24 Temmuz 1923’te imzalanan ve Türkiye tarihinin en önemli dönemeçlerinden olan Lozan Antlaşması’nı ve Antlaşma’nın Türkiye adına mimarı İsmet İnönü’yü eleştiren, bu sayede de Cumhuriyet devrimini kötülemeye çalışan tutum bugün de sürüyor. Bunun gerçeklere hiç uymayan, tümüyle siyasal ve ideolojik bir tutum olduğu açıktır.
Bu ay Lozan Antlaşması’nın yüzüncü yılını kutluyoruz. 24 Temmuz 1923’te imzalanan antlaşma, ülkemizin tarihinde çok önemli bir dönemeçtir. Kapitülasyonlar bu antlaşmayla kaldırılmış ve Türkiye Devleti egemenlik haklarını tümüyle kullanabilir hâle gelmiştir. Sırf bu özelliğiyle Lozan Antlaşması’nın Türkiye açısından gayet başarılı bir uluslararası hukuk belgesi olduğunu söyleyebiliriz, zira kapitülasyonlardan vazgeçen İtilâf Devletleri bunu yalnızca verilen bir söz üzerine, yani yeni Türkiye Devleti’nin çağdaş hukuk ilkelerinin henüz yaşama geçirilmediği bir dönemde kabul etmişlerdir. İlk biçimlendiğinde “Ahd-ı millî” adını taşıyan, daha sonra ise “Mîsâk-ı millî” olarak tanınacak belgenin belki de en somut olarak dile getirmiş olduğu istek (Madde 6) böylece gerçekleşmiş oluyordu.
Mîsâk-ı Millî metninde Türkiye’nin ödemeyi kabul ettiği Osmanlı borçları konusunda da Lozan’da başarılı bir tez savunan Türk temsilcileri, alınan borçlarla yapılan birçok yatırımın Türkiye toprakları dışında kaldığına, bu nedenle de borçların Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmış ülkeler arasında adil bir biçimde paylaşılması gerektiğine vurgu yapmış ve görüşlerini kabul ettirmişlerdir. Türkiye toprak konusunda da başarılı olmuş ve Balkan Savaşı’nda Yunanistan’ın ele geçirmiş olduğu Bozcaada ve Gökçeada, Çanakkale Boğazı’nın çıkışını denetler bir konumda bulunduklarından Türkiye’ye geri verilmiştir.
Bütün bunlara karşın Lozan Antlaşması’nın Mîsâk-ı Millî’yi gerçekleştirmekten çok uzak olduğuna dair Lozan Konferansı sırasında iddialar ortaya atılmış olduğu gibi, günümüzde de böyle bir görüş öne sürenler vardır. Konferans sırasında ortaya atılan iddiaların doğru olmadığını ve muhalefet çevrelerinin suret-i haktan görünerek, sırf muhalefet yapmış olmak için muhalefet yaptıklarını daha önce yazmıştık (Bkz. #tarih, sayı 100). Lozan Antlaşması’nı ve Antlaşma’nın Türkiye adına mimarı İsmet İnönü’yü eleştiren, bu sayede de Türkiye’de yaşanan Cumhuriyet devrimini kötülemeye çalışan bu tutum bugün de sürüyor. Bunun gerçeklere hiç uymayan, tümüyle siyasal ve ideolojik bir tutum olduğu açıktır. Ne var ki, Mîsâk-ı Millî’nin özgün metnine çok az yayında rastlanmasından ötürü, ülkemizde bu aldatmacalara kanan çok yurttaş olduğu da maalesef bir gerçek. Dolayısıyla, yeraltı zenginliklerimizi kullanmayacağımıza ilişkin garantiler verildiği, hattâ madenlerimizin betonla kapatıldığı ya da Antlaşma’nın yüz yıl için geçerli olduğu gibi bir dizi zavallı şehir efsanesini bir yana bırakıp, genellikle toprak konularına odaklanan eleştirileri burada bir kez daha yanıtlamamız doğru olacaktır.
Lozan Antlaşması’nı eleştirenler, Musul-Kerkük yöresiyle bugün Hatay İli olan İskenderun Sancağı’nı Mîsâk-ı Millî sınırları içine alırlar. Bu noktada haklı gibi görünüyor olmalarının nedeni, 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Bırakışması sırasında Musul, Antakya ve İskenderun’un henüz İtilâf Devletleri askerlerince işgal edilmemiş olmasıdır. Ancak, resmî Osmanlı görüşüyle kaleme alınmış olsa da Mîsâk-ı Millî metnini hazırlayanlar ezici bir çoğunlukla Türk milliyetçisiydiler ve bu nedenle çoğunluk nüfusu Türk olmayan bu yerler son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda temsil edilmedikleri gibi, daha sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) de temsil edilmeyeceklerdi. Ermeni işgalindeki Kars, Yunan işgalindeki Edirne’yle İzmir ve Fransız işgalindeki Adana’nın bu meclislerde temsil edilmiş olması da Musul ve İskenderun’un Osmanlı-Türk seçkinlerince gözden çıkarılmış olduğunu gösteriyordu ve Lozan’daki İtilâf Devletleri temsilcilerine Mîsâk-ı Millî sınırları içinde olduklarını anlatmak tümüyle imkansızdı.
Burada ilginç bir ayrıntı da İskenderun Sancağı’nın zaten 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Antlaşması’yla Fransız mandası altında kalacak olan Suriye’ye bırakılmış olmasıdır. Bu antlaşmanın da ilginç bir ayrıntısı var. Nitekim Ankara Antlaşması’nın metninde Fransa, İskenderun Sancağı’ndaki Türk varlığının özel durumunu göz önünde bulunduracağına dair bir garanti vermiştir. Yani Sancak Türkleri, her ne kadar nüfusun yalnızca yüzde 38’ini oluşturuyor idiyseler de ekilebilir toprakların neredeyse yüzde 90’ına sahip olduklarını kendilerini unutmuş ya da sırf etnik nüfus temelinde bakarak gözden çıkarmış olan TBMM Hükümeti’ne anlatmışlar ve sonuçta bu özel durumlarının dikkate alınmasını sağlamışlardır.
Ege adalarının Yunanistan’dan geri alınmamış olması da bir başka eleştiridir ve hangi açıdan bakarsak bakalım, neredeyse gülünç denebilecek, tümüyle temelsiz bir yaklaşım sergiler. Bu yaklaşımda iki saçmalık birden vardır. Balkan Savaşı’nda yitirilmiş adaların Anadolu Savaşı’ndaki zaferle geri alınabileceği düşünülmekte, yani Lozan Konferansı’nın Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren konferanslardan biri olduğu unutulmaktadır. Öte yandan, Türkiye ile Yunanistan arasında nüfus mübadelesi yapılmasının karara bağlandığı bir ortamda nüfuslarının yüzde 90’ı Rum/ Hellen olan adaların Türkiye’ye katılabilecek olması beklenmektedir.
Batı Trakya konusunda Mîsâk-ı Millî’nin plebisit istemesinde de Ege adalarının durumuna benzer, ama uluslararası hukuk açısından daha da kabul edilemez bir boyut vardır. Nitekim Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos bunu Lozan’da dile getirmiştir: Yunanistan, Batı Trakya’yı Osmanlı İmparatorluğu’ndan ya da Türkiye’den değil, Bulgaristan’dan almıştır. Mîsâk-ı Millî’nin, 30 Ekim 1918’deki cephe hattını vurgularken Trakya’da 1913 sınırlarını zımnen tanımış olduğunu da hatırımızda tutacak olursak, söz konusu beklentinin hiç de gerçekçi olmadığı kolayca görülür. Unutulmaması ve TBMM Hükümeti’nin başarı hanesine yazılması gereken son bir nokta da 30 Ekim 1918’deki cephe hattının Elviye-i selâse’yi, yani Kars, Ardahan ve Batum sancaklarını da kapsadığı ve Ankara’nın başlangıçta buna karşı çıkan Bolşevik Hükümeti’ni –Batum kenti hariç olmak üzere– buna ikna etmiş olmasıdır.
Nüfus mübadelesi ve tartışmalar
Zamanında pek üzerinde durulmayıp çok sonradan görülmeye başlanan dolaylı bir Lozan eleştirisi de Türkiye ile Yunanistan arasındaki nüfus mübadelesine ilişkindir. İki ülkede de ciddi bir insanlık trajedisi yaşanmasına neden olan bu kararın, doğrudan doğruya söylenmese de, o sıralarda Türkiye ve Yunanistan’da iktidarda olanların aşırı ulusçuluklarının sonucu olduğu ima edilir. Bu yaklaşım, çok önemli iki tarihsel olguyu gözardı eder. Bunların birincisi, Ege bölgesi Rumlarından bazılarının hemen 1919 Mayıs’ından itibaren gösterdikleri Yunanistan sempatileri karşısında Müslüman halkın takındığı tavırdır. Nitekim nüfus mübadelesi, Batı Anadolu’da 1919’da toplanan kongrelerin istekleri arasında önemli bir yer tutuyordu. Dolayısıyla, mübadelenin, en azından Türkiye için, halktan kaynaklanan bir gelişme olduğunu teslim etmek gerekir. Kaldı ki mübadele, o dönemde hiç de yadırganan bir mesele değildi; zira Balkan Savaşları sonrasında, savaşlarda taraf olmuş bütün ülkeler arasında önemli nüfus değiştokuşları gerçekleşmişti.
Unutulan ikinci olgu ise, yine birçok Batı Anadolu Rumunun Yunan ordusuna gönüllü veya zorunlu olarak katılmış olmasıdır. Bunların, her şey olup bittikten sonra hiçbir şey olmamış gibi evlerine dönüp Türk komşularıyla yanyana yaşayabilmeleri pek mümkün değildi. Bu yüzden, Büyük Taarruz sonrasında Batı Anadolu’da yaşanan korkunçlukların arkasında Yunanistan’dan gelmiş askerlerden ziyade, bu Anadolu Rumlarının olduğunu bile düşünebiliriz.