, insanların temel ihtiyaçları arasında yer alan barınmanın (tıpkı, eğitim, sağ­lık ve beslenme gibi) hoyratça kâr mantığına terkedilmesi­nin kaçınılmaz sonuçları baş­ka bir soruyu da akla getiriyor: Devletin asgari iddiası yurt­taşın can ve mal güvenliğini sağlamak iken bütün bunla­ra seyirci kalması yaşadığımız dünyanın bir garabeti midir? Eğer öyleyse, temel toplumsal ihtiyaçların, depremde oldu­ğu gibi, insani değerlere dayalı bir dayanışmayla giderilebile­ceğini söylemek neden hayal­cilik olsun?