Evrendeki her şeyin insana hizmet için yaratıldığına ve “işine yaramayan” her şeyi yoketme hakkı olduğuna inanan hastalıklı kafa, 20. yüzyılı Türkiye’deki sokak hayvanları için bir vahşet dönemine çevirmişti. Geçen ay Meclis’te kabul edilen yeni yasa ise daha öncekilerden de büyük çapta bir köpek katliamının önünü açıyor.
Birçok araştırmacıya göre, yüzyıllarca İstanbul’un toplumsal yaşamının önemli unsurlarından biri olan sokak köpekleriyle insanlar arasındaki ilişki, 19. yüzyılda başlayan Batılılaşma hareketiyle birlikte bozulmaya başlamıştır. Araştırmacı-yazar İrvin Cemil Schick’e göre ise meselenin Batılılaşmayla bir ilgisi yoktur. Sokak köpekleriyle aramızdaki ilişkinin bozulma sebebi, kentleşme ve mekanlar arasındaki insan hareketliliğinin artmasıdır. Kentleşme, mahallelerarası bir ulaşım düzeyi gerektiriyor; köpekler ise bunu engelliyordu (Toplumsal Tarih, Sayı 200).
Daha eski tarihli örnekler olmakla birlikte bu durum 19. yüzyılda belirgin hâle gelmişti. 2 defa toplu hâlde Hayırsızada’ya sürülen, Alman İmparatoru 2. Wilhelm’in 1898’deki ziyareti öncesinde “sokakların temizlenmesi” bahanesiyle kıyıma uğrayan köpekler için İstanbul giderek zor yaşanır bir yere dönüşüyordu.
1908’de 2. Meşrutiyet’in ilanından sonra iktidara egemen olan İttihat ve Terakki döneminde, İstanbul’u köpeklerden temizleme hamlesi hız ve süreklilik kazandı. 2. Abdülhamid devrinde Avrupa’da yaşamak zorunda kalan birçok muhalif aydın, 2. Meşrutiyet’in ardından ülkeye geri dönmüştü. Bunlardan kimileri, Avrupa kentleriyle karşılaştırdıkları İstanbul’un durumundan memnun değildi: Altyapı berbattı, sokaklar düzensiz ve pisti, ulaşım yetersizdi; binlerce sokak köpeği de büyük bir dertti. Oysa İngiltere daha 18. yüzyılın sonlarında tüm sokak köpeklerini öldürmüştü. Yıllara yayılan bu itlaf kampanyası diğer ülkelerde de uygulanmış, 19. yüzyılın ilk yarısında Avrupa sokaklarında köpek kalmamıştı. Eğer İstanbul modern Avrupa şehirlerine benzeyecekse ilk iş köpeklerden kurtulmak gerekiyordu!
Köpekleri yoketme düşüncesinin en büyük savunucularından biri, Batılılaşma akımının önde gelen aydınlarından Doktor Abdullah Cevdet’ti. “Köpek düşmanı” olarak tanınmasına yol açacak İstanbul’da Köpekler adlı risalesini 1909’da Kahire’de yayımlamıştı. Risalede “Etiyle, sütüyle, yünüyle bize onca faydası olan koyunları boğazlıyoruz, parçalıyoruz, yiyoruz da; mahallelerimize taun saçan, sokaklarımızda bizi rahat gezdirmeyen, uykumuzu rahat uyutmayan bu köpeklere bu nâ-pâk, bu sefil, bu hafiyyeşiâr hayvanlara gösterdiğimiz alaka nedir?” diye soruyordu.
Artık insanlara ait alanları işgal ettiği düşünülen köpeklerin “gereksizliği”, eskiden olmadığı kadar yaygın bir düşünceydi. 29 Mayıs 1910’da (yani İstanbul’un fethinin yıldönümünde) köpeklerin Hayırsızada’ya sürülmelerine karar verildi. Kıskaçlarla toplanan onbinlerce köpek feryatlar içinde kafeslere yerleştirildi ve mavnalara yığılıp üzerinde ot bitmeyen Hayırsızada’ya yollandı.
Hayırsızada’da başıboş bir hâlde bırakılan, çuvallarla getirilen kuru ekmekle ve adadaki yetersiz suyla ayakta kalmaya çabalayan 80 bin köpek açlıktan, susuzluktan veya birbirini parçalayarak öldü; çığlıkları İstanbul’dan duyuluyordu. Buna rağmen kısa sürede şehirdeki köpek nüfusu yeniden onbinlerle ifade edilir duruma gelecekti.
İstanbul’un işgali döneminde, Fransız ve İngiliz askerlerin talebiyle sokak köpeklerini öldürme faaliyetlerine hız verildi. 1920’lerden itibaren sürekli hâle gelen köpek itlafının bir sebebi ise dönem dönem yaşanan kuduz paniğiydi. Kuduz, Louis Pasteur 1885’te aşısını keşfedene kadar kesin öldürücü bir hastalıktı. İnsanlara genellikte kuduz hayvanın ısırmasıyla bulaşıyor ve korkunç bir ölüme yol açıyordu. Pasteur’ün bulduğu aşı ölümleri engelliyordu ama etkili olması için 1 gün içinde yapılması gerekiyordu. Günümüzde diğer aşılar gibi küçük bir enjektörle koldan 4 doz uygulanan kuduz aşısı, 40-50 doz arası karından ve kocaman bir şırıngayla uygulanıyordu. Yani tedavisi de meşakkatli ve birçok insan için ürkütücüydü.
Belediye sokak köpeklerini zehirleyerek öldürüyordu. Bunun için sokaklara içine “striknin” adlı kuvvetli zehirden yapılma hapların konulduğu yiyecekler bırakılıyor, bunları yiyen köpekler saatlerce çırpınarak can veriyordu.
1912’de kurulup 1. Dünya Savaşı nedeniyle kapatılan ve Türkiye’nin ilk hayvanseverler derneği olan İstanbul Himaye-i Hayvanat Cemiyeti, 1924’te yeniden faaliyete başlamıştı. Cemiyet, 1927’de İstanbul Belediyesi’ne sokak köpeklerinin zehir yerine “acısız, insani ve fenni bir yöntem olan” gazla öldürülmesini ve yurtdışından gerekli donanımı getirtmeyi önerdi! Buna göre cemiyetin Nişantaşı’ndaki hayvan hastanesinde bir gaz odası oluşturulacak ve sokak hayvanları burada öldürülecekti. Belediye teklifi kabul edince gaz odası hemen oluşturuldu ve hayvanların bir bölümü burada öldürülmeye başlandı. Belediye hayvanların naklinin zor olması gerekçesiyle köpekleri zehirlemeye de devam edecekti.
Köpekler kadar tehlikeli sayılmasalar bile kuduz bulaştırabildikleri gerekçesiyle kediler de hedefteydi. Ancak zehirli yiyecekleri koklayıp uzaklaştıkları için kediler kıskaçlarla boğularak öldürülüyordu. Cemiyet, kedileri de gaz odasında “insani usullerle” öldürmeye başlamıştı. 1929 yılı Cemiyet raporunda “Hastanemizde 1 sene içinde 3 bin 309 köpek, 807 kedi, 47 beygir, insani bir tarzda öldürülmüştür” yazıyordu. 1930 rakamları ise 1309 köpek, 982 kedi, 27 beygirdi. Belediyenin zehirli yiyeceklerle öldürdüğü açıklanan köpek sayısı cemiyet tarafından öldürülenlerin 3-4 katı civarındaydı.
1932 yazında yaşanan kuduz paniği sonrası belediye ekipleri 24 saat köpek itlafına başladı. Köpek öldürüp kuyruğunu getirene de ödül veriliyordu. 4 ayda öldürülen köpek sayısı 40 bini geçmişti. 1950’lerden itibaren yoğun göçle kentin büyümesi ve gecekondu mahallelerinin ortaya çıkmasına kadar sokaklardaki köpek sayısı bir daha 1932’deki seviyeye ulaşamadı.
Gelişmiş ülkelerde artık sonu gelen kuduz vakalarının Türkiye’de görülme sebebi uzmanların tüm çağrılarına rağmen karantina uygulamasına gidilmemesiydi. Avrupa ülkeleri ve ABD, kuduz görülen bölgelerin 2 ay tecrit edilip hayvan giriş-çıkışına kapatılmasını öngören sıkı karantina uygulamaları sayesinde kuduzdan daha 1920’li yıllarda kurtulmuştu. O kadar ki, 1937’de İngiltere’de doktorların incelemesi için kuduz hayvan beyni bulunamamış ve Türkiye’den istenmişti. Salgının en önemli tedbiri olan karantina, Türkiye’de ancak 1960’lı yıllarda kural olarak uygulanmaya başlandı.
1930’lardaki düzeye ulaşmamakla birlikte sonrasında da sokak köpeklerinin itlafına devam edildi. 1949-1956 arasındaki 7 yılda İstanbul’da 141 bin 713 köpek ve 1639 kedi öldürüldü. Öldürülen köpek sayısı 1960’larda yıllık ortalama 7 bin, 1970’lerde 5 bin civarındaydı.
Sokak hayvanları için en kötü dönemlerden biri de 12 Eylül 1980 darbesiyle başladı. Darbecilerin İstanbul Belediye Başkanı atadığı Abdullah Tırtıl, 26 ekibin gece-gündüz sokak hayvanlarını öldürmeye başladığını açıklayıp vatandaşlardan destek istemişti. Kedileri koyduğu çuvalın ağzını bağlayıp denize atanlara bile rastlanıyordu. Belediye zehirleme için 60 yıl öncesinde olduğu gibi “striknin” hapı kullanıyor, hayvanlar ıstırap çekerek ölüyordu. Üstelik o yıllarda aşı teknolojisi artık iyice gelişmişti ve sokak hayvanlarına önleyici kuduz aşısı yapmak zehirlemekten daha ucuza maloluyordu.
1984’te İstanbul Belediye Başkanı seçilen ve bir seferinde hayvan hakları savunucularını “Güney Kore’den turist getirtip sokak köpeklerinin hepsini yedireceğim!” diye tehdit eden Anavatan Partili (ANAP) Bedrettin Dalan döneminde de sokak hayvanlarının öldürülmesine devam edildi. 1987 yazında ANAP’lı belediye başkanları yurt genelinde bir katliam dalgası başlattılar. Dalan, Kore’den turist getirtme projesini hayata geçirememişti ama belediye ekipleri yaz boyunca kedi-köpek avındaydı. İzmir Belediye Başkanı Burhan Özfatura ile Vali Vecdi Gönül, itlaf kampanyasında halktan destek istiyor; Temmuzda Bursa Belediye Başkanı Ekrem Barışık’ın 1747 kedi ve köpeği fırında diri diri yaktırdığı ortaya çıkıyordu.
Ak Parti iktidarının geçen ay cansiparane bir mücadele vererek geçirdiği, 17 maddelik “160 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” de İttihat Terakki dönemini, 1930’ları ve 1980’leri hatırlatacak, hattâ o zamankileri aratacak çapta bir köpek katliamının önünü açma potansiyeli taşıyor.
Halbuki, 2004’ten beri yürürlükte olan yasa, belediyelere hem barınak açma hem de hayvanları toplayarak düzenli kısırlaştırma yapma sorumluluğu vermişti. Belediyelerin ezici çoğunluğu bu görevi yerine getirmedi. Bu işler için ayrılması gereken bütçeler 20 yıl boyunca kimbilir nerelere harcanırken, kısırlaştırma görevini yapmayan belediyeler yüzünden sokak hayvanlarının sayısı katlandıkça katlandı. Şimdi bunun bedeli sokak hayvanlarına ödetilmek isteniyor.
Eski yasaya göre, sokaktaki hayvanları tedavi ya da kısırlaştırma amacı olmaksızın toplayıp yerinden etmek kanunen yasaktı. Yeni yasa, sokaktaki tüm köpeklerin toplanarak sahiplendirilinceye kadar barınaklarda bakılmasına hükmediyor. Yerel yönetimlere ise barınak kurmaları ve mevcut şartları iyileştirmeleri için 31 Aralık 2028’e kadar süre tanınıyor.
Birçok kişinin sokak köpeklerine sağlıklı yaşam sunan bir çeşit bakımevi ya da pansiyon zannettiği barınaklar, aslında birer cezaevi ve hattâ toplama kampı. Bunu bir kenara bıraksak bile, 20 yıl boyunca “topla, aşıla ve kısırlaştır, yerine bırak” diye özetlenebilecek, çok daha kolay bir işi yapmayan belediyeler; 4 yıl içinde hükümetin açıklamasına göre sayıları 4 milyon olan sokak köpeğini barındıracak kapasitede barınaklar kurmak zorunda. Şu anda ülke genelindeki 322 barınaktaki toplam kapasitenin 105 bin olması bile bunun imkansıza yakın olduğunu gösteriyor.
Yasa metni özellikle muğlak ifadelerle doldurulmuş. Örneğin, “olumsuz davranışları kontrol edilemeyen” köpeklerin veteriner gözetiminde öldürülebileceği belirtiliyor. Artık isteyen belediye, sokakta havladığı gerekçesiyle topladığı köpekleri bile “olumsuz davranışlarını kontrol edemedik” diye öldürebilecek. Daha Meclis görüşmeleri sürerken yasadan cesaret alan bazı belediyelerle “sivil caniler” de işe koyuldular ve Türkiye’nin her yanından köpek katliamı haberleri gelmeye başladı. Bunlar yakın gelecekte neler olabileceği net bir şekilde gösteriyor.
Dergimizin Aralık 2016 tarihli 31. sayısının kapak konusunu Türkiye’de hayvan hakları ihlallerinin tarihine ayırmış; Osmanlı döneminde el üstünde tutulan, mahallenin sakini kabul edilen sokak hayvanlarının toplu hâlde katledilmeye başlandığı 20. yüzyılı “sokak hayvanlarının en kötü yüzyılı” olarak nitelendirmiştik. Yanılmışız; büyük konuşmuşuz. Hayvanların en kötü yüzyılı yeni başlıyormuş.
Kedi katliamının sonu farelerin istilası oldu
1937 yılında kedilerin toplu hâlde öldürülmesi sonrası İstanbul’u fareler istila edince kedi öldürmek yasaklanmıştı. Birkaç ay önce kedi öldürene para ödülü veren belediye, esnafa kedi beslemeyi tavsiye ediyordu.
İstanbul’da 1932’deki kuduz paniği sırasında onbinlerce köpeğin öldürülmesinden sonra, yeni hedef kedilerdi. 1937’de başını gazeteci-yazar Vâlâ Nureddin’in çektiği kedi karşıtı bir kampanya başladı. Kedileri “kaplan cücesi yaratık” olarak adlandıran Vâlâ Nureddin, “köpeklerin hepsini öldürmüş olsak bile kediler de kuduz yayabilir” demekteydi. Çağrısı karşılıksız kalmadı ve kedi itlafına başlayan İstanbul Belediyesi ayrıca kedi getirenlere 5 kuruş ödeneceğini duyurdu. Sokaklarda kedi avı başlamıştı. Normalde ayda 100-200 kedinin öldürülmek üzere getirildiği Hayvanları Himaye Cemiyeti’ne “kampanya”nın ilk 4 gününde teslim edilen kedi sayısı 2300’dü. Birçok ev kedisi de dışarıda oldukları sırada kedi toplayanların çuvallarına tıkılmaktan kurtulamamıştı.
Birçok uzman kedilerin tükenmesi durumunda ortalığı farelerin saracağı ve bunun daha tehlikeli olduğuna dikkati çekiyordu. Cumhuriyet gazetesi 1900 yılında Fransa’nın birçok kentinde kediler öldürüldüğü için ortalığı farelerin istila ettiğini, Fransızların Tunus ve Cezayir’den kedi getirmek zorunda kaldığını hatırlatıyordu. Bu uyarıları yapanların haklı olduğu birkaç ay sonra anlaşıldı ve 1938 başlarında İstanbul fare istilasına uğradı. Gazetelerin ilan sayfaları fare zehiri reklamlarıyla dolup taşıyor, birkaç ay önce kedileri öldüren belediyeler, gıda maddesi satan dükkanlara kedi beslemelerini tavsiye ediyordu. Durum daha da tehlikeli bir hâl alınca kedi öldürülmesi yasaklandı. Yaz aylarından itibaren kedi sayısının yeniden artmasıyla fare sorunu da bitti.