1. Dünya Savaşı’nın ertesinde başlayan ve merkez coğrafyasında Polonya’nın bulunduğu iktidar mücadeleleri, son 100 yıldır dünya tarihini şekillendiriyor. Versailles Antlaşması’ndan Bolşeviklere ve Nazilere, 2. Dünya Savaşı’ndan Soğuk Savaş dönemi ve sonrasına uzanan sürecin analizi.
Yakın tarihin en önemli olaylar kümesi, 1. Dünya Savaşı sonunda kurulmaya çalışılan ancak birçok açıdan eşsiz bir başarısızlık timsali olan dünya düzenidir. İçsavaşlarda milyonların yokolmasına, diktatörlüklerin kurulmasına ve 2. Dünya Savaşı’nın kaçınılmaz hale gelmesine yol açmıştır. 100 yıl önce belirgin olarak ortaya çıkan sorunlar 100 yıl sonra hâlâ sürmekte olup, sonu görünmemektedir.
2. Dünya Savaşı, 1919 Versailles Antlaşması’nın doğrudan sonucudur ama bunun devamı olarak hâlâ farklı şekillerde süren Soğuk Savaş’ın da aslında 1918-19’da başladığı görüşünde haklılık payı vardır. Nihayet, gene 1918-1920’de yapılan antlaşmalarla kurulan kimi ülkeler kısa sürede rejim değişikliklerine uğramalarına rağmen -veya belki tam da bu nedenle- 1990’dan beri ardı ardına saldırıya uğramış ve parçalanmıştır ki, Yugoslavya, Irak, Suriye ve -kuruluş tarihi az farklı olsa da- Libya örnek verilebilir. Gene aynı dönemde kurulan Çekoslovakya ise savaşsız bölünerek tarihte bir dipnot haline gelmiştir.
1920’ye gelindiğinde -Balkanlar’da Osmanlılar aleyhine yapılan değişiklikler ve Alman Birliği’nin kuruluş sürecinde Bismarck ile Moltke’nin küçük fetihleri dışında- 1820’den beri aynı kalan coğrafya atlaslarındaki siyasi haritaların hepsi işe yaramaz hale gelmişti. Bu dönemde İskandinavya’nın iki kuzey ülkesi ve İber Yarımadası dışında kıtada hemen her ülkenin sınırları değişime uğramıştı. Bunun ötesinde pek çok ülke, acil politik ve ekonomik sorunlarla, göçlerle, açlıkla, ihtilallerle karşı karşıyaydı. Bu sorunların bir kısmı hâlâ can yakmaya devam etmektedir.
“Tüm bu sorunların başlangıç noktası nedir?” diye bir tespit yapamayız; çünkü her dönem daha öncekilerin birikimi üzerine gelişir. Bununla birlikte dönemlerin bilgisini birleştirmek büyük resmin görülmesini kolaylaştırır. Şimdi 1919’a dönelim.
Alman başkanın müthiş öngörüsü
Mustafa Kemal’in istiklal mücadelesini başlatmak üzere Samsun’a hareket ettiği İzmir’in işgal günlerinde, Almanya büyük bir çalkantı içerisindeydi. Versailles Antlaşması’nın koşulları Mayıs başında Alman halkına açıklandığında Meclis Başkanı Constantin Fehrenbach “inanılmaz olan gerçekleşti, düşmanlarımız önümüze en karamsarlarımızın bile korkularını aşan bir antlaşma koydular” diyordu. Başkan ve hükümet 8 Mayıs’ta koşulları “tahammül ötesinde” ve “gerçekleştirilmesi imkansız” olarak niteleyen bir bildiri yayımladı.
Bütün Almanya protestolarla çalkalanıyor, ancak geçen her saat ülkenin direniş için birlikten uzak olduğunu açığa çıkarıyordu. Dört savaş yılı ve mütarekeye rağmen hâlâ süren abluka Alman halkının direniş ruhunu ezmekle kalmamış, ülkeyi fiziki olarak da tüketmişti. “Asla imzalamamalıyız” feryatları kısa sürede “imzalamaktan başka çaremiz yok” mırıltılarına döndü. Bu günlerde Fehrenbach’ın İtilaf Devletleri’ne şu uyarısı tarihi bir öngörü olarak literatüre geçecekti: “Kendi çocuklarınızı ve torunlarınızı düşünün; çünkü antlaşmanın eziyetleri Almanya’da, en küçük yaşlarından itibaren bu kölelikten kurtulma azmiyle yetişecek bir nesil yaratacaktır”. Nitekim Naziler bu neslin nefreti üzerinde yükselip iktidara geldiler. Bu arada ordunun başındaki Wilhelm Gröner, Versailles’daki heyetin askerî üyesi General von Seeckt’ten (savaşın son 10 ayında Osmanlı ordusunun Genelkurmay başkanlığını yürütüyordu) tüm bilgileri alıyor ve antlaşmanın imzalanmaması halinde silahlı direniş olasılıklarını inceliyordu. Soruşturma için bölgelere gönderdiği subayların raporları genel bir direnişin olanaksızlığı konusunda birleşiyordu. Çaresizlik içinde alınan kabul kararı İtilaf ültimatomunun sona erdiği 24 Haziran’da, sürenin bitmesine 19 dakika kala Clemenceau’nun önüne geldi. Dört gün sonra Versailles Antlaşması imzalandı.
Tarihî uyarı
Alman Meclis Başkanı Fehrenbach 1919’da Versailles Antlaşması’nın ağır koşullarını eleştirmiş ve İtilaf Devletleri’ne şu tarihî uyarıda bulunmuştu: “Kendi çocuklarınızı ve torunlarınızı düşünün; çünkü antlaşmanın eziyetleri Almanya’da, en küçük yaşlarından itibaren bu kölelikten kurtulma azmiyle yetişecek bir nesil yaratacaktır”.
Spartakist ayaklanması ve Freikorps unsuru
1919’da Almanya’da geleceği şekillendiren bir dizi hadise daha gelişmekteydi. Bunlardan birincisi yılın başlarındaki Spartakist ayaklanmalarının ve diğer bölgelerdeki komünist hareketlerin bastırılması; ikincisi de “aşağılık bir ırk” olarak görmeye koşullanarak nefret ettikleri Polonyalılara terketmek zorunda kaldıkları toprakların ve buradaki Alman ahalinin savunulmasıydı. Ayrıca Baltık Almanları da önemli bir sorundu. 1919’da Almanya’da genel kanı, İtilaf orduları karşısında çaresiz oldukları ama doğudaki sınırları koruyabilecekleri şeklindeydi. 15 Ocak 1919’da Berlin’deki 3 bin kişilik Freikorps birliği, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i öldürerek Spartakist ayaklanmayı bastırdı. Bunlar savaşın sona ermesinden sonra oluşan anti-komünist milisler olup çoğunluğu eski subay ve askerlerden oluşuyordu. Berlin’deki milisler, ülkedeki 65 farklı Freikorps birliğinden sadece birisiydi. Mayıs ayında Bavyera’daki sovyet benzeri bir ayaklanmayı bastırdılar, diğer bölgelerde de solculara göz açtırmadılar. Ancak esas olarak Polonya ve Baltık kıyılarında savaştılar.
Freikorps’un bir kısmı Doğu cephesinde savaşmış askerler olup, amaçları burada Baltık Almanları ile birlikte Germen egemenliğinde bir devlet kurmak ve bu verimli topraklarda yerleşmekti. Bunlar İtilaf Devletleri’nin Alman askerlerinin Baltık ülkelerinden hemen çekilmemesi yönündeki taleplerinden yararlandılar. İngiltere ve Fransa, Kızılordu’nun buraya girmesini istemiyordu. Estonyalılar Alman askerlerini istemedi ve İskandinav ülkelerinden, daha çok İsveç ve Finlandiya’dan gelen gönüllüler ve İngiliz donanması sayesinde Kızılordu’yı durdurdular. Letonyalılar ise Alman yardımını istediler. Freikorps, 19 Mayıs 1919 günü Riga’yı aldı ve burada büyük bir katliam yaptı. Ancak Alman hakimiyetinde bir devlet kurmayı başaramadan çekilmek zorunda kaldılar.
Baltık ülkelerindeki Germen varlığı 12. yüzyıldan itibaren Töton Şövalyeleri’nin adım adım yaptıkları fetihlerle varlık bulmuş, Polonya’nın üçüncü paylaşımından sonra Almanya ile Rusya sınırdaş olmuştu. Her iki ülke de Polonya millî varlığını ortadan kaldırmak için köylüleri topraklarından göçe zorlamaktan, gençleri askerî ve sivil okullara kaydetmeye kadar akla gelen her türlü asimilasyon yöntemini kullanmıştı. Versailles Antlaşması ile bağımsız bir Polonya’nın kurulması, her iki devlet için de tahammül edilemeyecek bir şeydi.
Bağımsız Polonya neden istenmiyor?
Baltık’a çıkan Danzig koridoruyla Almanya’nın coğrafi olarak ikiye bölünerek Doğu Prusya’daki Königsberg ve havalisinden kopmaları; Almanların Nazizme yönelişini kuıvvetlendiren bir unsur olacaktı. Eylül 1939’da 2. Dünya Savaşı’nı başlatan olay da burada çıktı. Almanya ve Rusya 1939 Ağustos’unda Ribbentrop-Molotov Antlaşması’yla Polonya’yı tekrar paylaşmaya karar verdikten bir hafta sonra Hitler orduları harekete geçti. On beş gün sonra da Sovyet orduları doğudan girerek son direnişlerini yapmakta olan Polonyalıları arkadan vurdu. Kızılordu’nun yaptığı ilk işlerden biri, en az 4 bin Polonyalı subayı Katyn Ormanı’nda kafalarından vurarak kurşuna dizmek oldu. İki ülke de Polonya’nın liderlerini ve entelektüellerini yokederek, bu ulusu bir daha toparlanamayacak halde bırakmayı amaçlamıştı (Bu konuda diğer çok çarpıcı bir örnek de, 1944 yazında Varşova’ya birkaç kilometre mesafeye gelmişken Kızılordu’nun tam 5 ay bekleyerek Almanların bu kentte ayaklanan Polonya millî kuvvetlerini katletmesini izlemesidir).
General von Seeckt 7 Temmuz 1919 tarihinde Alman ordusunun başına getirildiğinde, emrindeki kuvvet Versailles Antlaşması uyarınca en çok 4.000’i subay olacak şekilde 100.000 kişiye indirilmişti. Seeckt bir yandan ülkede istikrarı sağlamak diğer yandan bu küçük orduyu ileride hızla büyüyecek şekilde yeniden örgütlemek gibi iki önemli işi başaracaktı. Freikorps’u lağvetmesi gerekiyor ama onlara doğuda ihtiyacı olduğu için işi yavaştan alıyordu. Nihayet 1920’de bu birlikleri lağvetti ama, gerektiğinde yardımcı bir güç oluşturacak şekilde önde gelen unsurlarıyla irtibat halinde oldu. Freikorps birliklerindeki subayların birçoğu, sonraki yıllarda Röhm önderliğinde SA’ya katıldı veya Nazi hiyerarşisinde en yüksek makamları işgal ettiler. Her halükarda, von Seeckt’in Polonya meselesine bakışını özetlediği 1922’ye ait şu sözler çok açıklayıcıdır:
“Polonya, Almanya için Doğu sorununun özüdür. Polonya’nın varlığı Almanya’nın hayati çıkarlarıyla uzlaşmaz; ayrıca tahammül edilebilir bir durum değildir. Polonya ortadan kaldırılmalıdır ve zaten kendi iç zaafları ile Rusya tarafından yıkılacaktır. Polonya, Rusya için bizim için olduğundan daha tahammül edilemez bir olgudur. Rusya asla buna katlanmayacaktır. Polonya -aynı zamanda- Versailles Antlaşması’nın temel dayanaklarından birisidir. Polonya olmazsa bu antlaşma çöker. Fransa güç yitirir. Polonya’yı ancak Rusların yardımıyla yokedebiliriz”.
Katliam, yine katliam
Ve nitekim tam da böyle oldu. Eylül 1939’da Ruslar ve Almanlar iki yandan girerek Polonya’yı 6 yıl sürecek bir felakete mahkum bıraktılar. Hitler iki cepheli savaştan kaçmak için Rusların Baltık’ı ve Polonya’nın doğusunu işgaline razı oldu. Fransa’yı rahatça yendikten sonra 1941’de bu bölgeleri kendileri işgal edip yeni katliamlar yaptılar. Sonrasında, 1944-45’te Ruslar hızla batıya ilerlerken tekrar son derece acımasız katliamlara giriştiler. Polonya 1945’te yüzlerce kilometre batıya kaydırılarak yeniden kuruldu ama, Baltık ülkeleri bağımsızlıklarını ancak 1990’dan sonra kazanabildi (Vaktiyle bu bölgeden Almanların tasfiyesi sözkonusu olmuştu; şimdi buradaki Rus azınlıkların gönderilmesi için çatışmalar yaşanıyor).
Bolşevikler 1917 Ekim’indeki darbe ile iktidarı aldıktan sonra, Polonya, Finlandiya ve Ukrayna’nın bağımsızlığını tanıdılar ama kısa süre sonra bu sadece kağıt üzerinde kaldı; her üç ülke de bağımsızlık savaşı yapmak zorunda kaldı. Sovyetler’in ikiyüzlü politikası, bu ülkelere sözde bağımsızlık tanımak ama kendi atayacakları komünist memurlar vasıtasıyla fiili yönetimi elde tutmaktı. Finliler Aralık 1918 ile Nisan 1919 arasında Kızılordu’yu ardı ardına yenerek bağımsızlık savaşlarını kazandılar; Ukraynalılar ise kaybettiler. 1941’te Alman ordularını millî giysileriyle dans ederek karşılayan Ukraynalılar, birkaç hafta sonra Nazi katliamlarıyla karşı karşıya kalınca ayıldılar ama, bir kısmı sonuna kadar Bolşeviklere karşı savaşarak batıya çekildi.
Alman generalin büyük başarısı
General von Seeckt, 7 Temmuz 1919’da Alman ordusunun başına getirildi. Emrindeki kuvvet, Versailles uyarınca 100 bin kişiye indirilmişti. Seeckt bir yandan yenik ülkede istikrarı sağlayacak diğer yandan bu küçük orduyu ileride hızla büyüyecek şekilde yeniden örgütleyecekti.
1919’da Polonya çok uzun mücadelelere gebeydi. Aslında 1918 Aralık’ta Polonya’da bir Komünist Partisi kurulmuş ve bazı yerel başarılar kazanmıştı ama, Batı’dan yardım alan Polonya hükümeti bunları bastırdı ve kanun dışı ilan etti. Ezilen her ülkede daha çok görüldüğü gibi Polonya sosyalist hareketi de milliyetçiydi ve bu nedenle Moskovacı komünistler kısa sürede tecrit edilebildi. Baltık ülkelerinde de durum farklı olmadı. Komünistler önce Alman ordusu tarafından süpürüldü. Almanya teslim olunca buradaki birlikler hemen terhis edilmedi. Bir süre daha burada kaldıktan sonra Müttefikler tarafından çekilmeye mecbur bırakıldılar. İçsavaşlar komünistlerin aleyhine sonuçlanırken, Polonya da kendisi için çizilmiş bulunan Curzon Hattı’nı 200 mil aşarak Vilna’yı aldı. Bu sıralar Rusya’da içsavaş yaşanıyor ve Beyaz Ordu 1919’da Ukrayna’da başarı kazanıp Moskova’yı tehdit eder hâle geliyordu. O yılın Kasım ayında eski bir sosyalist ve savaşta Polonya Lejyonu’nun lideri olan milliyetçi lider Józef Pilsudski, Magdeburg’ta bulunduğu hapishaneden serbest bırakıldı ve Polonya’nın ilk devlet başkanı oldu.
Pilsudski etkisi
Pilsudski, Polonya’nın bağımsızlığının önce Rusya’nın Almanya ve Avusturya tarafından, sonra da onların İtilaf Devletleri tarafından yenilmesine bağlı olduğunu tespit etmişti. Bu amaçla 1914-17 arasında Polonyalılardan oluşan bir lejyonun başında Avusturya ordusunda Rusya’ya karşı savaştı. Bunu aynı zamanda müstakbel Polonya ordusunun subaylarını yetiştirmek için bir fırsat olarak gördü. Rusya savaştan çekilirken Almanlar ondan kesin bağlılık sözü istediler ve bunu alamayınca kendisini tutukladılar. Serbest kalınca, 123 yıl önce üç imparatorluk tarafından paylaşılmış olan Polonya’nın ilk başkanı olmak için ondan daha uygun bir aday bulunamazdı.
İlk işi, Fransızların yardımıyla millî orduyu güçlü bir hale getirmek oldu. 1920 Nisan’ında Bolşeviklerle savaş halinde olan, ancak Galiçya için Polonyalılarla çatışan Ukraynalı milliyetçi lider Symon Petliura ile anlaşma yaptı. Buna göre Ukraynalılar Doğu Galiçya’daki iddialarından vazgeçecek, buna karşılık Polonyalılar da Ukrayna’nın Bolşeviklerden geri alınması için Petliura’ya yardım edeceklerdi. Polonya ordusu Mayıs’ta Ukrayna’ya girerek Kiev’e kadar ilerledi ama ikmal üslerinden uzaklaşınca dara düşüp çekilmek zorunda kaldı. Bu kez Kızılordu onları izleyerek Polonya topraklarına girdi ve Bialystok’da Polonyalı komünistlerden oluşan sözde devrimci bir komite kurdu. İşgal gerçekleşince bunlar Polonya’da hükümeti oluşturacaktı.
Bolşevikler iktidarlarının ilk yıllarında ihtilallerinin başarısından emin değillerdi. Geçen günler devrimin romantizmini silip süpürdü ama bu bir anda gerçekleşmedi. 1920’ye gelindiğinde içsavaşların çoğunu kazanmış olup, milyonları bulan bir ordu kurarak Çarlık topraklarının geri kazanılması için mücadeleye girişmişlerdi. Mikhail Tukhaçevski, Polonya Savaşı sırasında Varşova kapılarına yaklaşınca; o dönemde dünyanın en güçlü sosyalist hareketinin bulunduğu Almanya’da Spartakistlerle birleşip devrimi yaymayı, hâlâ sallantıda hissettikleri iktidarlarını onların desteğiyle sağlamlaştırmayı düşündüler. Ne var ki Polonya, Fransızların desteğiyle kuvvetli bir ordu kurmuştu; zira Fransız liderleri bu ülkeyi Almanya’yı doğudan ve Rusya’yı batıdan sınırlayacak bir güç olarak düşünüyorlardı. 1918 Kasım’ında 24 tabur, 3 süvari müfrezesi ve 5 bataryadan ibaret Polonya ordusu; 1919’da 100 tabur, 70 müfreze ve 80 bataryaya ulaşmış; 1920’de ise 21 tümen ve 7 süvari tugaylık bir güç olmuştu; ancak tecrübe eksiklikleri büyüktü.
Tukhaçevski’nin saldırısı Polonyalıları geri sürerken, Semyon Budyonny’nin süvarileri de cephe gerilerine sarkan akınlarla panik yarattı. Ne var ki cepheyi 500 kilometre ileri taşıdıktan sonra, bu defa Ruslar ordularını ikmalde büyük güçlük yaşamaya başladı. Buna rağmen Varşova’ya bu kadar yaklaştıktan sonra dönemiyor, hatta duramıyorlardı. Pilsudski durumu izliyor, etrafını saran genel telaşa kapılmadan karşı taarruz için uygun anın gelmesini beklerken, General Władisław Sikorski komutasında yeni bir ordu kuruyordu. Nihayet 17 Ağustos 1920’de hücum kararı aldı. 14 Ağustos günü Ruslar kente 15 kilometre mesafeye gelmiş ve ertesi gün kentin komutanı Franz Halder taarruzun bir gün öne alınmasını istemişti. Pilsudski kentin üzerindeki baskıyı gözönüne alarak bunu kabul etti. 16’sında Brest-Litovsk yolu üzerinde çok başarılı bir taarruz yapıldı ve birkaç gün içerisinde 150 kilometre ilerledi. Tukhaçevski dağılan birliklerini toparlayamadı; 40 bin asker Almanya’ya sığınırken, 60 bini burada, 50 bini Minsk yolunda esir edildi. Polonyalılar 321 top, 1.023 makinelitüfek ve 10 bin araba malzeme ele geçirdiler. Ekim başında ateşkes, 18 Mart 1921 tarihinde de 1939’a kadar geçerli olacak sınırları çizen Riga Antlaşması yapıldı. Ruslar, mecburiyet altında imzaladıkları bu antlaşmayı hiçbir zaman içlerine sindiremeyeceklerdi.
1939 Ağustos’unda Baltık ülkeleri ve Baserabya’yı yeniden işgal etmelerinin de tanınması karşılığında Hitler ile anlaşarak Polonya’yı tekrar paylaştılar. Hitler, Sovyetler’e istedikleri her tavizi vermeye hazırdı; zira başkasının kesesinden onlara verdiklerini zaten birkaç yıl sonra geri alacağını düşünüyordu.
2. Dünya Savaşı birçok faktöre bağlıdır ama bu pazarlık sonucunda fiilen başlamıştır. Alman ordusu Polonya’yı ezerken, İngiltere ve Fransa’nın hiçbir şekilde destek gönderme olanağı yoktu. Almanya ile Sovyetler Polonya’yı tekrar paylaşacak; Stalin işgal ettiği Baltık ülkelerini hazmederken, Hitler Fransa’yı kısa sürede yenecek; sadece 22 ay sonra Almanya Rusya Sovyetler’e hücum edecekti.
Türkiye bütün bu gelişmeleri büyük bir endişeyle yakından izlerken, Bulgaristan ve Yunanistan’ı işgal ederek sınırlarımıza dayanan Almanya’nın Sovyetler’e karşı Barbarossa Harekatı’nı başlatmasıyla biraz rahatladı. Hitler ve Stalin birbirleriyle boğuşurken, Türkiye’de yeni bir cephe açmaları çok küçük bir ihtimal haline gelmişti. Ne var ki Almanya yenilirken bu defa Rusya’ya karşı Batı’ya yakınlaşma birçok yeni dert açacak; Türkiye ise Soğuk Savaş’ın cephe ülkesi haline gelerek çok fazla müdahaleye maruz kalacaktı.
1. Dünya Savaşı, sonraki bütün savaşların anasıdır. Diğer savaşların hepsi şu veya bu şekilde onun devamıdır. Sadece 2. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş değil, bölgemizdeki tüm savaş ve çatışmalar da öyledir. Doğu Avrupa’daki gelişmeler, 1. Savaş sonrasındaki 100 yılın ilk yarısına damgasını vurmuştur. İkinci yarısına ise eski Osmanlı coğrafyasındaki gelişmeler damgasını vurmaya devam ediyor.