İstanbul’un fethinden sonra Fatih’in en önemli uğraşı nüfus ve bayındırlık operasyonlarıyla kentin yeniden imarıydı. İlk iş olarak da Rum nüfusu dengelemek için Anadolu’nun birçok bölgesindeki Türkler İstanbul’a göçertildi. Ancak sonraki yüzyıllarda göç hızlanıp sorunlar başlayacak, İstanbul’a yerleşmek sıkı kurallara bağlanacaktı.
Doğu Roma İmparatorluğu’nun parlak başkenti İstanbul, uzun süren kargaşa dönemlerinde ve özellikle 1204’te başlayıp 1261’de sona eren Latin işgali sırasında epeyce tahrip edilmişti. Yeniden mamur hâle getirilemeyen ve yıldan yıla harabeye dönen şehrin, yaklaşık iki asır sonra Osmanlıların kuşatması altına girdiğinde çok daha büyük bir yıkıma maruz kalacağı muhakkaktı.
Fethedeceği şehrin bir enkaza dönüşmesini istemeyen Sultan 2. Mehmed, Bizans’a teslim olmalarını teklif ettiyse de reddedildi. İslâm geleneklerine göre bir kenti kuşatma sonunda savaşla ele geçiren ordu, o kenti yağmalamaya hak kazanıyordu. 2. Mehmed fetih ordusuna İstanbul’da 3 gün yağmayı serbest bıraktı.
Fethedildiği sırada Kostantiniyye nüfusunun 40-50 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Fetih süreci bittikten sonra İstanbul’u yeniden imar etmek, nüfus ve bayındırlık operasyonları ile Osmanlıların yeni başkenti hâline getirmek, Fatih’in en önemli uğraşı oldu. Kuşatma öncesinden başlayarak kentten kaçan Rumlara güven telkin ederek, onları geri getirtmeye çalıştı. Rumların sayısını dengeleyecek hatta baskılayacak kudrette bir Türk çoğunluğunun İstanbul’a iskân edilmesi şarttı. Anadolu’nun birçok bölgesinden “sürgün” yöntemiyle kaldırılan haneler İstanbul’a getirildi.
İstanbul’un günümüze kadar kent belleğinde yaşayan semt ve mahalle isimlerinin tarihinde bu sürgünlerin izlerine rastlanmaktadır. Anadolu’nun Aksaray, Karaman, Çarşamba gibi yerleşim merkezlerinden İstanbul’a getirtilenler, oluşturdukları mahallelere geldikleri yörelerin adlarını verdiler. İstanbul’daki ilk Türk mahalleleri böyle kuruldu. Kente yerleşimi teşvik için, öncelikle şehrin birçok mahallesindeki boş hanelerin Türklere mülk olarak tapulanması kararlaştırıldı. Âşıkpaşazade’nin Tevarih-i Âl-i Osman adlı eserinde belirttiğine göre Rum asıllı olan ve lakabı da aslını destekleyen Rum Mehmet Paşa, İstanbul’a Türklerin iskanını engellemeye çalışan yerli Rumların taleplerini yerine getirdi; evlerin mülklüğe verilmesi yerine kiralanması hususunda Fatih’i ikna etti. Hâl böyle olunca, Anadolu’dan getirtilen sürgünler İstanbul’dan firara başladılar. Fatih çıkmaz yola girdiğini anlayınca kararını geri aldı ve iskan edilenlere mülknameleri yeniden verilmeye başlandı. Âşıkpaşazade, çağdaşı olan ve hiç hazzetmediği Rum Mehmet Paşa’nın idamına giden süreci iskanla ilişkilendirerek en sonunda paşanın Fatih tarafından “it gibi boğdurulduğunu” söyler.
İstanbul’un iskanıyla birlikte idari ve adli teşkilatının kuruluşu da Fatih tarafından düzenlendi. Şehrin inzibat ve asayişinden sorumlu idarecisi olarak Karıştıran Süleyman Bey’i tayin eden Fatih, ilk kadı olarak da Sivrihisarlı Hızır Bey’i görevlendirdi. Osmanlı kadıları Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar olan dönemde şehrin bir anlamda belediye işlerinden de sorumluydu. Dolayısıyla Hızır Bey, İstanbul’un ilk belediye başkanı olarak da kabul edilir. Bugünkü Kadıköy ilçesi, Fatih’in Hızır Bey’e arpalık olarak verdiği köyün adıyla günümüze kadar gelmiştir.
İstanbul daha o tarihlerde sur içinde yer alan yarımadanın adıdır ve Osmanlı terminolojisinde Nefs-i İstanbul olarak anılır. Resmî evrakta en yaygın kullanım ismi ise “Dersaadet” ve “Asitane”dir. Sikke ve akçelerde ise Arapça söylenişi olan Kostantiniyye tercih edilmiştir. 3. Ahmed ve 3. Selim’in bazı sikkelerinde bu isim yerine İslambol adı kullanılmış, ancak kısa süre sonra 4. Mustafa devrinde eski isme dönülmüştür. İstanbul’a komşu Galata, Haslar (Eyüp) ve Üsküdar adıyla kurulan üç adet kadılığa Bilad-ı Selâse adı verilmiştir. Haliç’ten öteye, Nefs-i İstanbul’un karşısındaki Galata ve Beşiktaş’tan Rumeli Kavağı’na ve arkalarındaki havzaya kadar köylerin tamamı, idari taksimatta Galata Kadılığı’na bağlanmıştı. Havzanın ilerisinde kalan Alibeyköy, Eyüp ve bağlı köylerden Silivri, Çatalca’ya kadar uzanan geniş sahada 1.000’den fazla Has adı verilen padişah çiftliğinin bulunması, bu kadılık bölgesine “Haslar” kazası adının verilmesine sebep olmuştur. Boğaz’ın Anadolu yakasında Üsküdar kadılığının bölgesi Anadolu Kavağı, Şile’den Kadıköy ve Gebze’ye kadar uzanmakla kalmaz; zaman zaman değişiklik göstermekle birlikte, Güney Marmara kıyılarında Kapıdağ Yarımadası, Erdek, Bandırma, Mudanya ve Gemlik’i de kapsardı (Tanzimat Devri’nde bir ara Üsküdar ilçesi Kastamonu vilayetinin sınırlarına dâhil edilmiştir).
Şehrin ilk mahalleleri, Bizans döneminden kalma kiliseler ve onlardan dönüştürülen camiler çevresinde oluştu. Geleneksel Osmanlı şehrinde mahalle teşkilatı bir cami veya mescit etrafında şekillenmiş, genellikle tek sokaktan girişi olan ve çıkmaz sokaklarla sınırları belirlenmiş 30-40 hanelik birimlerden ibaretti. Müslüman ve Yahudi mahalleleri mezheplere göre ayrılmasa da Hıristiyan mahalleleri Rum ve Ermeni olmalarına göre belirlenirdi. Tarihî Yarımada’nın merkezî bölgelerinde çoğunlukla Müslümanlar yaşarken, gayrimüslimler surlar ve sur kapıları civarında yoğunlaşmışlardı. İstanbul’un karşısında yine sur içinde bulunan Galata mevkiine de Türkler yerleştirilmişti; fakat başlangıçta burada Latin ve Cenevizli nüfusu öne çıkıyordu.
İstanbul’un ilk mahallelerinin çoğu, Fatih ve Bayezid devri ulemasının, komutanlarının veya esnaf isimleri taşıyan sıradan bireylerin adlarıyla anılmaktadır. Bunlar mutlaka adlarını verdikleri mahallelerin ya kurucuları yahut kurulmasına katkısı olan kişilerdir. Mahmud Paşa, Bayram Paşa, Murad Paşa, Çandarlı İbrahim Paşa, Davud Paşa, Koca Mustafa Paşa gibi fetih ordusunun veya 2. Bayezid devrinin büyük komutanları; şehrin çeşitli bölgelerinde kendilerine verilen araziler üzerine inşa ettirdikleri külliyeler ve çevresine yayılan mesken ve işyerlerinin meydana getirdiği mahallelerden oluşan nahiyelerle şehirleşmeye büyük katkı sağladılar. Yeniçeri Ocağı’nın ilgasından sonra kurulan ihtisap ve daha sonraki belediye teşkilatlarıyla cumhuriyet dönemindeki ilçe örgütlenmelerinde de üç-dört asırlık mahalle adları çok az farklılıklar olsa da genellikle korundu.
İdari ve adli teşkilatı böylesine geniş bir alanda kurulan İstanbul’a, 2. Meşrutiyet devrine kadar bir vali tayin edilmemiştir! Barış zamanı sadrazam, şehrin her şeyiyle ilgilenirdi. Orduyla sefere çıkıldığında veya 4. Mehmed, 2. Süleyman, 2. Mustafa devrinde olduğu gibi padişahların uzun müddet Edirne’ye yerleştikleri zamanlarda, sadrazamın yerine İstanbul’a sadaret kaymakamı tayin edilirdi. Sadrazam veya sadaret kaymakamı, İstanbul’un bürokrasi, asayiş, iaşe, yangın, bulaşıcı hastalıkların önlenmesi, fiyat kontrolü, emtia ve zirai üretim, ticaret, zanaat ve en önemlisi yetkilendirdikleri komutanlar aracılığıyla Yeniçeri, Sipahi, Donanma ve diğer askerî sınıfların sevk ve idaresinden de sorumluydular.
Osmanlı Ordusu’nun daimi sınıflarını oluşturan Yeniçeri, Sipahi ve Donanma birliklerinin komuta merkezleri İstanbul’daydı. İstanbul’un asayişinden genel olarak Yeniçeri Ağası sorumluydu. Asayişin sağlanmasında komutanlıkların yerleştikleri semtlere göre bir görev bölümü yapılmıştı. Buna göre Topkapı Sarayı’nın çevresinin asayişi cebecibaşıya; donanmanın bulunduğu Kasımpaşa ve Galata kaptanpaşaya; topçuların bulunduğu Tophane ve Beyoğlu’nun güvenliği topçubaşıya; Haliç ve çevresiyle Boğaziçi’nin her iki yakasının inzibatı bostancıbaşıya aitti. Bu dağınık yetkilendirme, Tanzimat sonrasında yerini tek elden yönetilen zaptiye, jandarma ve polis güçlerine bırakacaktır. İstanbul kadısının sorumluluğundaki belediye hizmetleri de, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla birlikte kurulan İhtisap Nezareti’ne devredildi. 1855’ten itibaren İhtisap Nezareti’nin yerini alan ve Şehremaneti adıyla kurulan daire bugünkü modern belediyenin temeli olmuştur.
Fatih’in 1481’de ölümüne kadar şehrin imarı ve organizasyonu büyük ölçüde tamamlanmış, Tursun Bey eliyle ilk hane ve işyeri sayımı da yapılmıştır. İlk sayımın belgeleri günümüze intikal etmemişse de Rıfkı Melûl Meriç’in yayımladığı İstanbul Kadısı Muhyiddin Efendi tarafından hazırlanan 26 Mart 1477 tarihli İstanbul ve Galata hane sayımı icmali elimizdedir. 1477’te İstanbul ve Galata’da 3.927 dükkan, 16.324 ev olmak üzere toplam 21.251 birim mevcuttur. Hanelerin 9.784’ü Müslümanlara, 6.540’ı gayrimüslimlere aittir. İstanbul’un verilerine ulaşabildiğimiz bu ilk sayımına göre, fetihten çeyrek asır sonra İstanbul’un imarı ve şenlendirilmesinin büyük ölçüde başarıldığı görülüyor.
Bu başarıya paralel, şehrin kozmopolit bir dünya başkenti olması çok kısa sürede gerçekleşti. 2. Bayezid devrinde İspanya’dan kovulan Yahudilerin büyük çoğunluğu Selanik ve Bağdat’a, hatırı sayılır bir bölümü de İstanbul’a iskan edildi. Yavuz Sultan Selim ve oğlu Kanunî devirlerinde göçler ve fethedilen şehirlerden İstanbul’a sürgünler devam etti. 16. yüzyıl ortalarında İstanbul’un nüfusunun 400 bin seviyesine ulaştığı kabul edilir. Tabii bu arada işsiz-güçsüz maceraperestlerle Celalî isyanlarında çiftini-çubuğunu terketmek zorunda kalan topraksız aileler de İstanbul’a akın etti.
“İstanbul’un taşı toprağı altındır” diyerek memleketlerinden kopup gelen işsiz uşaklar, “bekâr odaları” tabir edilen yerlerde yaşardı. İstanbul’da asayişin ihlal edildiği en küçük hadisede bile, hükümetin ilk hedefi bu bekar odaları olurdu. Buralarda yaşayanlar memleketlerine gönderilmek üzere İstanbul’dan sürülürdü. Hatta 1527’de, Sultan Selim semtinde hırsızlık amacıyla girilen bir evin sahiplerinin öldürülmesi üzerine korkunç bir zulüm uygulanmış; İstanbul’da ne kadar ırgat, ekmekçi, mumcu, aşçı, odun yarıcı gibi genellikle bekarların icra ettikleri meslek mensupları bir anda suçlu ilan edilmişlerdir. İçlerinden hiçbirine hırsızlık ve cinayetin faili suçlaması yapılamamış olsa da, toplatılanlardan durumları şüpheli görülen 800 kadar insan çarşıda, pazarda, sokaklarda idam edilerek katledilmişlerdir.
17. ve 18. yüzyıllar
İstanbul’da 17. ve 18. yüzyıllarda ciddi bir sayım yapıldığına dair kayıt da yoktur. Klasik dönem uygulamalarında günümüzden farklı olarak sadece askerlik ve vergi tahsilatı açısından sayım yapıldığından, kadın nüfusuna değinilmiyordu. Ayrıca bazı sayımlarda hane ve dükkanlar sayılmış, bireyler sayılmamıştır. Gayrimüslimlerden alınan cizye vergisinin tespiti için semtlere ve mükellef adlarına göre düzenlenen cizye defterlerinden çıkarılacak sonuçlar da tam sayıyı tespite yetmemektedir.
Belli başlı kaynaklarda Osmanlı Devleti’nde ilk nüfus sayımının 1831’de yapıldığı belirtilmekle birlikte; 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılması sonrasında şehirde meskun ahali ile esnaf gruplarını da ele alan genel bir nüfus sayımı vardır; maalesef tüm defterleri, bilhassa icmalleri günümüze ulaşmamıştır.
Kırım Savaşı sonrasında başlayan ve 1877-78 Osmanlı-Rus ve Balkan Savaşları sonrası devam eden yoğun göç dalgası İstanbul’un nüfusunu olağanüstü arttırmıştır. 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sıralarındaki göçler de etkili olmuştur. Bu dönemlere ait sağlıklı istatistik veriler olmayınca nüfus tahminen belirtilebilmekte; 1 milyondan 1.5 milyona kadar sayılar söylenmektedir.
Fetihten itibaren 1870’e kadar yapılan sayımların hiçbirinde kadın nüfusu belirtilmez. 1870’te ise “Osmanlı nüfus tezkiresi” yani kimlik belgesi verilebilmesi için kadınların da sayılması istenilmişse de, gelen tepkiler üzerine birçok yerde kadınların sayılmasına imkan bulunamamıştır. 1882’de tepkilerin önü alınmış ve nüfus sayımı gerçekleşen kadınlara da kimlik belgesi verilmeye başlanmıştır. Pek güvenli olmayan 1905 ve 1914’teki sayımlardan sonra ilk defa 1927’de İstanbul’un nüfusu kesin olarak 806 bin rakamıyla tespit edilmiştir.
Nüfus ve gıda
İstanbul’un kalabalık nüfusunu besleyebilecek iaşenin sağlanması, eski devirlerin organizasyon imkanları dahilinde kolay değildi. Bilhassa temiz ve sağlıklı içme suyunun temini oldukça müşküldü. Roma ve Bizans döneminden başlayarak şehir merkezine uzak kaynaklardan su getirebilmek için inşa edilen su kemerlerinin beslediği açık ve kapalı sarnıçlarda biriktirilen sularla ihtiyacın giderilmesi sağlanıyordu. Türkler sarnıç suyuna rağbet etmez; bilhassa İstanbul ve çevresindeki kaynaklardan veya şehir içinde kaynak suyu akan çeşmelerden başka su içmezlerdi. Büyük külliyelerin çevresinde vakfedilen sebillerden ücretsiz dağıtılan suları içerler, bir kısım insan da su sakalarının kırbalara doldurup sokak sokak dolaşarak sattıkları suları içme suyu olarak kullanırdı.
Kanunî döneminde şiddetli bir sel sonucunda yıkılan ve tahrip olan tarihî su kemerlerinin eskisinden daha kapasiteli yapılmasına yönelik çalışmalara başlatılmıştı. Dönemin sadrazamı Semiz Ali Paşa bu noktadaki endişeleri ilginçtir: İstanbul’un her sokağına çeşme inşaı, birçok zenginin konaklarına su getirilmesi hayırlı ve sevap kazandıran işlerin en başında gelse de; böyle bir bayındırlık hamlesinin İstanbul’a olan rağbeti artıracağını; çiftini-çubuğunu bozanın soluğu İstanbul’da alacağını; bunların gelmesiyle bu kadar kalabalık bir nüfusun iaşe temininin zorlaşacağını ve fiyatların alabildiğine artarak sonradan gelecek padişahların çok sıkıntı çekeceğini belirtiyordu! Selaniki Mustafa Efendi de Tarih’inde “filhakika 30 sene sonraki müzayakayı (darlık-sıkıntı) haber vermişlerdir” diyerek Semiz Ali Paşa’nın endişelerinde haklı çıktığını vurgulamıştır.
Bu uyarılara o vakit kulak asılmamış ve Mimar Sinan öncülüğünde büyük bir mühendis ekibinin çabalarıyla İstanbul’un her köşesi suya kavuşturulmuştu. Gerçekten de halkın rağbeti iyice artmış, yerleşim için akın akın İstanbul’un yolu tutulmuştu. Zaman içerisinde taşradan ev göçünün yasaklanması için ardı ardına fermanlar yayınlanacak, İstanbul’a yerleşmek sıkı kurallara bağlanacaktır.
3.SELİM’İN EMİRLERİ
Mısır fellahları defedilsin
Dışardan göç engellensin
Çocuklar hamama sokulmasın
Sultan 3. Selim’in elyazısıyla Sadaret Kaymakamı’na yazdığı hatt-ı hümayundaki emirleri, devletin İstanbul’da Müslümanlarla gayrimüslimler arasında gözettiği dengeye ve sosyal hayattaki bazı hususlara dair önemli ipuçları içeriyor:
Orijinal metin:
Kaymakam Paşa
Şimden sonra bina olunan evler[e] tenbih edesin. Gâvur evleri gibi siyah laciverd boyamasınlar. Hem pek yüksek yapıyorlar. Âdetten ziyade yapmasınlar. Müslüman evleri siyah olmasın. Gâvur ve Yehûd evleri siyah olsun. Gâvur Müslüman belli olsun. Mimar ağayı çağırıp tenbih edesin. Hem Cumalarda ve tebdillerde görüyorum, miskinler gelip saillik ediyor. Onlar gelmek âdet değildir, tenbih edesin. Öyle yaralıları Miskinler’e göndertesin. Ve sair eli ayağı ve gözleri sağ olup kâra kesbe gücü yetenler sail[l]ik etmesinler. Ve külhânî çocuklarını külhana komasınlar ve sokaklardan men‘ ettiresin. Ve Mısır fellahlarını bunları def‘ ettiresin. Sağları men‘ def‘ ettiresin. Ve dışarıdan ev göçü her gün geliyor. Aslından beri yasak değil midir? Ona dahi tenbih edesin. Bunların men‘ olunacakların men, nefy olunacakların nefy ve Tersane’ye müstahak olanları Tersane’ye gönderesin. Ve külhânîleri Tersane’ye gönderesin hizmet etsinler.
Günümüz Türkçesiyle:
1. Müslümanlar evlerini siyah veya laciverde boyamasın, Hıristiyan ve Yahudiler siyaha boyasın ki Hıristiyan-Yahudi-Müslüman evleri farkedilsin.
2. Âdet olandan daha yüksek ev yapılmasın.
3. Cuma selamlıklarında ve tebdil-i kıyafet gezerken gördüğüm dilencilerden cüzzam yarası olanlar Karacaahmet Mezarlığı içinde bulunan Miskinler Tekkesi’ne gönderilsin.
4. Eli, ayağı, gözleri sağlam olup işe gücü yetenler dilencilik etmesin.
5. Çocuklar hamam külhanlarına sokulmasın, sokaklardan engellensin.
6. Mısır fellahları defedilsin.
7. Eskiden beri yasak olduğu halde her gün devam eden İstanbul’a dışarıdan ev göçü engellensin.
8. Bunlardan engellenecekler engellensin, sürülecekler sürgün edilsin, cezaya müstehak olanları Tersane’ye gönderilsin.
9. Külhânîler Tersane’ye gönderilsin, hizmet etsinler.