Bugünkü şekliyle bir “imza atma”nın olmadığı dönemlerde (2. Meşrutiyet öncesi), her türden belgeyi doğrulamak, tanıklığını kaydetmek ve sahiplenmek üzere mühür kullanılırdı. Basılan mühürler hem teknik hem anlam olarak farklılıklar gösterir; sade vatandaştan padişaha kadar herkes için bir kimlik niteliği taşırdı. “Hakkedilen” tarihten…
Tarihte ortaya çıktığı ilk zamanlardan günümüze, çeşitli madenlere, kıymetli taşlara kazınan adların, işaret ve şekillerin; bir kağıda, ürüne, hatta sürü ve otlak hayvanlarına basılmasıyla, mutlaka bir aidiyet, mülkiyet, sahiplenme ve kimlik beyanı noktasında önem arz eden objelere mühür adı verilir. Farsça “mühür” sözcüğü, Türkçede “damga”, Arapçada “hatem” kelimeleriyle aynı anlama geldiği hâlde bu üç lisana aynı derecede nüfuz etmiş, yayılmış ve günümüzde kullanılmaktadır. Mühür, Osmanlı diplomatiği (belgebilimi) açısından da önemlidir.
Osmanlılar’da 2. Meşrutiyet’e kadar bugünkü usullerle bir imza kültürü oluşmamıştı. Böyle olmakla birlikte, Osmanlı devrinde vakfiye, hüccet, ilam, fetva gibi ilmiye mensuplarının ürettiği belgelerde kişilere ait stilize ve gayet sanatlı imzalar kullanılırdı; ancak bu usul diğer Osmanlı bürolarında üretilen belgelere nadiren yansımıştır. Maliye teşkilatının merkezi olan Bâb-ı Defterî bürolarında her kalemin “kâtip gülü” olarak adlandırılan imza niteliğinde işaretleri vardır; ancak bunlar görevlilere ait olmadıkları gibi, herhangi bir evrakta bulunduğu takdirde o evrak üzerinde işlem yapılan büroları temsil eder. Kimi dönemlerde beratların arkalarında görülen tuğraya benzeyen stilize imzalar ise defterdarlara aittir.
Osmanlı toplumunda yaygın olarak kullanılan mühürler, genellikle resmî, şahsi ve vakıf mühürleri olarak 3 kategoride tasnif edilir. Devlet makamları veya devlet görevlilerinin birbirleriyle yaptıkları resmî yazışmalar ile kişiler arasında teati edilen mali veya kişisel konulara ilişkin sivil evraka itibar edilebilmesi için belgelerde mutlaka mühür aranırdı. Mühürsüz belgelere itibar edilmez; okuma-yazması olmayanlar mühür sahibi olmak ister; mühür kazdırmaya ekonomik gücü yetmeyenler de evraka parmak basarlardı. Mühür sahibi olmak isteyen biri, mutlaka ruhsatı veya kefili olup esnaf kethüdasına bağlı olan mühürcülere müracaat ederek yasal bir mühür kazdırırdı. Sert bir cismin zeminini kazımak anlamına gelen “hâkk” sözcüğünden türeyen “hakkak”, “mühür kazıyan” demektir.
Mühürcü/hakkak esnafının dürüst, namuslu, sahtekarlıktan uzak, işinin ehli, hattat ve hakkaklıkta usta veya bir ustanın “icazetli şakirdi” olması istenirdi. Başkasının adına veya kendi adına da olsa geçmiş tarihli mühür kazdırılmasına sıkı yasaklar getirilmişti. Şahıslara yapılan mühürler ilk önce hakkakın tuttuğu örnek defterine basılır, bir anlamda kayıt altına alınırdı. Her isteyen hakkak olamaz; bu kişilerin sayıları kontrol altında tutulur; sık aralıklarla sayımları yapılıp birbirlerine kefil olduklarına dair belge alınır; aralarına “yaramaz”ların karışmamasına azami dikkat gösterilirdi.
Geleneğe bağlı, usta-çırak ilişkisiyle yetişen hakkaklar, mahlas olarak ustalarının isimlerini alırlardı. Mühürlere kendi isimlerini kazımaya başladıkları 18. yüzyıl sonundan, mühürcülerin yavaş yavaş ortadan kalktığı cumhuriyetin ilk zamanlarına kadar Yümnî, Resâ, Azmî, Avnî, Fennî gibi usta isimlerinin mühürlerde sıklıkla görülmesinin sebebi budur. Hakkakların işlerine karşılık alabilecekleri ücretler narh defterlerinde belirtilmiş, işçiliği ve malzemesi sıradan olan mühürlerin haricinde usta sanatkarların elinden çıkma, kıymetli taş veya madenlere kazıtılan mühürler için pazarlıkla ne tespit edilirse verilmesi kararlaştırılmıştır.
Hakkak esnafının isimlerinin, iskan ettikleri yerlerin, çalıştıkları mevkilerin belirtildiği 23 Ekim 1722 tarihli bir sayım defterinde (BOA. MADd. 3135); “Serhakkak” kişinin Avni Yusuf Çelebi, “Mühürcüler Kethüdası”nın Aziz Yusuf Çelebi olduğu kayıtlıdır (kaynaklarımızda yer almayan bu sıradışı duruma bakılırsa, adı kethüdadan daha önce adı yazılan serhakkâkın itibarı daha yüksek olmalı). Bu sayımda Bedesten dışı semtlerde 20, Bedesten civarında 33 hakkak isim isim listelenmiştir. Bedesten civarında yoğunlaşma bu tarihten sonra artarak sürmüş ve devletin sonuna kadar günümüzde Beyazıt semtindeki Sahaflar Çarşısı’nın bulunduğu mevki Hakkâklar Çarşısı olarak nam salmıştır. Taksim Atatürk Kitaplığı’nda kayıtlı Hakkâklar ve Sahaflar Çarşısı’nın istimlakinden önce fiyat takdiri için hazırlanan 14 Mayıs 1915 tarihli haritada (HRT. 7188), 80 parça küçük ebatlı dükkan işaretlenmişse de, bunların çok azı mühürcü dükkanıdır. Toplumdaki ihtiyacın gitgide azaldığı bu tarihlerde, mühürcü esnafı 1928 Harf Devrimi’nden sonra eski yazıyla mühür kazıyamadığı ve yeni yazıya da uyum sağlayamadığından epeyce azalmıştır. Halkın imza alışkanlığı kazanarak işlemlerde eskisi gibi mühür kullanmaması da, esnafın azalmasına yol açacaktır.
Sahteciliğe karşı sıkı önlemler alınmasına rağmen, Osmanlı devrinde nadiren de olsa kimi mühürcülerin sahte mühür kazıdıkları tespit edilmiştir (BOA.A.MKT.MHM.473/83; BOA.A.MKT.NZD. 75/29). Hatta hakkak olmayan amatörlerin, dolandırıcılık maksadıyla 3. Selim’in kız kardeşi Esma Sultan’a izafe ettikleri bir mührü kazımaya cesaret ettikleri; o mühürle basılmış hükümleri sağa-sola gönderdikleri vakidir (BOA.HAT. 32327 ve ekleri).
Sultan 2. Mahmud, sahte mühürle mektup yazma faili bir suçluyu, aslında idamı gerektiği hâlde affettiğini belirterek, kendisinin bir daha serbest bırakılmamak üzere Magosa Kalesi’nde kalebent olarak cezalandırılmasını emretmiştir (BOA.HAT. 51167). Bütün bunlardan öte tarihimizdeki en büyük mühür sahtekarlığı, Kanunî devrinde Rüstem Paşa’nın Şehzade Mustafa’ya kurduğu komplodur. Şehzade Mustafa’nın ağzından ve onun mührüyle mühürlü mektuplarda, babasına yönelik bir darbe teşebbüsü uydurarak ihbar eden Rüstem Paşa’nın bu oyunuyla, Kanunî öz oğlunu gözünü kırpmadan cellatlara teslim edebilmiştir!
Osmanlılar, kuruluşlarından itibaren kendi yönetim anlayışlarını ve bürokrasilerini oluşturduklarında, kendilerinden öncekilere kayıtsız kalmadılar. Sâsâni, İlhanlı, Selçuklu Devletlerinden miras kalan egemenlik alameti unsurlarını da benimsediler. Baştaki padişahın mutlaka bir tuğrası olduğu gibi, bir mühür yüzüğü de olmalıydı. Osmanlılar’daki en önemli mühür, padişah mührüydü. Genellikle “Mühr-i Hümayun” adıyla anılan bu mühürden her tahta çıkan padişah 3 veya 4 adet yaptırır; zümrüt üzerine kazınmış olanı yanında tutar; altın mühürlerden birini hasodabaşına diğerini de Harem’deki kethüda kadına verirdi (kethüda kadına her zaman verildiği üzerinde kaynakların ittifakı yoktur). Sadrazamdaki padişah mührünün ise iktidarla veya azledilmeyle doğrudan alakası vardır. Biri için “mühre nail oldu” denildiğinde o kişiye sadaretin tevcih edildiği; “mührü alındı” denildiğinde sadrazamlıktan azledildiği anlaşılırdı.
Cülus ile tahta oturan padişahın ilk işi, ölen veya tahttan indirilen eski padişahın sadrazam ve diğer iki görevlideki mühürlerini aldırıp, Topkapı Sarayı Hazine Dairesi’ne teslim ettirmek olurdu. Nadiren kare, genellikle beyzi (oval) şekilli, kıymetli maden ve mücevherlerden imal edilmiş bu mühürler, günümüzde Topkapı Sarayı Müzesi’nde korunmaktadır.
3. Ahmed veladet-i hümayun kutlamasına çağrılacak kişiler listesini kendi eliyle yazdıktan sonra tuğralı kare mührüyle mühürlemiştir (TSMAe. 494/7). Osmanlı Hazinesi ölümünden saltanatın sonuna kadar Yavuz Sultan Selim’in vasiyeti gereği onun mührüyle mühürlenmiştir. Padişahlar saltanat sürdükleri zaman diliminde, Hazine’den her para aldıklarında, oranın görevlilerince hazırlanmış tezkirelere mühürlerini basarak belgeyi teslim ederlerdi. Kurdukları kütüphane vakıflarındaki kitaplara da mühürlerini basarlardı. Bugüne intikal eden saray kütüphaneleri ve sultanların vakıf kütüphanelerindeki yüzlerce yazma eserde; en eskisi Fatih Sultan Mehmed’in mühründen başlayarak Sultan Reşad’a kadar çok sayıda padişahın mührü basılıdır (Padişah adına hazırlanan mülkname, name-i hümayun, berat ve fermanlarda ise mühür kullanılmaz, bunlara tuğra çekilirdi).
Valide sultan ve padişah kızlarının mühürleri de önem sırası itibarıyla önde gelenlerdendir. 16. ve 17. yüzyılda kadınların saltanat üzerindeki etkilerinin arttığı zaman diliminde, valide sultanların yabancı hükümdarlara gönderdikleri mektuplarda kendi mühürleri basılıdır. Sadrazamlar, padişah mühründen hariç kendilerine de şahsi mühür yaptırırdı. Padişahın vekil-i mutlakı olarak gerektiği yerde padişah mührünü, gerektiği yerde de kendi mühürlerini kullanırlardı; ancak mühürlerinde sadrazam olduklarına dair bir ibare bulunmazdı. İlk defa Keçecizade Fuad Paşa’nın sadrazamlığı sırasında “vezir-i azam” sıfatı mühre ilave edilmiş ve sonraki sadrazamlarda da öylece âdet olmuştur. Beylerbeyi mühürleri ise normalden daha büyük, 3-5 santimetre çapında, genellikle beyzi olurdu. Bu mühürleri mektuplarının sağ marjına yanlamasına basarlar, yanına da mutlaka “pençe” adı verilen stilize tuğra benzeri sembolü çekerlerdi.
Fatih döneminden itibaren yüzyıllar boyunca, şeyhülislamların yazdıkları fetvaları imza formülüyle kendi elleriyle imzalaması geleneği vardır. Bununla birlikte mühür basmaları pek istenilmemiş olsa da, hastalığına binaen bazı şeyhülislamların fetva kağıtlarını mühürledikleri görülüyor. Şeyhülislam Hamidîzade Mustafa Efendi, meşihati sırasında (1789-1791) ilmiye teşkilatının işlerine daha fazla zaman ayırabilmek kaygısıyla yazışma ve fetvaları imzalamak yerine mühürlemeyi usul edinmişti.
Birden çok yetkilinin karar aldığı ve diğerlerinin tasdiki olmadan tek kişinin karar veremediği durumlarda/kurumlarda, güvenlik gerekçesiyle 3-4 parçalı mühürler kullanılırdı. Patriklerin, bazı tapu kalemlerinin mühürleri böyledir. 2, 3 veya 4 ayrı yetkilideki her parçanın, mührün tutamak yerindeki vidalı bölüme aynı anda bağlanmasıyla mühür tek parça haline getirilip kullanılabilirdi.
20. yüzyılın başına kadar uluslararası antlaşmalarda, altın ve gümüş “kozak”ların içindeki kırmızı mühür mumu üzerine büyük devlet armaları veya mühür basılırdı. Bunları her ülkenin birbirlerine göndermesi kaidesine uyan Osmanlılar da antlaşmaları aynı şekilde onaylamışlardır; arşivde bu kozaklardan çok sayıda bulunmaktadır.
Her mührün üzerine yazılanlar, kişinin meşrebine, zevkine, isteğine göre değişirdi. Sadece tek isimden ibaret mühür olabildiği gibi, baba adı, mesleği, lakabı ve bir dua cümlesi iliştirilmiş, her noktası doldurulmuş istifli mühürler de çoktur. İstifi aşırıya kaçan ve harflerin içiçe geçmişliğinden ötürü okunamayan mühürlerin kullanılmaması gerektiğine dair genelgeler de neşredilmiştir. 16-18. yüzyıllarda mühürlerde çoğunlukla Farsça deyişler, Arapça “kelam-ı kibar” denen sözler, Kuran’dan alınma ayetler yer alır (BOA.C.EV 6126). 19. yüzyıldan itibaren Türkçe ibareli mühürler çok daha fazladır. Erzurum Müftüsü Ahmed Dursun’un mühründeki “Lûtf-i Mevla’ya dayansın Dursun” ibaresinde olduğu gibi, kimi zaman mizahi unsurlar içeren metinler de konulurdu (BOA.A.M.1/71).
Mühürlerde hüsn-i hattın her çeşidi kullanılsa da, talik yazısı en çok benimsenen yazı türüdür. Nesih, sülüs çeşitleri de ihmal edilmez. Eflak/Boğdan voyvodalarının mühürlerinde olduğu gibi kimi zaman resim de bulunur. Adı Şahin Manolaki olan bir saray terzisinin mühründe, şahine pek benzemese de bir kuş resmedilmiştir (Ankara İl Halk Kütüphanesi Yazmaları, 3262). Osmanlı Devleti’nde görevli İngiltere, Fransa, Almanya gibi büyük ülkelerin büyükelçileri dahi, bir zorunluluk olmadığı hâlde 18. ve 19. yüzyıllarda mühürlerini Türkçe ve Arap elifbasıyla kazıtmışlardır. Antet uygulamasının başladığı 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, sefaret kağıtlarının antetleri de buna uygun klişelerle basılmıştır. Ünlü tarihçi Hammer’in Viyana Millî Kütüphanesi’ndeki bazı kitaplarının temellükünde kullandığı Arapça mühürler, meşhur ustaları Rahmi tarafından 1793’te ve Azmi tarafından 1808’de hâkk edilmiştir.
18. yüzyıldan itibaren belge sahipleri, yazışmalarda unvan-makam adlarını belirtmedikleri gibi kimi zaman isimlerini de ihmal ederek sadece “bende” rumuzu veya yazısıyla yetinir. İsim yazdıklarında da Siyavuş, Mesih, İbrahim diye kısaca yazıp, belgenin arka yüzüne mühür vurmakla kimlik faslını geçiştirir. Kişinin mührü kağıdın arka yüzüne, önde isim yazılan yerin tam arkasına gelecek şekilde basılır. Bu sayede herhangi bir nedenle mektubu, borç senedini veya belgeyi iptal etmek istediklerinde, kağıt üzerinde isim ve mührün yazılı olduğu bölümü tek seferde yırtmak, kesip çıkarabilmek mümkün olur. Birden çok kişinin imzaladığı mahzar türünden belgelerde ilk zamanlarda ön yüze isimler yazılıp mühürler arkaya basılmışken; 18. yüzyıl başından itibaren ön yüze basılıp altına isimler yazılmıştır. Osmanlı yazısı sağdan sola yazılmasına rağmen, belge altlarına basılan mühürler soldan başlar. Mazbata, mahzar türünden belgelerde en soldaki mühür en rütbeli, yüksek mevkili kişiye aittir.
Merkez bürolarına gerek taşra teşkilatlarından gelen tahriratlar olsun, gerekse vakıf görevlilerinden gelen yazılar olsun; kaleme gelir gelmez yapılan ilk iş “mührünü tatbik etmek”tir. Merkez bürolarında, hangi görevde olursa olsun taşradaki her memur mührünün bir örneği mutlaka bulunur ve bunlar “tatbik defteri” adı verilen büyük defterlere yapıştırılmak suretiyle arşivlenirdi. Taşradan gelen yazı, kalem şefinin mührün üzerine yazdığı ‘tatbik’ yazısıyla tatbikçiye havale edilir; bu görevli bürodaki defterde yapışık mühürle karşılaştırdığında sorun çıkmamışsa, kalem memuru belgedeki mührün üzerine “mutabıktır” (birbiriyle uyumlu) şerhini düşerek işlemlerin yürütülmesi için süreci başlatır. Taşradaki görevlilerin ölüm, azil, istifa gibi sebeplerle yerine başkaları geldiğinde, ilk iş onun tatbik mührünün tatbik defterine kaydedilmesidir.
Kimi görevliler dedelerinden, babalarından kalma mühürleri de kullanmışlardı. Bunlar o devrin büroları açısından sorun çıkarmamış olsa da, günümüzdeki tarih araştırmalarında büyük karışıklıklara yol açabilir. Örneğin Tepedelenli Ali Paşa’nın 1787-1822 arasında Yanya-Tırhala bölgesini elinde tuttuğu yıllarda İstanbul ile yazışmalarında kullandığı mühürde 1104 (1692-93) tarihi yazılıdır. Babasının adı Veli, dedesinin adı Muhtar olan Tepedelenli, bizim bilemediğimiz bir büyüğünün veya bir başkasının 1104 tarihli ve Ali yazan mührünü kullanırken; bu durum ilgili mührü tanıyan kalem memurları açısından sorun teşkil etmiyordu. Ancak günümüzde belgenin kağıt ve yazı özelliklerine pek dikkat etmeyen biri, Tepedelenli’ye ait tarihsiz bir belgede 1104 tarihli bir mühür gördüğü takdirde hemen belgeyi o tarihle sınıflandıracak ve aşağı yukarı 80-120 yıllık bir hataya sebep olacaktır.
İşte bu gibi nedenlerden ötürü, Osmanlı Arşivi’nin tasnif çalışmaları içinde en önemli meselelerden biri, tarihsiz belgelerin tarihlerinin tespitidir. Bu tür belgelerin tarihleri tespit edilemezse, araştırmacılar açısından sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutulmaları mümkün olmaz. Belgebilimi olan “diplomatik” kurallarıyla, yazıbilimi olan “paleografya” teknikleri kullanılarak tarih tespiti yoluna gidilir. Dolayısıyla arşivcilikte en meşakkatli hususlardan biri tarihsiz belgelerin tarihlenmesidir. Bu zorluğu aşmanın doğru yolu, kaime, mektup, arz vs. belge türündeki mührün aidiyetinin sağlıklı bir şekilde tespit edilmesidir.
OSMANLI ARŞİVİ’NDE MÜHÜR
Kaybolmayan izlerin peşinde
Arşiv belgeleri üzerinde Osmanlı Arşivi personeli tarafından yürütülen mühür çalışmaları, haleften selefe devrolunan bir gelenekti. Günümüzde, Yazma Eserler Başkanlığı’nda kitap mühürleri üzerine daha kapsamlı çalışmalar yürütülmektedir.
Günümüze kadar mühürler üzerinde yapılan çalışmaların çoğu, sanat tarihi ve estetik kapsamındadır. “Belge bilimi/diplomatik” noktasından en derli toplu çalışma, Mübahat Kütükoğlu’nun Osmanlı Belgelerinin Dili (1994) adlı eserinde “Mühür” başlığı altında ortaya konulmuştur. Akademik çalışmalar öncesinde Osmanlı Arşivi’nin Hazine-i Evrak adıyla anıldığı Osmanlılar’ın son döneminde kurulan ilk tasnif komisyonlarından itibaren; mühürlerin aidiyeti konusundaki ilk diplomatik çalışmalarının Hazine-i Evrak’ta (günümüzde Osmanlı Arşivi) başladığını söyleyebiliriz. İ. Hakkı Uzunçarşılı, arşivdeki araştırmaları sırasında Haşim Efendi’nin (Soyadı Kanunu ile “Durgun” soyadını almıştır) mühür ile ilgili çalışmalarını görmüş ve yararlanmıştır.
Arşivin eski genel müdürlerinden Mithat Sertoğlu’nun “Mekkî” nisbesiyle anmasından dolayı, Haşim Efendi’nin 1862-63’de Mekke/Taif’te doğan Abdullah Haşim Efendi olması gerekir. Bu zatın, Ali Emiri Efendi’nin 1920’de kurulan komisyonundan önce 1919’da Hazine-i Evrak Tasnif Komisyonu reisi olan Hüseyin Haşim Efendi ile aynı kişi olup olmadığı tespit edilememiştir. Osman Ergin tarafından kitaplaştırılan Muallim Cevdet’in arşiv çalışmalarına dair hatıratta; Haşim Efendi’nin okuyamadığı Dulkadiroğulları’ndan Şah Budak’a ait bir mührü 4 gün uğraştıktan sonra okuyabilmesinden ötürü Muallim Cevdet’in duyduğu kıvanç nakledilir.
Mithat Sertoğlu, 1945’te göreve başladığında tanıdığı ve 4 bin civarında mühür klişesini ezbere bilen Ahmet Hamdi Tanyeli adlı arşiv görevlisinin, görme kaybı olduğu halde en silik mühürleri dahi kolaylıkla okuduğunu belirtir. Kültür tarihimizde önemli bir yeri olan A.H. Tanyeli, meşhur Bekir Ağa Bölüğü’ne adını veren Bekir Ağa’nın oğlu olup, sahaflık tarihimizin en önemli simalarındandır. Tanyeli’yi Haşim Efendi’nin talebesi olarak nitelendiren Sertoğlu, kendinin de 8 bin civarında klişe tespit ettiğini belirtir; ancak Tanyeli’den bunları gerektiği gibi öğrenemediğinden yakınır.
Arşiv belgeleri üzerinde Osmanlı Arşivi personeli tarafından yürütülen mühür çalışmalarının haleften selefe devrinin bir gelenek haline geldiği anlaşılıyor. Mühür çalışmaları, Tanyeli’den sonra Ferit Tümeren, Fehmi Pekol, Kemal Çolpan, Murteza Dede tarafından sürdürüldü. Ne var ki 80’lerden itibaren bu gelenek zinciri kopmuş; tüm bu çalışmalardan da Fehmi Pekol’un düzenlediği ve Kemal Çolpan’ın devam ettirdiği 1956 tarihli yaklaşık 400 sayfalık elyazması bir mühür katalogundan başka eser kalmamıştır.
Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde tasnif çalışmalarını yürüten ekipten İbrahim Kemal Baybura ise, belge üzerine basılı 1.669 mühürden oluşan bir koleksiyon meydana getirmiştir. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Topkapı Sarayı’nda korunan mühürleri tanıtan bir katalog neşretmiştir. Deniz Müzesi ile Askerî Müze’de korunan mühürler ayrıntılı şekilde kataloglanmıştır. Günay Kut ile Nimet Bayraktar’ın yazma eserlerdeki kitap mühürlerini tespit çalışmaları, bu konunun ilk kitabını ortaya çıkarmıştır. Günümüzde, Yazma Eserler Başkanlığı’nda kitap mühürleri üzerine daha kapsamlı çalışmalar yürütülmektedir. Başkanlığın web sitesi üzerinde oluşturulan katalog kamuya açıldığı gibi, interaktif mühür okuma alıştırmaları da yapılabilmektedir.