Osmanlı sisteminde zamanla oluşan Meşveret Meclisleri, modern anlamdaki parlamentoya giden yolun başlangıcıydı. 600 yıllık devlette hiçbir padişah, tahtta oturduğu sırada mutlak bir güç olarak ortaya çıkmadı. 1876’da ilk Kanun-ı Esasi ve Meclis-i Mebusan’ın ömrü çok kısa sürdüyse de, Osmanlı tarihine vurduğu damgada 6 asrın emeği vardır.
Padişahların tahta çıktıktan sonra belirli bir görev süreleri yoktur. Onlar ölünceye kadar saltanat sürmek üzere tahta çıkar. Elbette her padişah böyle olmasını temenni etmiştir; ancak eceliyle ölmeden tahttan indirilerek kendinden sonra gelen oğluna, kardeşine veya yine Osmanlı soyundan yeğenlerine saltanatı devretmek zorunda kalan bir hayli padişah bulunur.
Osmanlı Devleti’nin 623 yıllık ömründe tahta çıkan 36 padişahtan 12’si (2. Bayezid, 2. Osman, 1. Mustafa, İbrahim, 4. Mehmed, 2. Mustafa, 3. Ahmed, 3. Selim, 4. Mustafa, Abdülaziz, 5. Murad ve 2. Abdülhamid) “hâl edilmiş” yani tahttan indirilmiştir. Bunlardan 2. Bayezid zehirlenmiş; 2. Osman, İbrahim, 3. Selim, 4. Mustafa öldürülmüş; Abdülaziz intihar mı cinayet mi olduğu hâlen tam olarak açıklığa kavuşmayan bir şekilde hayatını kaybetmiştir. Her 3 padişahtan biri, kendilerinde vehmedilen o kadar güce rağmen iktidardan alaşağı edilip, tahtlarını hatta hayatlarını kaybedebiliyorsa; bunlar için “astığı astık-kestiği kestik” benzetmesi ne kadar doğrudur?
Yönetim ilkeleri içerisinde padişahların yetkisine bırakılan “siyaseten katl” uygulamasıyla devlet adamlarının, sadrazamların hatta ulemadan üst rütbeli şahıslarla şeyhülislamların bile idama gönderilebilmesi, “astığı astık-kestiği kestik” deyimiyle izah edilemez. Bu uygulamanın ne ölçüde hukuki olduğu tartışılabilir; ancak şeyhülislam fetvası olmadan siyaseten katl gerçekleşemezdi. Şeyhülislamlar da bu fetvaları verirken “şer’i maslahat değildir, ululemrin isteğiyledir” diyerek sorumluluğu üzerlerinden atmışlardır. Köprülü Mehmed Paşa’nın ölümünden sonra sadrazam olan oğlu Fazıl Ahmed Paşa’nın, 4. Mehmed’in huzurunda babasının “haksız yere adam öldürüp çok kan döktüğünü” söyleyen Şeyhülislam Esirî Mehmed Efendi’ye “hepsini senin fetvanla öldürdü” diye çıkışması; bunun üzerine şeyhülislamın “şerrinden korkardım, onun için fetva verdim” demesi gibi, diğer şeyhülislamlardan da aynı korkuyla hareket etmiş olanlar çıkabilir.
“Devlet benim! Benim uğruma can verin!” diyen padişahlar olduğu kadar, “devlette herkesin hissesi vardır” diyen padişahların da bulunduğuna bakılırsa; 6 asırlık bir devletin kuruluştan yıkılışa kadar birbirinden farklı usullerle yönetilmesi gibi padişahların meşreplerinin de birbirinden farklı olması çok doğaldır.
Güç odakları hep vardı
600 yıllık devlette hiçbir padişah, tahtta oturduğu sırada mutlak bir güç olarak ortaya çıkmamıştır. Saltanat âlemi dengelerin ayakta tuttuğu bir dünyadır. Küçük bir beylik de olsa, 3 kıtaya, 7 iklime yayılmış devasa bir devlet de olsa, her sultanın iktidarını bir ucundan istinat ettirmek zorunda kaldığı şahıslar, güç odakları ve nüfuz sahipleri her zaman varolagelmiştir. Bazı devirlerde uluslararası güçler dengesi de saltanatın devamı veya son bulması noktasında etkili olabilmiştir. Sadece Osmanlı saltanatında değil; Batı’da, Doğu’da kurulu monarşi düzenlerinin hepsinde de aynı seyir sözkonusudur.
Dengelerin ucunda hüküm süren padişahlar açısından gücünü gösterebilmeye yarayan ordusunun, kullarının, hazinelerinin, velhasıl debdebe ve ihtişamını sağlayan maddi araçların değeri; iktidarının kaynağını Kut’a, Gök Tanrı’ya veya Allah’a dayandırıp onun yeryüzündeki gölgesi olduğunu iddia etmekten daha yüksektir. Elbette geniş halk yığınlarının geleneksel iktidar meşruiyetini sağlama araçlarındaki Tanrısallığa, “mavi kan”a itibarı her şeyden yüksektir; ancak önce parayı ve tahtı ele geçirmek gerekir. Osmanlılar öncelikle beylikten devlete giden yolun taşlarını sağlam döşemeye uğraşmış, uç beyliği olarak düşman sınırında bulunmanın avantajıyla diğer Anadolu beyliklerinden gazâ ve ganimet uğruna akın akın kendisine katılanlarla imrenilen bir silahlı güce ulaşmıştır. Kısa sürede elde ettiği topraklar ve nüfus ile servetini katladıktan, dengelerini iyi kurduktan ancak iki asır sonra kendilerini Kayı boyuna bağlamayı akıl etmişlerdir.
İktidarın meşruiyetini benimsetmek kadar önemli olan husus, sürdürülebilirliğini sağlamaktır. Doğu kültürlerindeki siyasetname/nasihatname geleneğinde devleti sürdürebilmenin en önemli ayağının adil yönetici/adaletli idare olarak belirtilmesi boşuna değildir. İslâm kültürünün hakim olduğu devletlerin siyaset anlayışında “müşrik veya kafire benzememek”, onlarla aynileşmemek önerilir; ancak adalet konusunda Sasani hükümdarı Nuşirevan müşrik olmasına rağmen adaletin mümtaz bir simgesi olarak model alınır. “Devlet adalet ile kaim, zulüm ile viran olur” anlayışı benimsenir.
Yüksek mahkeme
Adaleti sağlamanın yolları açıktır. İster bireysel, isterse toplu her türlü şikayetin kurumsal karşılığı vardır. Devletin en üst yönetim organı Dîvân-ı Hümâyun, aynı zamanda adaletin tesis edildiği bir mahkemedir. Padişahın mutlak vekili olup “sahib-i devlet” unvanıyla anılan sadrazam, başvezir olarak Kubbealtı’ndaki vezirler ve kalabalık bir bürokrat kadrosuyla ülkenin kaderini elinde tutar. Savaşa, barışa, vergiye, cezaya burada karar verilir. Bayındırlıktan asayişe kadar her karar burada alınır. Ülkenin dörtbir yanına adalet dağıtmak üzere gönderilen fermanlar divanda hazırlanır ve “geciken adalet adalet değildir” anlayışıyla bunlar mürekkebi kurumadan yola çıkarılır.
Devletin gücü kuvveti yerindeyken sıradan bir mübaşirin, çavuşun getirdiği fermanın üzerindeki tuğrayı gören herhangi bir zalimin, eşkıyanın, gök kubbenin altında kaçabileceği yer kalmamıştır. Hüküm infaz edilir veya yoldan çıkmışlar yola getirilir. Bütün bu icraatın bir tek padişahın gücüyle yapılabilmesi imkânsızdır ama, her olumlu icraat padişahın gücünü arttırır, hatalı kararların günahı vezirlerin boynuna yüklenir (zaten vezir demek günahları yüklenen demektir). Zaferler sultanların hanesine yazılır, hezimetler kulların boynunu vurdurur.
Türkiye’de adalet tarihinin hangi bahsi yazılacak olursa, ilk önce bakılması gereken kaynaklar işte bu Dîvân-ı Hümâyun’un ortaya koyduğu sicil defterleridir. Kanunî öncesi zamanlara ait defterler bugüne intikal etmemişse de, onun zamanından devletin sonuna kadar “Mühimme, Ahkâm, Şikâyet, Kalebent Defterleri” adları altında tasniflenen ve buradan tüm Osmanlı coğrafyasına, taşraya gönderilen hükümlerin kaydedildiği “Şeriye Sicili Defterleri” gibi binlerce cilt tutan kayıtlarla ülkenin adliye tarihi kesintisiz olarak gözler önündedir.
Üçlü yönetim
Osmanlılar’da yönetim “kalemiye/mülkiye, ilmiye, seyfiye” olarak üçlü bir taksimatla formüle edilir. Sadrazamın mülkiye cephesi kadar, şeyhülislamın en tepede olduğu ilmiye cephesi de kalabalık bir teşkilata sahiptir. Rumeli ve Anadolu kazaskerleri ülkenin en küçük kaza merkezlerindeki kadılardan, naiplerden, en ufak medreselerin hocalarına kadar adliye ve ilmiyenin her şeyinden sorumludur. Hukuk düzeninin ve eğitim-öğretimin yegane yetkilisi ilmiyedir. Ordu ve donanmaya, hep birlikte seyfiye denilir. Yeniçeri Ağası, kaptanpaşa ve bunlara bağlı ücretli/ulufeli askerlerle profesyonel ordu teşkilatlanmasının en iyi örneği, birkaç asır boyunca Osmanlılar tarafından gerçekleştirilmiştir.
Böylesine teşkilatlı bir devlet örgütünde, padişahların sevk ve idaresine bile gerek kalmadan işler yürürdü. Öyle de olmuştur ve 1. Mustafa gibi akli melekelerinden yoksun olduğu hâlde iki defa tahta oturan bir padişahın, ayrıca 12 yaşındaki 4. Murad ile 7 yaşındaki 4. Mehmed’in hükümdarlıkları sırasında, onlar büyüyüp devlet işlerini idrak ettikleri zamana kadar devlet mekanizması sorunsuz işlemiştir.
Hanedan anlayışının tekamülüyle birlikte, 1. Ahmed devrinden itibaren saltanatın babadan oğula geçmesinden vazgeçilip en büyük erkek şehzade yani veliahtın padişahlık tahtına oturmasının usul edinilmesiyle birçok kural değişti. Şehzadelerin öldürülmesi terkedilmedi ama, bunların sancaklara gönderilip devlet tecrübesi kazanmalarından vazgeçildi; dolayısıyla padişah oluncaya kadar “kafes hayatı” denilen acı ve ızdıraplı bir hayatı yaşamaya mecbur bırakıldılar. Bu zaman diliminde Dîvân-ı Hümâyun da eski düzenini kaybederek yerini Paşakapısı veya Bab-ı Asafi denen yapılanmaya terketti. Yavaş yavaş devletin çarklarını eline geçirmeye başlayan bürokrasi her sahada uzmanlaşmaya doğru giderken, devletin ıslahat ve yenileşme çabaları da ilk meyvelerini veriyordu.
1683 Viyana Kuşatması ve takiben 16 yıl süren savaşların sonunda 1699’daki Karlofça Antlaşması ile büyük bir hezimete uğrayan Osmanlılar, 4 yıl sonra tahta çıkardıkları 3. Ahmed zamanında ilk ıslahat faaliyetlerine başladılar ve yeni bir uygulamayı gelenek haline getirdiler. Ağabeyi 2. Mustafa’nın (orduyla sefere çıkan son padişah) yerine tahta çıkan 3. Ahmed’le birlikte “vekil-i mutlak” olan sadrazamlar, aynı zamanda serdar-ı ekrem sıfatıyla bulundukları ordunun başında ve ordugahlarda düzenledikleri divanlarda devlete ait her kararı alır oldular. Sadrazamın İstanbul’dayken maiyeti olan sadaret kethüdası, nişancı, reisülküttap, divan görevlileri ve defterdarlar da orduyla birlikte sefere çıkıyor; her birine eş rütbeli olarak “rikab” adı verilen görevliler sadrazam yerine bırakılan sadaret kaymakamlarıyla İstanbul’da yaşıyor; işlerini buradan yürüterek orduyla haberleşmeyi sağlıyordu
17. yüzyılın ortalarından itibaren Rusya’yla girişilen büyük ve uzun süreli savaşlar sırasında “meşveret/danışma meclisi” adı verilen ve katılımcı sayısı değişken toplantılarda kararlar alınmaya başlandı. Aslında erken zamanlardan itibaren padişahlar ara sıra bu şekilde meclisler düzenlemişlerdi. Zamanla başlı başına bir uygulama hâlini alan meşveret meclisleri, Türkiye’nin yönetim anlayışında parlamento müessesesine giden yolun başlangıcıdır. Kaynağını Kuran’dan ve Hz. Muhammed’in öğütlerinden alan danışma, istişare toplantısı anlamındaki “meşveret”, Arapça bir konuyu görüşmek anlamındaki “şûrâ” kökünden türemiştir. Padişahlar Dîvân-ı Hümâyun’un işleyişinden farklı olarak meşveret meclislerinde tavsiye niteliğinde alınan kararları çok önemsemişler; rical-i devletin bu toplantılarda hiç kimseden çekinmeden fikirlerini ortaya koymasını ve doğru eylemin ancak bu şekilde belirleneceğini defalarca belirtmişlerdir. Aslında bir anlamda yönetici sınıfı bilinçlendirmeye, devlette hissedar kılmaya yönelik bu tür girişimler en çok 3. Selim’in yönetim anlayışında yer bulmuş; ondan sonra 4. Mustafa’nın da talepleri bu yönde olmuştur.
Sultan 3. Selim 7 Nisan 1789’da tahta çıktığı sırada, 1. Abdülhamid’in son yıllarında, 1786’da başlayan Osmanlı-Rus Savaşı sürüyordu ve yeni tahta oturan genç padişah son karar verici olmadan önce bu durumu etraflıca anlamak istiyordu. Bu nedenle 31 Ocak 1790’da imzalanan Prusya İttifakı senedinin müzakereleri esnasında Prusya elçisi bir an önce imza istediğinden, seferde olan sadrazamın yerine bakan sadaret kaymakamı, topu yeni padişahın kucağına bırakıvermişti! 3. Selim bunun üzerine yazdığı bir hatt-ı hümayunda “Ben padişah olalı 1 sene dahi olmadı. Devletime ne vechile hayırlı olacağını bilemem. Ve benim re’yim ile cevap vermem. Seleflerim zamanında olan mekrûh maddeleri hep padişahların üzerine sayarlar. Devletimde bu kadar ricâl ve ulema var. Münasip görürler ise ne güzel. Yoksa ben elbet şu iş olsun demem” (BOA.MHD. 11) diyerek ustaca bir manevrayla sorumluluğu rical-i devletin üzerine bırakmıştır.
Sultan 3. Mustafa zamanında, 1768’de başlayan Osmanlı-Rus Savaşı; 1774’te ölen 3. Mustafa’nın yerine tahta geçen 1. Abdülhamid’in saltanatının ilk yılında, Küçük Kaynarca Antlaşması’yla sona erdi. Osmanlılar’ı büyük ölçüde yıpratan bu savaş, hazinenin dibine darı ekmekle kalmadı; padişahın oğlu Şehzade Selim’in doğumunda gelen hediye ve paraları muhafaza eden haremi Mihrişah Kadın’dan 1773’te senet karşılığı borç alınmasına da sebep oldu!
Sultan 1. Ahmed zamanında 1606’da açılan İran Seferi’ne para bulunamadığında da hâl çaresine bakmak için meşveret meclisi toplanmıştı. Şeyhülislam Sunullah Efendi o mecliste padişaha “para yoksa Mısır hazinesi var; o da yetmezse deden Kanunî’nin Budin Seferi’nde yaptığı gibi saraylardaki altın kap kacak eritilip para bastırılsın” diyebilmiştir. Buna şiddetle itiraz eden 1. Ahmed, “Mısır Hazinesi benim cep harçlığım, kap-kacak dediğin çorba tasım. Devir Kanunî’nin devri değil, bu zaman o zamana uymaz” diyerek yönetici kademeyi ve orduyu karşısına alma pahasına buna itiraz etmişti.
Aradan 167 yıl geçtikten sonra 3. Mustafa’nın, onun ardından 1. Abdülhamid’in, 3. Selim’in orduya para yetiştirmek için şahsi servetlerini feda etmeleri, saraydaki evaniyi paraya çevirtmeleri, sultanların “alan el” olmaktan vazgeçip “veren el” olmaya başlamalarına işarettir. 1. Abdülhamid kendi örnek olduğu bu eyleme vezirlerin, büyük servet sahibi paşaların da katılmasını istedi; gönüllü yanaşmayanları zorlayarak paralarını aldı (BOA. HAT. 54389, 54748). Padişahlar bu tarihten sonra devleti kendi mülkleri olarak görmeye devam etseler de rical-i devlet ile birlikte taşın altına el koyma ihtiyacını daha fazla hissederek eylem ve ilkelerde onların da devlette hisse sahibi olduklarını düşündürecek bir üslup geliştirdiler. Bu üslubun tezahür ettiği en önemli mecra, işte bu meşveret meclisleri olmuştu.
‘İstemezük’ muhalefeti
1787-1792 Osmanlı-Rus Savaşı’nın sonunda Avusturya ile Ziştovi, Rusya ile Yaş Antlaşmaları’nın imzalanmasıyla büyük hasar alan devlet, hemen ıslahat çalışmalarına başladı. Bu maksatla toplanan birçok meşveret meclisinde alınan kararlar yanında, ulemaya sipariş edilen layihalarda yer alan fikirler doğrultusunda Nizam-ı Cedid adı verilen Islahat Dönemi başladı. Bu dönem 3. Selim’in tahttan indirilip yeğeni 4. Mustafa’nın tahta çıkmasıyla bir süreliğine kesintiye uğradıysa da, sonra gelen 2. Mahmud’un o döneme kadar görülmemiş ölçekte uygulamaya koyduğu yenilikler bu kesintiyi önemsizleştirdi.
“Kuvvetler ayrılığı”nın esamisinin okunmadığı çağlarda, padişahların ve bürokrasinin gücünü sınırlayabilen, denetleyebilen hatta diktatörleşmenin önüne geçebilen yegane güç, Yeniçeri-esnaf-ulema üçlüsünün ittifakıyla oluşan “istemezük” ekibi olmuştur. Hâl’ler ve iclasler büyük oranda bu üçlü ittifakın eseridir. 2. Mahmud’un taviz vermeden ıslahatları uygulayabilmek uğruna kendinden önceki padişahların geliştirdiği “katılımcı saltanat” yöntemini askıya alması, kendisini ister istemez ulema ve Yeniçeri’yle karşı karşıya getirmişti. Anadolu ve Rumeli’nin “âyan aileleri” de 2 asır boyunca güçlenmelerinde katkıları olan bu gruplarla ittifak hâlindeydi.
Ayan aileleriyle, ulema ve Yeniçerilerle saltanatının hemen başında imzalamak zorunda kaldığı ve iktidarını sınırlayan Sened-i İttifak’ı ilk fırsatta yırtıp atan 2. Mahmud’un hedefi belli olmuştu. “İstemezük”çülerin hâlen etkili olması, merkezî otoriteyi eskiye nazaran çok daha güçlü bir şekilde tesis etmek isteyen 2. Mahmud’u engelliyordu; bu nedene gücünü tesis eder etmez ilk elde Yeniçeri Ocağı gibi 5 asırlık bir tarihî kurumu izi-bucağı kalmayacak bir şekilde ortadan kaldırmayı başarmıştır. Ardından ulemanın elindeki mali gücün kaynağı olan vakıfları denetleyebilmek adına, ilk olarak nezaret adıyla “Evkaf Nezareti” kurulmuştur. Esnaf ve sanatkarın ortadan kaldırılması amaçlanmadıysa da, Yeniçeri-esnaf-ulema üçlüsünden son elde kalan esnaf sanatkar grubu da 1838’de Baltalimanı Ticaret Sözleşmesi’nin ağır koşullarından dolayı iyice etkisizleşince, ülkenin kaderini belirleyici bu üç unsur da ortadan kalkmış oldu.
2. Mahmud’un yenilikleri, oğlu Abdülmecid’in ilan ettirdiği Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile başlayan Tanzimat Devri’ni hazırlamıştı. Bu devirde merkezî otorite güçlense de, padişahların gücünü sınırlayan, idam-müsadere-keyfî idareyi ortadan kaldıran hatt-ı hümayunla katılımcı yönetime gidiş iyice hızlandı. 1840’tan itibaren kurulan mahalli meclislerin önceliği vergi tarhı ve tahsili olsa da, ülkenin en ufak kazasında bile kurulan bu meclislerle halkın politik bilinci eskilerde hiç olmadığı kadar gelişti.
İstanbul halkı, kaza meclislerinden ve seçim pratiğinden yoksun olduğu için, ilk Meclis-i Mebusan’a kadar yaklaşık 35 yıl boyunca seçimle, adaylıkla, bürokrasiyle hemhal olmuş taşralıların gelişim düzeyinden habersizdi. İlk Meclis-i Mebusan’da taşradan gelenleri küçümseyen İstanbul mebusları, hiç beklemedikleri ancak karşı karşıya kaldıkları politik bilinç sahibi taşralıların manevraları karşısında etkisiz duruma düştüler. Meclis-i Vala ve diğer nezaretlerin meclisleri de ülkenin parlamento ve seçilmiş milletvekilleriyle yönetimine giden yoldaki yapı taşlarından olmuştur.
Tanzimat döneminde, bürokrasinin güçlü sadrazamlar eliyle padişahların bıraktığı boşluğu doldurmadaki gayretleri sonucunda, Babıâli hükümetlerine tepkiler artmaya başladı. Reşid, Âlî ve Fuad Paşalar’ın sadareti sırasında oluşan “Yeni Osmanlılar” muhalefeti, padişahı bile Babıâli bürokrasisinin diktatörlüğüne maruz kalmış gösteriyordu (Teşhiste doğruluk payı vardır; zira Babıâli’de dönüşümlü olarak sadarete gelen ve hariciye nazırlıklarında bulunan bu üçlünün son ferdi olan Âlî Paşa’nın 1871’de ölümüyle Sultan Aziz’in rahat bir nefes aldığı ve öldüğü günü kastederek “işte bugün padişah olduğumu bildim” dediği rivayet edilir).
1876’da ilk Kanun-ı Esasi ve Meclis-i Mebusan’ın ömrü çok kısa sürdüyse de, Osmanlı tarihine vurduğu damgada 6 asrın emeği vardır. Oysa o meclis neler neler yapmaya adaydı! Topu topu 5 ay süren ömründe, bu toprakları vatanımız olarak bilmemizin yolunu açtılar; reaya kumaşından vatandaş kıyafeti çıkarmaya çalıştılar. Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin yetiştirip bugüne getirdiği vatandaşının idraki kimi zaman verdiği verginin hesabını sormaya yetmezken, o meclisteki mebuslar “bütçe de bütçe” diye tutturdular. Harcanan her kuruşun hesabını sormaya kalkarak, elini Hazine’den çekmeden geçinmeye alışmışların akıllarını başlarından aldılar. Hiçbir üretimi bulunmayan, memlekete faydası olmadığı hâlde baş tacı edilen asalak bir yönetici sınıfı titrettiler. 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’ndeki kötü gidişin faturasını kesmek üzere Serasker Redif Paşa başta olmak üzere ordu erkânını hesap sormak üzere meclise çağırdılar. Nice sonra kendilerini dinlemeye tenezzül eden padişah 2. Abdülhamid’e “Geç kaldın hünkarım; daha savaşın başındayken meclisi dinleyecektin. Artık iş işten geçti” diyebildiler. Bunu dedikleri anda da 2. Abdülhamid “ben artık dedem Sultan Mahmud’un yolunu izlemek zorunda kalacağım” diyerek parlamentoyu tatil etti ve Kanun-ı Esasi’yi yürürlükten kaldırdı.
Bundan sonraki 30 yıl boyunca 2. Abdülhamid’in müstebit idaresi altında kalan Osmanlılar’ın 1909’dan 1922’ye kadar olan ahir ömründe meşruti idare ve Kanun-i Esasi yeniden yürürlüğe girdiyse de bu dönemin ve devletin son padişahları Sultan Reşad ve Vahdettin’in yönetimi çözüm olmadı. “Meşrutî istibdat” yönetimi altındaki Osmanlı rejimi tarih sahnesinden çekilerek yerini cumhuriyet rejimine bıraktı.
3.SELİM’DEN MEŞVERET MECLİSİ’NE / 18. YÜZYIL SONU
‘Bana yardımcı olun. Devletten sadece ben değil siz dahi hissedarsınız’
3. Selim’in kendi elyazısıyla hatt-ı hümayunu. Kime yazıldığına dair bir hitap yoksa da Meşveret Meclisi mazbatasını okuduğunu belirttiğine göre, o meclisin tekrarında okunmak veya katılanlara bildirilmek üzere sadrazama yazılmış olmalıdır. Nizam-ı Cedid’i uygulamaya koyarken Meşveret’e ve bu konuda layiha verenlerin sözlerine göre hareket ettiğinden bahseder. Hatt-ı hümayunun sonunda timar ve zeamet usulünde Nizam-ı Cedid’e göre hareket edilmesi için rical-i devletin kendisini desteklemesini istemektedir. Samimi bir dille “Allah için bana muin [yardımcı] olun, Allah da size muin olsun. Devletten yalnız ben hissedar değilim, siz dahi hissedarsınız” demektedir.