Diplomasi sadece masa başında yapılan bir iş olmadı. Birçok diplomat savaşlarda aktif görev aldı, gidişatı değiştirdi. Bazen de tam tersi oldu. Özellikle asker kökenliler barışı sağlamak için muazzam diplomatik hamleler yaptı. Lozan’da Türkiye’yi temsil eden, daha sonra ülkenin 2. Dünya Savaşı’na girmesini engelleyen İnönü gibi…
Savaşlar öncelikle politikacılar ve askerler tarafından yürütülen bir faaliyet olmakla birlikte, diplomatlar da birçok durumda askerî ve siyasi stratejilerin planlanmasında ve yürütülmesinde pay sahibi olmak zorundadır. Savaşın hangi koşullara, hangi ittifaklarla yapılacağından tutun da, savaş sonrası koşullarının oluşturulmasına kadar her konuda işlevleri vardır. Bununla birlikte diplomatların faaliyetleri kimi zaman daha da geniş alanlara taşmış; örtülü operasyonlara katılmışlar; her düzeyde temaslarda bulunmuşlar; başarılı veya başarısız hamlelerle savaşların gidişatını değiştirmişlerdir.
Diplomatlar çok riskli bölgelerde faaliyet göstermiş, özellikle istihbarat faaliyetleri çerçevesinde hedef hâline geldikleri durumları yaşamışlar, kimi zaman da hayatlarını kaybetmişlerdir. En kısa ifadesiyle, savaş her aşamasında diplomasiyle içiçe yürütülür. Ancak diplomatik faaliyetlerin epey riskli bir niteliği de vardır: Diplomatlar kimi zaman kendi ülkelerindeki iktidarlarla ters düşerler veya öyleymiş gibi gösterilerek yine kendi devletleri tarafından mahkum veya idam edilirler. Buna karşın diplomatlar kimi durumlarda ülkelerinin umutsuz savaşlara girmesini önlemeye çalışmış; kimi zaman ise tam tersine savaşı teşvik ederek büyük kayıplar ve mağlubiyetlerde pay sahibi olmuşlardır.
Diplomasi, özellikle Avrupa’da bir zamanlar çoğunlukla askerlik mesleğinden gelen kişiler tarafından yürütülürdü. 18. yüzyılda diplomatların yarısından fazlası böyleydi ve geri kalanlar arasında yüksek ruhban kesiminden insanlar da yer alırdı; tabii o dönemde generallerin hemen hemen hepsi zaten aristokrasiden gelen kişilerdi. Bu durum özellikle 1. Dünya Savaşı sonrasında değişmiştir. Ancak 1918 sonrasında da muharebeleri yürüten askerlerin arasından diplomatik görevleri için seçilenlere rastlarız ki, bizde Lozan barış görüşmelerini yürüten İsmet Paşa önemli bir örnektir. İnönü, 2. Dünya Savaşı sırasında da ince bir diplomasi yürüterek savaşa girmeden iki ittifak arasında denge politikası izlemiştir. Kuşkusuz ki 1911-1922 arasında her rütbedeki savaş tecrübelerinin, izlediği politikalarda büyük katkısı olmuştu.
Bir savaşın gidişatı üzerinde büyük rol oynamış olan kişilerden biri de 1. Dünya Savaşı’nın büyük bölümünde Almanya Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Arthur Zimmermann’dır (1864-1940). Meksika ve Japonya’yı ABD’ye karşı savaşa sokma çabaları başarısız olduğu gibi, tam tersine ABD’nin Almanya karşısında savaşa girmesinde etkili oldu. Tarihe “Zimmermann Telgrafı” olarak geçen olay 1917’nin Ocak ayında meydana geldi. Bu telgrafta Texas, New Mexico ve Arizona eyaletleri, ABD’ye karşı savaşa girdikleri takdirde Meksika’ya vaadediliyordu. Şifre çözme konusunda başarılı olan İngilizler, bu telgrafı ele geçirip Amerikalı yetkililere sızdırarak tarihteki en önemli istihbarat başarılarından birini gerçekleştirdi. Bu hadiseden 3 ay sonra, Nisan 1917’de ABD savaşa girdi ve bu gelişme Almanya’nın yenilgisindeki en büyük faktör oldu. Gene Zimmermann’ın taraftarı olduğu “sınırsız denizaltı savaşı”na geçilerek Amerikan yolcu gemisi Lusitania’nın batırılması da savaş kararında etkiliydi. Rusya savaştan çekildikten sonra Batı cephesinde gücünün sonuna gelmiş olan İngiliz ve Fransızlar, ABD’nin taze kuvvetleri sayesinde zafere ulaştılar.
Çin komünistlerinin askerî ve politik liderlerinden olup, diplomatik faaliyetlerde öne çıkan ve zaferlerinden sonra uzun yıllar Dışişleri Bakanlığı’nı yürüten Çu Enlay da (Zhou Enlai) önemli bir örnektir. Çu Enlay 1920’lerden itibaren askerî liderler arasında öne çıkmış; 1930’ların başında özellikle istihbarat konularında uzmanlaşmış; Mao ile beraber Uzun Yürüyüş’e katılmış; 1946’da Kuomintang olarak anılan milliyetçi yönetimi Çin Komünst Partisi ile uzlaştırmak için gelen ABD Dışişleri Bakanı George C. Marshall ile diplomatik görüşmeleri yürütmüş; nihayet zaferden sonra Çin Dışişleri Bakanı olarak Kore Savaşı’ndan Bandung Konferansı’na kadar birçok durumda etkili rol oynamıştır.
George C. Marshall’ın da 2. Dünya Savaşı boyunca ABD Genelkurmay Başkanı olduğunu ve savaştan sonra Dışişleri Bakanı sıfatıyla Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında kendi adıyla anılan planı ve bunun bir parçası olan büyük yardım programını oluşturduğunu hatırlatalım. Marshall, Batı Avrupa’yı ekonomik olarak ayağa kaldırarak “çevreleme” (containment) diye anılan politikalara öncülük etmiş; komünizmin yayılmasını engelleme hedefini kendi açısından başarıyla yürütmüştür. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra içsavaşın sürdüğü Yunanistan ve Rusya’nın toprak talepleriyle karşılaşan Türkiye de, “Marshall Yardımı” ile Batı ittifakına bağlanmıştır. Marshall bu planla Soğuk Savaş’ı farklı yöntemlerle geliştirmiş, istihbarat kuruluşlarını yoğun olarak sahaya sürmüştür.
Savaşçı devlet adamları arasında Winston Churchill’in de özel bir yeri vardır. Politikacı, parlamento üyesi olup Amirallik Dairesi 1. Lordu olarak Çanakkale Harekatı’nın planlanmasında en önemli role sahiptir. Bu nedenle Çanakkale fiyaskosundan sonra görevden alındı ve hemen ertesinde tabur komutanı olarak Batı cephesinin siperlerinde görev yaptı. Antwerp savunmasında da rol oynamıştır. Savaştan sonra itibarı düştü ama, Nazi tehlikesine karşı kararlı tutumundan dolayı Dunkirk sonrasında İngiltere’nin en karanlık günlerinde başbakanlığa getirildi. Churchill savaşın askerî ve politik yönetimini günlük çerçevede yürüttü; birçok özel birimin kurulması ve hem stratejik kararlara hem de operasyonların yönetimine müdahil oldu; bunlara rağmen, ülkesini zafere ulaştırdığı günlerde seçimi kaybederek görevden ayrıldı. Diplomatların asker kökenli olup olmamalarından ziyade, savaşlarda oynadıkları roller çok daha önemlidir şüphesiz. Bu noktada ilk akla gelen örneklerden biri, Amerikalı diplomat Robert Daniel Murphy’nin (1894-1978), Vichy nezdindeki temsilciliği sırasında Kuzey Afrika’daki Fransız komutanları taraflarına çekmek için yaptığı çalışmalardır. 2. Dünya Savaşı sırasında Cezayir’e yapılacak çıkarma harekatının hemen öncesinde komutanlarla görüşmüş, prestijli liderlerin bir kısmını ikna edememiş, ancak çıkarma karşısında direnişin sınırlı kalmasında etkili olmuştur. Murphy, Cebelitarık üzerinden Cezayir’e gelip gitmiş; Eisenhower’ın İngiltere’de bulunan karargahına yegane sivil kişi olarak atanmış; Fransız direnişiyle temas kurarak istihbarat sağlamış; Amerikalı General Mark Clark’ın gece karanlığında Seraph denizaltısından şişme botla gizlice Cezayir’e çıkarak Fransız General Mast ile görüşmesinde bulunmuştu. Müttefik yanlısı bir tüccarın evinde yapılan bu toplantı Vichy polisi tarafından basılmış; Clark bodrumda toplantı sürerken evin sahibiyle sarhoş numarası yaparak onları atlatmış; apar-topar dönüp denizaltıya giderken Murphy kalarak görevini sürdürmüştü. Bu örnek, tipik olmasa da diplomasi mesleğinin her zaman masa başında yapılmadığını gösteren bir örnektir.
Bilindiği gibi 2. Dünya Savaşı’nın başlamasına vesile olan ana hadise, Nazi-Sovyet Paktı’dır. 23 Ağustos 1939’da imzalanan bu pakt sayesinde Hitler iki cephede birden savaşma riskinden kurtuluyor; Stalin ise Polonya’yı Hitler ile paylaşırken aynı zamanda Çarlık Rusyası’nın Baltık’ta yitirdiği ülkeleri de yeniden işgal fırsatı buluyordu. Bu antlaşmadan sadece 7 gün sonra toplar gürleyecek, tanklar ve uçaklar harekete geçecekti. 1938’de Dışişleri Bakanı olmadan önce Londra büyükelçisi olarak Nazi propagandasını yükselten Joachim von Ribbentrop, bu pakt ile savaşın başlamasına sebebiyet verdiği için idama mahkum edilen ilk Nazi oldu. Yahudiler’e karşı uygulamalardan da suçlu bulunarak 16 Ekim 1946 tarihinde darağacına götürüldü. Onunla 1939’da Nazi-Sovyet Paktı’nı imzalayan Sovyet Dışişleri Bakanı Mikhailovich Molotov ise, galiplerin tarafında olduğu için elbette kovuşturmaya uğrayamazdı!
2. Dünya Savaşı sırasında Mihver İttifakı içerisinde Ribbentrop ile eşzamanlı olarak Dışişleri Bakanlığı yapıp ondan daha önce idam edilen bir başka kişi de Mussolini’nin damadı Kont Gian Galeazzo Ciano’dur (1903-1944). İtalya’da faşizmin yükselişi sırasında Bakanlık ve Habeşistan’ın istilasında Bombardıman Filosu Komutanlığı yapmış, 1936’da Dışişleri Bakanlığı’na getirilmişti. 1943’te İtalya’nın taraf değiştirme sürecinde Büyük Faşist Konseyi’nde Mussolini’nin görevden alınması için oy verdiği için Hitler’in gazabına uğradı. Naziler’in Mussolini’yi kaçırıp kuzeydeki kukla Salò Cumhuriyeti’nin başına geçirdiği sırada ülkeyi işgal eden Almanlar tarafından tutuklandı ve öldürüldü.
Yine bu dönemde, Amerikalı Dulles Biraderler’den sözetmeden geçemeyiz. Alan Dulles (1893-1969), 1916’da diplomatik hizmete girmiş olmakla birlikte, 1918’den itibaren İsviçre’de istihbarat faaliyetlerinde etkili rol almıştı. İki savaş arasındaki dönemde Almanya’daki ilişkilerini sürdürmüş, tekrar İsviçre’ye tayin edilmiş ve Almanlar Vichy bölgesini işgal edip sınırı kapatmadan sadece dakikalar önce bu ülkeye geçebilmişti. Naziler’e karşı olan Alman diplomat Fritz Kolbe’den uçak ve roketler dahil, çok önemli bilgiler aldı. İkinci ve en büyük başarısı ise İtalya’daki Alman komutanı Karl Wolff’un kuvvetlerinin savaşın bitiminden 1 hafta önce teslim olmasını sağlamasıydı ki, birçok hayat kurtarmıştır.
Kardeşi John Foster Dulles (1888-1959) ise Birleşmiş Milletler teşkilatının kurulduğu San Fransisko Konferansı’na katılmıştı (İki kardeşin daha önce 1919’daki Versailles Konferansı’na da birlikte katıldıklarını ekleyelim). J. F. Dulles 1953-58 arasında Eisenhower’ın Dışişleri Bakanı’ydı. Nükleer misilleme stratejilerinden İran, Guatemala ve Vietnam’a kadar birçok önemli hadisede rol oynadı, Marshall’ın komünizme karşı geliştirdiği “çevreleme” politikalarını sürdürdü.
Bu noktada akla elbette Dwight David Eisenhower (1890- 1969) geliyor. Genelkurmay Başkanı Marshall’ın ayrılmasından sonra yerine gelen Eisenhower, 2. Dünya Savaşı sonrası dünyanın şekillenmesinde etkili oldu. Müttefik orduları başkomutanı Eisenhower, 1950’lerde iki dönem ABD başkanlığı yaptı ve “çevreleme” politikalarını sürdürdü. Eisenhower diplomat değildi ama, kendinden daha kıdemli olan birçok generali atlayarak başkomutanlığa getirilmesi diplomatik yetenekleri sayesinde oldu. Özellikle İngiltere ile savaşın yürütülmesi sırasında ortaya çıkan sayısız görüş ayrılığını bir şekilde çözüme bağladı. Churchill, Ruslar’ın Doğu Avrupa’da yayılmasını önlemek için Yunanistan ve Balkanlar’a çıkılarak kuzeye doğru bir cephe açılmasını isterken o bunu reddetti ve batıda geniş cepheden Almanya’nın kalbine ilerleyip savaşı sona erdirmeyi seçti; ama oradaki son muharebenin 100 bin insan kaybına malolacağını öngörerek, Berlin’i Ruslar’a bıraktı. Bu tercihler, savaş sonrasında dünyanın politik şekillenmesini belirleyecekti.
Soğuk Savaş sırasında ABD diplomasisi üzerinde birinci derecede etkili olan Henry Kissinger (1923-2023) ve Zbigniew Brzezinski’den (1928-2017) sözetmeden geçemeyiz. Kissinger 1969-77 arasında, Brzezinski ise onu izleyen dönemde etkili oldu. Kissinger’ın mirasında Kamboçya’nın bombalanması, buna rağmen yenilginin önlemediği Vietnam Savaşı’nın bitirilmesi gibi hadiseler vardı. Kendisi Şili’de Pinochet darbesinde ve Arjantin’deki diğer kanlı dikta rejiminin desteklenmesinde de rol oynadı. Bunlara karşın yumuşama (detant) politikası ve Çin ile ilişkilerin geliştirilmesi de bu döneme damgasını vuran gelişmeler oldu.
Brzezinski ise Soğuk Savaş’ın son dönemlerinde Çin ile ilişkileri sürdürerek Rusya karşısında bir denge oluşturmak istedi. İran’da önce Şah’ı, sonra da başarısız rehine kurtarma operasyonunu destekledi. Afganistan’da ise Rus işgaline karşı “İslâm radikalizmi” kartını oynamak için çaba gösterdi. Hayber Geçidi yakınlarındaki mülteci kamplarını gezerek onlara para ve silah desteği sağladı. “Afganistan’ı Rusya’nın Vietnam’ı yapacağız” lafı kendisine aittir. Dediğini başardı ve Afganistan, SSCB’nin sonunu getiren olaylar zincirinin bir parçası oldu. Brzezinski’nin en çok eleştirildiği noktalardan biri, bu politikaların Afganistan’da öne çıkan Taliban ve diğer radikal İslâmi akımların giderek dünyaya yayılmasında önde gelen bir paya sahip olmasıydı.