Kasım
sayımız çıktı

Lozan ve İnönü eleştirileri gerçeklerle örtüşüyor mu?

100 YILLIK TARTIŞMA

24 Temmuz 1923’te imzalanan ve Türkiye tarihinin en önemli dönemeçlerinden olan Lozan Antlaşması’nı ve Antlaşma’nın Türkiye adına mimarı İsmet İnönü’yü eleştiren, bu sayede de Cumhuriyet devrimini kötülemeye çalışan tutum bugün de sürüyor. Bunun gerçeklere hiç uymayan, tümüyle siyasal ve ideolojik bir tutum olduğu açıktır.

Bu ay Lozan Antlaşma­sı’nın yüzüncü yılını kutluyoruz. 24 Temmuz 1923’te imzalanan antlaşma, ülkemizin tarihinde çok önemli bir dönemeçtir. Kapitülasyon­lar bu antlaşmayla kaldırılmış ve Türkiye Devleti egemenlik haklarını tümüyle kullanabilir hâle gelmiştir. Sırf bu özelli­ğiyle Lozan Antlaşması’nın Türkiye açısından gayet başarılı bir uluslararası hukuk belgesi olduğunu söyleyebiliriz, zira kapitülasyonlardan vazgeçen İtilâf Devletleri bunu yalnızca verilen bir söz üzerine, yani yeni Türkiye Devleti’nin çağdaş hukuk ilkelerinin henüz yaşa­ma geçirilmediği bir dönemde kabul etmişlerdir. İlk biçim­lendiğinde “Ahd-ı millî” adını taşıyan, daha sonra ise “Mîsâk-ı millî” olarak tanınacak belge­nin belki de en somut olarak dile getirmiş olduğu istek (Madde 6) böylece gerçekleşmiş oluyordu.

Mîsâk-ı Millî metninde Türkiye’nin ödemeyi kabul ettiği Osmanlı borçları konu­sunda da Lozan’da başarılı bir tez savunan Türk temsilcileri, alınan borçlarla yapılan birçok yatırımın Türkiye toprakları dışında kaldığına, bu nedenle de borçların Osmanlı İmpara­torluğu’ndan ayrılmış ülke­ler arasında adil bir biçimde paylaşılması gerektiğine vurgu yapmış ve görüşlerini kabul ettirmişlerdir. Türkiye toprak konusunda da başarılı olmuş ve Balkan Savaşı’nda Yunanis­tan’ın ele geçirmiş olduğu Boz­caada ve Gökçeada, Çanakkale Boğazı’nın çıkışını denetler bir konumda bulunduklarından Türkiye’ye geri verilmiştir.

resim_2024-08-31_211039739
Lozan’daki Rumine Sarayı’nda yapılan imza töreninde Türk heyeti. Soldan itibaren Hasan (Saka) Bey, İsmet Paşa ve Dr. Rıza Nur  

Bütün bunlara karşın Lozan Antlaşması’nın Mîsâk-ı Millî’yi gerçekleştirmekten çok uzak olduğuna dair Lozan Konfe­ransı sırasında iddialar ortaya atılmış olduğu gibi, günümüzde de böyle bir görüş öne sürenler vardır. Konferans sırasında ortaya atılan iddiaların doğ­ru olmadığını ve muhalefet çevrelerinin suret-i haktan görünerek, sırf muhalefet yapmış olmak için muhalefet yaptıklarını daha önce yazmış­tık (Bkz. #tarih, sayı 100). Lozan Antlaşması’nı ve Antlaşma’nın Türkiye adına mimarı İsmet İnönü’yü eleştiren, bu sayede de Türkiye’de yaşanan Cumhuri­yet devrimini kötülemeye çalı­şan bu tutum bugün de sürüyor. Bunun gerçeklere hiç uymayan, tümüyle siyasal ve ideolojik bir tutum olduğu açıktır. Ne var ki, Mîsâk-ı Millî’nin özgün metnine çok az yayında rast­lanmasından ötürü, ülkemizde bu aldatmacalara kanan çok yurttaş olduğu da maalesef bir gerçek. Dolayısıyla, yeraltı zen­ginliklerimizi kullanmayacağı­mıza ilişkin garantiler verildiği, hattâ madenlerimizin betonla kapatıldığı ya da Antlaşma’nın yüz yıl için geçerli olduğu gibi bir dizi zavallı şehir efsanesi­ni bir yana bırakıp, genellikle toprak konularına odaklanan eleştirileri burada bir kez daha yanıtlamamız doğru olacaktır.

belge
24 Temmuz 1923 tarihli Tevhîd-i Efkâr gazetesinin manşeti: “Bugün sulh bayramı, hakiki halas ve istiklâl bayramıdır.”

Lozan Antlaşması’nı eleş­tirenler, Musul-Kerkük yö­resiyle bugün Hatay İli olan İskenderun Sancağı’nı Mîsâk-ı Millî sınırları içine alırlar. Bu noktada haklı gibi görünüyor olmalarının nedeni, 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Bırakış­ması sırasında Musul, Antakya ve İskenderun’un henüz İtilâf Devletleri askerlerince işgal edilmemiş olmasıdır. Ancak, resmî Osmanlı görüşüyle kale­me alınmış olsa da Mîsâk-ı Millî metnini hazırlayanlar ezici bir çoğunlukla Türk milliyetçisiy­diler ve bu nedenle çoğunluk nüfusu Türk olmayan bu yerler son Osmanlı Meclis-i Mebusa­nı’nda temsil edilmedikleri gibi, daha sonra Türkiye Büyük Mil­let Meclisi’nde (TBMM) de temsil edilmeyeceklerdi. Ermeni işga­lindeki Kars, Yunan işgalindeki Edirne’yle İzmir ve Fransız işgalindeki Adana’nın bu mec­lislerde temsil edilmiş olması da Musul ve İskenderun’un Osmanlı-Türk seçkinlerince gözden çıkarılmış olduğunu gösteriyordu ve Lozan’daki İtilâf Devletleri temsilcilerine Mîsâk-ı Millî sınırları içinde olduklarını anlatmak tümüyle imkansızdı.

Burada ilginç bir ayrıntı da İskenderun Sancağı’nın zaten 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Antlaşması’yla Fransız mandası altında kalacak olan Suriye’ye bırakılmış olmasıdır. Bu antlaş­manın da ilginç bir ayrıntısı var. Nitekim Ankara Antlaşması’nın metninde Fransa, İskenderun Sancağı’ndaki Türk varlığının özel durumunu göz önünde bu­lunduracağına dair bir garanti vermiştir. Yani Sancak Türkleri, her ne kadar nüfusun yalnız­ca yüzde 38’ini oluşturuyor idiyseler de ekilebilir toprak­ların neredeyse yüzde 90’ına sahip olduklarını kendilerini unutmuş ya da sırf etnik nüfus temelinde bakarak gözden çıkarmış olan TBMM Hükü­meti’ne anlatmışlar ve sonuçta bu özel durumlarının dikkate alınmasını sağlamışlardır.

Ege adalarının Yunanis­tan’dan geri alınmamış olması da bir başka eleştiridir ve hangi açıdan bakarsak bakalım, neredeyse gülünç denebilecek, tümüyle temelsiz bir yaklaşım sergiler. Bu yaklaşımda iki saçmalık birden vardır. Balkan Savaşı’nda yitirilmiş adaların Anadolu Savaşı’ndaki zaferle geri alınabileceği düşünülmek­te, yani Lozan Konferansı’nın Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren konferanslardan biri olduğu unutulmaktadır. Öte yandan, Türkiye ile Yunanistan arasında nüfus mübadelesi yapılmasının karara bağlandığı bir ortamda nüfuslarının yüzde 90’ı Rum/ Hellen olan adaların Türkiye’ye katılabilecek olması beklen­mektedir.

belge 2
Lozan Antlaşması’nın imzalandığı 24 Temmuz sabahı İsmet Paşa’nın Lausanne’dan İstanbul’a çektiği telgrafla gönderilen tebrik kartı. “Lozan: Sulh akdolunmuştur. Tebrik ederim.”

Batı Trakya konusunda Mîsâk-ı Millî’nin plebisit istemesinde de Ege adaları­nın durumuna benzer, ama uluslararası hukuk açısın­dan daha da kabul edilemez bir boyut vardır. Nitekim Yunanistan Başbakanı Elef­terios Venizelos bunu Lozan’da dile getirmiştir: Yunanistan, Batı Trakya’yı Osmanlı İmpara­torluğu’ndan ya da Türkiye’den değil, Bulgaristan’dan almış­tır. Mîsâk-ı Millî’nin, 30 Ekim 1918’deki cephe hattını vurgu­larken Trakya’da 1913 sınırla­rını zımnen tanımış olduğunu da hatırımızda tutacak olursak, söz konusu beklentinin hiç de gerçekçi olmadığı kolayca görülür. Unu­tulmaması ve TBMM Hükümeti’nin başarı ha­nesine yazılması gereken son bir nokta da 30 Ekim 1918’deki cephe hattının Elviye-i selâse’yi, yani Kars, Ar­dahan ve Batum sancaklarını da kapsadığı ve Ankara’nın başlan­gıçta buna karşı çıkan Bolşevik Hükümeti’ni –Batum kenti hariç olmak üzere– buna ikna etmiş olmasıdır.

Nüfus mübadelesi ve tartışmalar

Zamanında pek üzerinde durulmayıp çok sonradan görülmeye başlanan dolaylı bir Lozan eleştirisi de Türkiye ile Yunanistan arasındaki nüfus müba­delesine ilişkindir. İki ülkede de ciddi bir insanlık trajedisi yaşanmasına neden olan bu kararın, doğrudan doğruya söylenmese de, o sıralarda Türkiye ve Yunanistan’da iktidarda olanların aşırı ulusçuluklarının sonucu olduğu ima edilir. Bu yaklaşım, çok önemli iki tarihsel olguyu gözardı eder. Bunların birincisi, Ege bölgesi Rumlarından bazılarının hemen 1919 Mayıs’ından itibaren göster­dikleri Yunanistan sempatileri karşısında Müslüman halkın takındığı tavırdır. Nite­kim nüfus mübadelesi, Batı Anadolu’da 1919’da toplanan kongrelerin istekleri arasında önemli bir yer tutuyordu. Dola­yısıyla, mübadelenin, en azından Türkiye için, halktan kaynaklanan bir gelişme olduğunu teslim etmek gerekir. Kaldı ki mübadele, o dönemde hiç de yadır­ganan bir mesele değildi; zira Balkan Savaşları sonrasında, savaşlarda taraf olmuş bütün ülkeler arasında önemli nüfus değiştokuşları gerçekleşmişti.

Unutulan ikinci olgu ise, yine birçok Batı Anadolu Rumunun Yunan ordusuna gö­nüllü veya zorunlu olarak katılmış olması­dır. Bunların, her şey olup bittikten sonra hiçbir şey olmamış gibi evlerine dönüp Türk komşularıyla yanyana yaşayabil­meleri pek mümkün değildi. Bu yüzden, Büyük Taarruz sonrasında Batı Anado­lu’da yaşanan korkunçlukların arkasında Yunanistan’dan gelmiş askerlerden ziyade, bu Anadolu Rumlarının olduğunu bile düşünebiliriz.  

resim_2024-08-31_211400918