Osmanlı tarihinde tahta çıkan sultanların, özellikle analarıyla ilişkileri mesafeli ve doğal olarak resmîydi. Hanedanda 34 sene gibi çok uzun bir süreden sonra doğan ilk erkek çocuk olan 3. Selim, 1789’da başa geçti. Annesi Mihrişah Valide Sultan ise hem saygıdeğer ve hayırsever kimliği hem de oğluyla ilişkilerindeki hassasiyetiyle tarihe geçecekti.
Sultan 3. Ahmed’in oğlu olan Şehzade Mustafa (1717-1774), babası tahttan indirildiğinde 13 yaşındaydı. 27 yıl kafes hayatı yaşadıktan sonra 1757’de 40 yaşında tahta çıktı. Bir hayli geç yaşta kurabildiği ailesinin üzerine titreyen müşfik bir baba oldu. Tahta çıkana kadar geçen sürede, 30 yıl boyunca Osmanlı hanedanında doğum olmamıştı.
3. Mustafa’nın ilk çocuğu olarak dünyaya gelen Hibetullah Sultan 3 yaşında vefat etti. Saltanatının 4. yılında dünyaya gelen ilk erkek çocuğu Şehzade Selim ise Osmanlı hanedanında 34 yıl sonra doğan ilk şehzade sıfatıyla ayrı bir sevgiye mazhar olmuştu; ama o da 13 yaşındayken babasını kaybedecekti. 3. Mustafa’dan sonra 1774’te tahta çıkan amcası 1. Abdülhamid’in saltanatının ilk zamanlarında, Mihrişah Valide ile Şehzade Selim teamüllerin aksine daha serbest hareket edebildiler. Adet olduğu üzere Şehzade Selim kafese kapatılmışsa da 1789’da 27 yaşında padişah oluncaya dek eğitimine önem verildi; önceki şehzadelerin aksine nispeten serbestçe hayatını sürdürmesine ses çıkarılmadı. 3. Mustafa’nın diğer çocukları Şah Sultan, Beyhan Sultan ve Hatice Sultan da, babalarının himayesinde iyi yetiştirilmiş, sanata meraklı, devlet işleriyle ve ıslahat hamleleriyle ilgili saltanat kadınlarıydı.
3. Mustafa’nın Osmanlı hanedanında pek aşina olmadığımız bir şekilde ailesini sevgi çemberiyle birarada tutabilmesi, mutlaka kendi şefkati kadar, en değer verdiği kadını olan Mihrişah Valide (başkadınefendi) sayesindedir. 3. Mustafa’nın, annesinin adı olan Mihrişah’ı bir cariyesine isim olarak seçmesi dikkati çekici bir durumdur. Bununla da kalmamış 6 yaşında ölen 1763 doğumlu kızının adını da Mihrişah koymuştur.
Mihrişah Başkadınefendi’nin, padişahın kadınları arasında ayrıcalıklı bir mevkii vardı. Öncelikle hanedanın devamı açısından hayati önem taşıyan şehzadeyi uzun yıllar sonra dünyaya getirdiği için geleceğin valide sultanı olacağı düşüncesi, muhakkak ki ona tartışılmaz bir otoriter cazibe sağlıyordu. Üstelik saltanatın kamuya açık yüzü olarak, daha Harem kadınıyken yapmaya başladığı hayır işleriyle halk tarafından tanınmıştı. Tutumlu bir kadın olmalı ki çok paraya sahipti. Şehzade Selim’in doğumunda vezirler ve devlet adamlarından gelen hediye paralar da onun nezdinde duruyordu. Öyle ki 1768-74 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ağır tahribatı sırasında Hazine’de para kalmayınca, Sultan 3. Mustafa Mihrişah Başkadınefendi elinde bulunan bu paraları ordunun masraflarında kullanmak üzere düzenlediği bir senet karşılığı borç olarak almıştı!
Sultan 1. Abdülhamid’in 1774’te tahta çıkmasından bir süre sonra Topkapı Sarayı’ndan uzaklaştırılıp Eski Saray’a götürülen ve burada 15 yıl kalan Mihrişah Başkadınefendi, oğlunun 1789’da padişah olmasıyla Valide Sultan unvanını alarak büyük bir törenle yeniden Topkapı Sarayı’na getirildi. Bu tarihten sonra, oğlunun Nizam-ı Cedid adı verilen ıslahat ve hükümdarlık faaliyetlerinde en büyük destekçisi oldu.
İstanbul’un imarında imzası olan en önemli kadınlardan biri Mihrişah Valide Sultan’dır. Gayet hassas ruhlu ve nazik olduğunda kaynakların ittifak ettiği bu hayırsever Osmanlı kadını, bir valide sultan olarak kendisine tahsis edilen hasların gelirlerini, Hazine’den verilen maaşları, har vurup harman savurmadı. Kurduğu vakıf ile tahsis ettiği gelirler, hayır eserlerinin işleyiş ve düzenini kusursuzca sağlayacak niteliktedir. Nizam-ı Cedid yeniliklerinde en önem verilen ordu ve donanma alanlarında da askerî kışlaların masraflarına katkı yaptığı gibi, kışla olan semtleri de çeşmelerle, camilerle donatmaya çalışmıştır. Nizam-ı Cedid devrinin askerî imar faaliyetlerinden olan Humbaracı-Lağımcı Kışlası’yla, Taksim ve Levent kışlalarındaki camileri o yaptırmıştır. İstanbul’un fethinden itibaren her asırda inşa edilen tesislere rağmen kronik hâle gelen su sıkıntısını gidermek ve öncelikle yeni kışlalara bol su temin etmek için günümüzde de kullanılan Belgrad Ormanları’ndaki Valide Bendi’ni yaptıran da odur. Eyüp Sultan semtinde inşa ettirdiği külliyedeki türbesinin yanına büyük bir imaret yaptırmayı da ihmal etmemiştir. Günümüzde Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün yönetimindeki bu imaret, her gün yüzlerce yoksul aileye sıcak yemek sağlamaya devam eden, İstanbul’da Osmanlılardan kalma tek imarettir.
Her ana-oğul arasındaki sevgi bağının padişahlar ile annelerinde de olmaması için hiçbir sebep yoktur. Mutlaka padişahlar da analarını üzmek istemez; valide sultanlar da çocukları padişah da olsa onların üzerlerine titrerlerdi. Babası 3. Mustafa’nın terbiyesi ve şefkatiyle yetişmiş 3. Selim ile annesi Mihrişah Valide Sultan arasında çok güçlü bir bağ olduğunu ıspatlayan belgeler günümüze intikal etmiştir. Bizzat 3. Selim’in el yazısıyla (hatt-ı hümayun) yazılmış belgelerde padişahın annesine olan sevgisini gösteren cümleler vardır. Bunlardan birincisi, Napoléon’un Mısır’ı işgal etmesi (1798-1801) üzerine sadrazam ve serdar-ı ekrem tayin edilen Yusuf Ziya Paşa’nın, seferden döndükten sonra Valide Sultan’a yazdığı mektubun üzerinde görülür. Sadrazamın padişahtan gördüğü iltifatları bire bin katarak anlattığı mektup, 3. Selim validesinin yanında otururken gelmiştir. Bu mektuptan çok hoşlandığını söyleyen Mihrişah Valide Sultan, sadrazama cevap yazma işini oğluna havale eder. İşte bu noktada validesinin hatırını kırmayan padişah, Osmanlı sultanları için pek düşünülemeyecek bir hareketle, onun kâtibi makamında ağzından cevabi yazıyı yazar; sonra şu cümlelerle sadrazama hitap eder: “Benim Vezirim. Bu kağıt validemin yanında oturur iken geldi. Hazzedersin deyu cevabını bana yazdırdı. Tahririnden hazzedip sana çok dua eyledi” (BOA.TSMA-E. 787/36). Tüm Osmanlı tarihinde böyle bir uygulamanın bir başka örneğine günümüze intikal eden belgelerde rastlanılmamıştır.
Diğer bir belge, diğer bir hatt-ı hümayun ise tüm zamanlarda padişahların analarıyla olan sevgi-saygı ilişkisine dair gösterilebilecek en etkili kanıtlardandır. Valide Sultan’ın ağır hasta olduğu bir zamanda onun dileğini yerine getirerek onu mutlu etmeye çalışan bir padişahın, annesiyle olan diyalogunu, samimi-doğal hislerini annesinin kethüdası Yusuf Ağa’ya aktardığı bu belgenin de eşi, benzeri yoktur.
Hikaye şöyledir: 3. Selim’in Hasköy’deki imar faaliyetlerinin eseri Humbaracı ve Lağımcı Kışlalarının ortasına, Mihrişah Valide Sultan da bir cami inşa ettirmişti. Osmanlı geleneğinde “selâtin camileri” adı verilen padişahların, valide sultanların camileri iki veya daha fazla minareli olabilir; vezirlerin, ulemanın ve halktan diğer hayırseverlerin camileri ancak tek minareli inşa edilebilirdi. Hasköy’deki Mihrişah Valide Camii de başlangıçta tek minareli projelendirilmişti. Haliç’in karşı kıyısındaki Eyüp’te, Fatih zamanından kalma Eyüp Sultan Camii 1766 depreminde büyük zarar gördüğü için tamir kabul etmemiş ve 3. Selim devrinde temellerine kadar yıktırıldıktan sonra yeniden inşa edilip 1800’de ibadete açılmıştı. Anaoğulun Haliç’in iki yakasında karşı karşıya inşa ettirdikleri iki camiden padişahınki iki minareli, valideninki tek minareli olunca, Mihrişah Valide’nin canı sıkılmışa benziyor. 3. Selim’in bizzat yazdığına göre kendi camiine de bir minare eklenmesini şu sözlerle talep ediyor:
-“Senin camiine gıpta ediyorum. Diğer validelerin camileri de iki minarelidir. Benim Hasköy’deki camiime ah bir minare daha yapılsa.”
Bunun üzerine 3. Selim “kethüdanıza yazın, yaptırır” cevabını veriyor. İşte bu noktada aralarındaki ana-oğul muhabbetini ve Valide Sultan’ın nezaketini çarpıcı şekilde vurgulayan cümle geliyor:
– “Yok, ben hicap ederim; sen yaz, yaptırsın. Yaptırır ise pek hazzederim.”
3. Selim, annesiyle arasında bu şekilde gelişen diyalogu, yazdığı hatt-ı hümayunla Valide Kethüdası Yusuf Ağa’ya aktarırken, annesini mutlu edebilecek uyarıyı da ihmal etmez. Camisine bir minare daha eklenmesi için padişahın emir verdiği, kethüda tarafından Valide Sultan’a da bildirilir.
(Valide Sultan kethüdaları, Osmanlı düzeninde çok nüfuzlu, kudretli olurlardı. Yusuf Ağa da 1790/91’de tayin edildiği kethüdalık görevini Mihrişah Valide’nin 1805’teki ölümüne kadar sürdürmüştür. Bundan bir süre sonra hacca gitmeye niyetlenip yola çıkmış, Vehhabi İsyanı nedeniyle Medine’den geri dönüşünde bu defa da Kabakçı İsyanı’na denk gelerek İstanbul’a sokulmamıştır. Nizam-ı Cedid’in nüfuzlu insanlarından olduğu için, yeni padişah 4. Mustafa tarafından sürüldüğü Bursa’da katlettirilecektir. Günümüzde padişah kadınları ve kızlarına ait belgelerin büyük çoğunluğu, kethüdaların ölümlerinden sonra elkonulan terekeleri arasından çıkmıştır. Yayımladığımız belge de mutlaka onun terekesi arasında bulunup Osmanlı Arşivi’ne intikal etmiştir).
Hatt-ı hümayunların çoğunda olduğu gibi bu belgede de tarih yazılı değildir. Dolayısıyla belgeyi zamanına isabetle oturtabilmek için bazı çapraz sorgulara ihtiyaç vardır. Humbarahane Camii’nin inşa tarihi de ihtilaflıdır. Camilere dair en önemli Osmanlı kaynağı olan Ayvansaraylı Hüsamettin’in Hadikatü’l-Cevami adlı eserinin matbu Ali Satı zeylinde Humbarahane Camii’nin açılış tarihi 1803/1804 olarak veriliyor. Bu tarihte bir hata olduğu kesindir; çünkü caminin 1794’te ibadete açıldığı sabittir. 17 Mayıs 1794 tarihli bir belgede kubbesinin çatıldığı ve kurşun örtülmesine başlanıldığı (BOA.C.EV. 21165), 1209 Rebiülevvel ayında (26 Eylül-25 Ekim 1794 arası) camiye ilk defa gelen padişaha Valide Sultan tarafından mücevherli sorguç hediye edildiği kayıtlıdır (BOA.TSMA-D. 2440). Yine aynı şekilde İÜ Nadir Eserler-TY8872 numaradaki yazmada (vr. 138 a-b) cami inşaatının 1209 Rebiülahir gurresinde (26 Ekim 1794) bitirildiği ve padişahın o ayın ilk Cuma günü namazını kılıp açılışı yaptığı yazılıdır.
Kimi kaynaklarda Valide Sultan’ın dilediği ikinci minarenin kısa bir süre sonra eklendiği belirtiliyor. Bu durumda 3. Selim’in Valide Kethüdası Yusuf Ağa’ya yazdığı hatt-ı hümayunun 1794’ün biraz sonrasına ait olması gerekirdi. Oysa Humbaracılar Kışlası Camii’nin 1794, Eyüp Sultan Camii’nin 1800 tarihinde tamamlandığı ortadadır. Eyüp Sultan Camii’nin 1798-1800 arasındaki inşa sürecinden önceki bir tarihte Mihrişah Valide’nin oğlunun camiinin iki minareli olmasına gıpta etmesi mümkün değildi. Mutlaka Eyüp Sultan Camii bittikten ve Haliç’in karşı kıyısına iki minareli manzarası yansıdıktan sonra Valide Sultan ilgili talepte bulunmuştur. 1784- 1802 arasında 18 yıl İstanbul’da yaşayan Melling’in Haliç ve İstanbul’u tasvir eden gravüründe de Humbarahane Camii tek minareli olarak resmedilmiştir.
Valide’nin ağır seyreden bir hastalığı olduğu ve hatt-ı hümayunun yazıldığı sırada sık sık nöbet geçirdiği anlaşılıyor. Belgede “meraktan ah-of ediyor” cümlesindeki “merak” keder, sıkıntı, kaygı anlamına da gelir. Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin 8 Temmuz 1805 tarihli raporunda (BOA.TSMA-E. 484/7) Valide Sultan’ın hastalığına “gizli sıtma” teşhisi konularak kınakına ilacı öneriliyor. Asım Tarihi’nde Mihrişah Valide’nin 1220 Rebiülevveli’nde (1805 Haziran sonu-Temmuz) başlayan hastalığının, ölümüne kadar 2.5 ay sürdüğü belirtilirken ölüm tarihi yanlışlıkla 29 Eylül 1805 gösterilmiştir. 16 Ekim 1805’te öldüğüne göre, hekimbaşı ile vakanüvisin belirttikleri hastalık süresi uyumludur..
Elimizdeki verilere göre 3. Selim’in kethüdaya hatt-ı hümayununu Temmuz-Ekim 1805 arasında yazdığını söyleyebiliriz. Bu durumda 3. Selim’in annesinin acılarını biraz olsun hafifletmek, onu mutlu etmek, bir anlamda ölüm döşeğindeki son arzusunu gerçekleştirmek için dileğini kethüdasına yazdığını kabul edebiliriz. Muhtemelen Mihrişah Valide Sultan, camisine çok istediği ikinci minareyi göremeden ölmüştür.
3.SELİM’İN HATT-I HÜMAYUNU
Padişahın, annesinin ricasıyla kethüdaya gönderdiği buyruk
Hüve Ağa
Fe lillahi’l-hamd buraya gele[li] valideme nabet [nöbet] gelmeyor. Lakin merakdan bazı kere ah of ideyor. Lakin inşallah böyle kalur ise külliyen sıhhati dahi Hüda’dan me’mûlümdür. Bizim camie karşu olmağla ahşam bana dedi ki senin camiine gıpta idem ve sâir valideler dahi iki minarelidir. Benim Hasköy’deki camiime ah bir minare daha yapılsa dedi. Ben de kethüdanıza yazın da yaptırır dedim. Yok, ben hicab ederim sen yaz yaptırsın. Yaptırır ise pek hazz iderim deyu söyledi. Ben de olsun sabah yazayım yaptırsun dedim. Hâsılı Humbarahane Camii’ne bir minare dahi yapılmak arzu ideyor. Sen valideme yazasın ki şevketlü efendimiz tenbih eyledi sizin Humbarahane[de]ki camie bir minare dahi ısmarladım deyu yazasın, hazz ider (BOA.HAT. 1487/63).