Bu ay #tarih’te yeni bir bölüme başlıyoruz. Sanat tarihçisi Hayri Fehmi Yılmaz, İstanbul’un çok bilinen noktalarının az bilinen tarihini anlatıyor. İlk bölümde rotamız Sultanahmet Hipodromu, Osmanlı dönemindeki adıyla At Meydanı. Bizans İmparatoriçesi’nin gençliğindeki erotik dansları, Türklerin ilk uçma denemesi; Düğümlü Baba’nın, Server Dede’nin, Şeyh İsmaili Maşuki’nin hikayeleriyle bir Sultanahmet turu…
Laf ne zaman tarihten açılsa konu bir noktada o malum yere gelir: “İnsanın önce kendi sokağının, mahallesinin tarihini öğrenerek başlaması lazım bu konulara. Kendi tarihini bilmeyen başkasının tarihini ne bilsin!”
Başta kulağa klişe gibi gelse de doğruluk payı büyüktür. Mahallenin, sokağın, köşedeki eski çeşmenin, yan sokakta her gün önünden geçtiğiniz o kâgir binanın bir tarihi var. Üstelik şöyle bir tozunu aldığınızda insana bambaşka ufuklar açacak bir tarih. Büyük resme hâkim olma veya genel-büyük lafların cazibesiyle atlanan bu tarih, aslında dünyanın bugününü anlamamızda büyük önem taşır.
Sanat tarihçisi ve arazi uzmanı Hayri Fehmi Yılmaz’la birlikte, bu sayıdan başlayarak hazırlayacağımız sayfalarda İstanbul’a işte biraz da bu gözle bakıyoruz. Bu ilk bölüme “gayet iyi bildiğimiz” Sultanahmet semtiyle; Roma döneminde hipodrom olarak kullanılan, Osmanlı erken döneminde At Meydanı diye adlandırılan bölgenin az bilinen tarihiyle başladık.
Antik Çağ’dan bugüne, Bizanthion’dan İstanbul’a kentin gelişimine yön veren 1600 yıllık bu meydanı Hayri Hoca anlattı, biz dinledik, aktardık.
Üzerinde yüzlerce düğümlenmiş iple adeta bir şaman gibi dolaşan Düğümlü Baba’yı… Osmanlı Sultanı Ahmet’in genç yaşta kendi külliyesini yaptırırken amel defterinin kapanmaması için gösterdiği özeni… Adımlarken 1600 yıl öncesinde başlayıp 21. yüzyılda bitirdiğiniz bir merdivenin hikayesini… Şeyh İsmail Maşuki’nin bugün binaların arasında sıkışan türbesini… Bir vakitler devlet memurlarının kabri başında bir Fatiha okumadan göreve başlamadığı, memuriyet isteyenlerin kapısında dua ettiği Tapu Dairesi binasının içinde yatan Server Dede’yi…
1- TARİHİN EN UZUN ÖMÜRLÜ HİPODROMU
Seyyahlar gezi, anlattı, bugüne taşıdı
İstanbul’un 2 bin yıldır dünyaya açılan yüzü
Bizans Hipodromu, Osmanlıların At Meydanı ve sonrasında Sultanahmet Meydanı… Kaynaklara göre hipodrom 193-211 arasında hüküm süren Roma İmparatoru Septimius Severus zamanında yapılıyor ve bir diğer Roma İmparatoru Konstantin döneminde yenileniyor. Neredeyse 2 bin yıldır kente gelen neredeyse herkes, her ziyaretçi buraya mutlaka geliyor. Bizantion’da da, Kostantiniyye’de de, İstanbul’da da… Yani üç kentte de aynı şey geçerli. Bizans ve Osmanlı döneminde de şehre gelen seyyahlar özellikle buraya geliyor, geziyor, anlatıyor. Gelen hükümdarlar burada ağırlanıyor; at yarışlarının yanısıra çok farklı eğlenceler düzenleniyor.
Antik Çağ’da son atyarışları
Antik Çağ’da birçok yerde hipodrom var. Roma’da, Antakya’da, Milano’da… İmparatorluk sarayı olan yerlerde bulunan hipodromlar, yaklaşık 6. yüzyıldan sonra terkediliyor. Burası ise 1204’e kadar çok düzenli olmasa da yaşamaya devam ediyor. Dünyanın en uzun yaşayan hipodromu ve çok büyük ihtimalle Antik Çağ’da atyarışı geleneğinin son bulduğu yer de burası.
Zeus’un Anısına
Müstakbel kraliçe Theodora ve erotik gösterisi
Hipodromda Bizans döneminde erotik kabul edilebilecek gösteriler dahi yapılıyordu. Bizanslı tarihçi Prokopios’un anlattıkları doğruysa, daha sonra imparatoriçe ama öncesinde halktan biri olan Theodora da burada çalışmış. Prokopios, birçok benzeri gibi Theodora’dan ve bütün güçlü kadınlardan nefret eden bir tarihçi. Onun anlattığına göre Theodora’nın babası, bir ayı oynatıcısı. Ayı oynatma geleneği o zamanlardan bize kadar gelmiş. Theodora da bu gösteriler sırasında çeşitli şovlar yapar, soyunur ve vücuduna darı taneleri dökermiş. Kuğular gelip o taneleri çıplak vücudundan toplarmış. Hipodromdaki beyler de mutluluktan uçarlarmış.
Aslında bu hikayenin başka bir altmetni de var. Tanrı Zeus, Leda’yla kuğu kılığına girerek çiftleşmiş meşhur hikayeye göre. Yani kuğu, Theodora’nın vücudundaki darı tanelerini toplamaya geldiğinde belki de halkın zihninde bu eski efsane tekrar yaşatılıyordu. O dönem tabii herkes Hıristiyan ama, Zeus da arada uğrasa fena olmaz!
2- SULTAN AHMET’İN KENDİ TASARLADIĞI TÜRBE
Osmanlılar ve meydan algısı
Külliyenin duvarına insanlar da otursun diye
İstanbul’un fethinden sonra Hipodrom bir meydan olarak kaldı. Anıtlar, heykeller de korundu. Türkler onlara tılsımlı anlamlar yüklediler ve bunları enteresan hatıralar olarak sakladılar. Zamanla meydanın etrafında saraylar inşa edildi. 1609’da oldukça genç yaştaki Sultan Ahmed bu bölgeye büyük bir cami yaptırmak istedi. Ulema karşı çıktı, “İhtiyaç yok” dediler. Fakat sultan ısrar etti ve caminin yanında medreseden sıbyan mektebine, hamamdan imarete, hastaneden çeşme ve sebillere kadar birçok yapı inşa ettirdi. Muhtemelen kendisinin tasarlattığı türbe ise onun ölümünden sonra yapıldı. Külliye ve türbe, hipodromun hemen bitişiğindeki kısma ve hatta kısmen üzerine inşa edildi. Böylece ziyaretçilerinin daha çok olması umut ediliyordu.
Avlu duvarından meydanı izlemek
Türbenin ve caminin hipodroma bakan kısmında uzun bir avlu duvarı yer alıyor. Duvar pek çok pencereyle yan tarafındaki meydana açılıyor. Meydana bakan tarafına bir de taş set inşa edilmiş. Bu oturma amaçlı hazırlanmış bir set ve ta o zaman, insanların türbe ve cami duvarına oturup meydanı izlemesi düşünülmüş. Bugün de insanlar burada oturmaya devam ediyor. Meydan algısını anlamak açısından çok önemli. Mimari olarak bir avlu duvarı önünde onunla birleşmiş ve insanların oturması için bir taş set oluşturuyorsunuz ve gözünüzü rahatsız etmiyor. Duvarın bir başka ilginç yönü de meydandaki anıtları referans alarak hazırlanmış olması. Yani camiye paralel değil, meydandaki dikilitaşlara paralel.
Darülkurra ve Kur’an-ı Kerim
Türbeye üç yönden ‘dua akışı’ sağlanmış
Sultan Ahmed türbesi yapılırken, tam sandukasının hizasına gelen noktada duvara bir sebil yapılmış. Sultanahmet Camii’nin ve külliyenin her tarafında sebil ve çeşme çok. Toplamda 16 adet var. Buradaki sebilin yer aldığı ve sultanın sandukasına bakan duvar penceresine, hem daha büyük hem de diğer pencerelerden farklı olarak pirinçten bir şebeke (parmaklık) yapılmış. Başınızı kaldırınca pencereden sultanın sandukasını görüyorsunuz. Yani sebilden su içtiğinizde hemen karşınızdaki sultanı “görerek” bir hayır duası okuyabiliyorsunuz.
Tam karşı cephede, bugün artık kapalı olan bir sokakta da aynı sebil sistemi var.
İslâm inancına göre öldükten sonra üç çeşit insanın amel defteri kapanmıyor: Hayır işi yapan, hayırlı evlat yetiştiren ve arkasında ilim eseri bırakan. Osmanlılar da amel defterleri kapanmasın diye bu üçünü de yapmaya çalışıyor. Ne yazık ki epeydir bu sebillerden su ikram edilmiyor. Elbette dünya çok değişti ama, bu çok insani ve tarihî detayların bugün de hayata geçmesi için biraz çaba harcayamaz mıyız?
Sultan Ahmed ilginç bir dua sistemi istemiş ve hemen bitişiğe bir Darülkurra (Kur’an öğretilen ve okunan yer) yaptırmış. Osmanlı geleneğinde Kur’an, ölüler için değil yaşayanlar için okunuyordu. Bu bakımdan türbenin içinde değil hemen bitişiğine inşa edilen Darülkurra’da Kur’an okunması istenmiş. Ancak türbenin iki penceresi Darülkurra’ya açılıyor ve bu pencereler açıldığında burada okunan Kur’an-ı Kerim sesi doğrudan sultanın sandukasının bulunduğu yere ulaşıyormuş. Yani sultan türbesinin iki yanında sebilden ve bir üçüncü tarafta Darülkurra’dan gelen dualarla üç yönden bir “dua akışı” sağlanıyormuş. Bugün artık Darülkurra’dan sultana Kur’an sesleri ulaşmıyor. Darülkurra, Türbeler Müzesi’nin deposu durumunda ne yazık ki.
19. yüzyıldan gerçek bir efsane
Dertleri kilitleyen bir ‘şaman’: Düğümlü Baba
Meczupluk bir değişiktir Osmanlılarda. Aklı siz bırakırsanız meczup, akıl sizi bırakırsa deli oluyorsunuz. Bugün Sultan Ahmed türbesinin meydana bakan yüzündeki pencerelerden içeriye bakarsanız, bu civarın çok meşhur bir meczubunun modern mezartaşını görürsünüz: Düğümlü Baba.
Amasralı garip bir beyefendi Düğümlü Baba. 150 yıl kadar önce İstanbul’da yaşamış. Kaftanında, asasında, sarığında, cübbesinde bir sürü ip asılı olurmuş. Adeta bir şaman gibi. Vezirler, memurlar, evhanımları, cariyeler… Aklınıza kim gelirse, gidip ona sıkıntısını söylermiş; o da bu derdi dinledikten sonra üzerindeki çaputlara bir düğüm atarmış. Yani üzerinde yüzlerce düğüm olan ve bu meydanda dolaşan bir adammış Düğümlü Baba. İstanbullular o dönem çok seviyor Düğümlü Baba’yı.
Bugün Türk-İslâm Eserleri Müzesi olan İbrahim Paşa Sarayı’ndaki bir tekkeye gömülmüş ilk olarak. Orası müze haline getirilirken de kabri taşınmış. Keşke meydanın bir köşesine bir heykeli yapılsa! Ne kadar güzel bir görüntü olur. Ne yazık ki hiçbir ressamımız resmini çizmemiş. Kimse heykelini yapmamış. Fakat asası türbede. Üzerindeki düğümler de hâlâ duruyor. Asa, geçen sene Türbeler ve Müzeler Müdürlüğü’nün çabaları ile restore edildi ve bir süre türbede sergilendi.
3- MEYDANI KORUYAN AZİZE VE İKİ SARAY
Eski Adliye Sarayı’nın sınırları
Azize Euphemia, Antiochos ve Lausos Sarayları
Hipodrom Meydanı’nın üst tarafında, bugün Adliye Sarayı’nın yer aldığı bölgenin yanındaki alanda iki büyük saray kalıntısı ortaya çıkarıldı. Bunlardan biri Antiochos, diğeri Lausos Sarayı. Antiochos Sarayı daha sonra Kadıköy’ün meşhur azizesi Euphemia Martirionu’na dönüştürülmüş. 626’da Sasaniler Kadıköy’e gelince bu azizenin kutsal kabul edilen relikleri/kemikleri hemen buraya taşınmış. Sarayın salonu onun türbe binası olmuş. Osmanlılar geldikten sonra azizenin kemikleri Rum Patrikhanesi’ne gitmiş ama buradaki kalıntılar yerlerinde kalmış. Zamanla tahrip olup yıkılan yapı toprak altında kalınca, üzerinde bir mahalle oluşmuş. Buraya mimar Sedad Hakkı Eldem’in projesiyle büyük bir adliye binası yapılmak istenmiş. Sultanahmet Meydanı’nı da işgal edecek bu projeyi, arkeolojik kalıntılar durdurmuş.
Rahmetli Semavi Eyice Hoca anlatmıştı: Anıtlar Kurulu’nda Sedat Hakkı Bey “O proje oraya kadar gidecek” diye masaya yumruğunu vururmuş, Semavi Eyice Hoca da “Gidemez, arkeolojik kalıntılar var” diye yumruklarmış masayı. Nihayetinde arkeolojik kalıntının etkileyici mimarisinin ve gelebilecek eleştirilerin de etkisiyle Semavi Hoca’nın dediği olmuş ve adliye binasının bu uzantısı iptal edilmiş.
4- ÜÇ BİN YILLIK OBELİSK VE YILANLI SÜTUN
En eski sanat eseri: Dikilitaş
Büyük şehir olmanın şartı: Obeliske sahip olmak
Meydandaki dikilitaş bir Mısır obeliski. Yaklaşık 3500 yıl önce Mısır’da 3. Tutmosis zamanında yapılıyor. 4. yüzyılda İstanbul’a getiriliyor. Antik Çağ’da Mısır’ın dışında sadece Roma ve İstanbul’da obelisk vardı. 19. yüzyılda Londra, Paris ve New York, “Biz de varız ve biz de isteriz” dediler. Bunun üzerine Osmanlıların ırsî Mısır valileri olan hıdivler, bu ülkelere birer obelisk gönderdi. Böylece modern dünyanın üç büyük kenti de obelisklerine kavuşmuş oldu.
İlk olarak Mısır’a dikildiğinde en uzun obelisklerden biriymiş; fakat yaklaşık üçte birlik kısmı getirilirken ya İskenderiye’de ya da İstanbul’da düşüp kırılmış. Mısır’da Karnak Tapınağı’nın üzerinde bu obeliskin bir resmi var; bu nedenle üzerindeki hiyeroglif yazıları biliyoruz ve yaklaşık üçte birlik kısmının eksik olduğunu buradan anlıyoruz.
Bu anıt, İstanbul’da görebileceğimiz en eski sanat eseri. Türkçe ismi de harika. “Dikilitaş” meydanın ortasında yükselen bu koca taşa verilebilecek en güzel isim.
Türklerin tarihteki ilk uçma denemesi
800 yıl kadar önce 2. Kılıçarslan’ın İstanbul ziyareti sırasında bir Türk obeliskin tepesine çıkıp uçmak istiyor. Yani Türklerin ilk uçma denemelerinden birisi bu meydanda gerçekleşiyor. O zat obeliske tırmanıyor; herhalde kaftanının yenlerini kanat gibi kullanmayı hesaplıyor. Bizanslılar çok heyecanlanıyorlar fakat zavallı atladığı anda rüzgar kesiliyor ve yere çakılarak ölüyor.
Dört mevsim açıkta duran 2500 yıllık eser
Yılanlı Sütun derhal müzeye kaldırılmalı!
Meydandaki Yılanlı Sütun, birbirine sarılmış üç yılan… 31 Yunan şehir devletinin Perslere karşı birleşerek MÖ 479’daki Platea Savaşı’nı kazanmasının ardından zaferin anısına yapılmış. Önce Delfi’deki Apollo Tapınağı’nın önünde duruyor, daha sonra buraya getiriliyor. Aslında iki metre daha uzun ve devamında üç yılanın başları var. Onun üzerinde bir tepsi ve onun da üstünde bir kazan bulunuyor. Sanırım 2500 yaşında olup, hâlâ bir meydanda durmaya devam eden böyle bir heykel göremezsiniz. Aslında burada da açıkta durması büyük ayıp. Kara, yağmura, güneşe maruz kalmaya devam ediyor. Tüm dünyada yapıldığı gibi bizde de bu sütunun özel iklimlendirilmiş bir ortama alınıp, meydana da bir replikasının konulması lazım. Anıt şu anda tahrip olmaya devam ediyor. Üzerinde çatlaklar var. Bu anıt, dünyanın gözleri önünde harap olacak ve o zaman bu kentin yöneticileri, kültür insanları, sanatçıları, korumacıları, gençleri, sanat tarihçileri, arkeologları, sivil toplum örgütleri olarak hepimiz çok utanacağız.
5- SERVER DEDE VE BİR SARAY HATIRASI
Tapu kadastro binası
Devlet memuru olan, kapısında dua okur
Sultanahmet Meydanı’nda yer alan bir başka yapı ise Defter-i Hakani Nezareti. Yani Osmanlı devletinin tapu ve kadastrodan sorumlu bakanlık binası. Bugün de Tapu Kadastro Müdürlüğü’nün binası olarak kullanılıyor. Bu binanın içerisinde de bir türbe var: “Memurların evliyası” olarak bilinen Server Dede Türbesi. Normalde binaya işi olmayanın girmesi yasak ama Server Dede’yi ziyaret etmek isteyenlere izin veriliyor.
Server Dede’nin Defter-i Hakani’de çalışan bir memur olduğu, Padişah 1. Mahmut’un ya da bir sadrazamının veya vezirinin kendisine öfkelenerek idamını emredip infaz ettirdiği, fakat daha sonra bu kararından pişman olan sultanın kendisine bu binanın içerisinde bir mezar yaptırttığı söyleniyor. İdam kararına giden süreç de ilginç bir hikaye: Gece defterhaneden bazı defterler isteniyor. Defterlerin akşam namazı sonrası dışarı çıkarılmasının yasak olduğunu söyleyen nöbetçi memur Server, emre karşı geldiği için idam ediliyor. Ancak sabah diğer katipler bu felaketi görünce durumu şikayet edip eski kanunnamelerdeki kayıtları hatırlatıyor. Bu efendinin şehit olduğuna karar veriliyor.
Server Dede’nin mezarı ölümünden sonra devlet kapısında bir memuriyet isteyenlerin ve memuriyete yeni başlayanların uğrak yeri olmuş. Server Dede’nin ruhuna dua etmeden devlet kapısında işe başlanmıyor. Server Dede’ye dua ettikten sonra rüşvet alan, görevi suistimal eden memurların ise vay haline…
İbrahim Paşa Sarayı
Tarihî cumba, bir seyir noktasıydı
İbrahim Paşa Sarayı’nın meydana bakan yüzünde çok çarpıcı bir cumba göze çarpar. Bu cumbanın olduğu kısım, sarayın divanhanesidir. Uzun bir süre boyunca yokolan, daha sonra Cumhuriyet dönemi restorasyonlarıyla yeniden yerine konulan cumbayı, o döneme ait minyatür ve gravürlerden biliyoruz. Sarayda yaşayanlar da meydanı bu cumbadan seyrediyorlardı. Özellikle meydanda yapılan büyük düğünler ve esnaf alaylarında eğlenceler, tam da bu çıkmanın önünde olurdu. İbrahim Paşa Sarayı sonrasında arslanhane, depo, mehterhane derken hapishaneye dönüştürülünce cumba da yokolmuş. İstanbul’un en eski çıkmalarından birisidir. Duvarlardaki izler dikkatle takip edilerek yapılan başarılı bir restorasyonla tekrar İstanbul’a kazandırıldı.
6- ÇUKUR ÇEŞME VE İSMAİL MAŞUKİ TÜRBESİ
Bizans lahdinden inşa edilen çeşme
‘Haç’tan çıkan su afiyetle içilirdi
Hipodrom Meydanı’nda az bilinen bir başka anıt da Çukur Çeşme. Muhtemelen 17. yüzyıldan. Kitabesi yok. Çeşmeye bakınca yapımında bir Bizans lahtinin ve bir Bizans levhasının kullanıldığını görürsünüz. Bu lahdin üzerindeki haçlardan ikisi, tam çeşmeden suyun aktığı kısma denk gelir. Bir haç da sol kısımda yer alır. Anladığımız kadarıyla çeşmeyi inşa edenler de, sonradan kullanan insanlar da üzerinde haç bulunan bir yapıdan su içmeyi hiç mesele etmemişler. Bu çeşmeye meydandan rampayla iniliyordu ve suyu bu bölgeden geliyordu. Hemen arkasında Bizans döneminden kanallar ve tüneller var.
İsmail Maşuki / Üçler Mescidi
Kellesi koltuğunun altında hakkını arayan evliya
Çukur Çeşme’nin üzerinde Üçler Mescidi diye bilinen yapı ne yazık ki bugün yokolmuş durumda ve yerinde bir otopark var. Otoparkın bir köşesindeki incir ağacının altında da Irakizadeler diye bilinen Üçler’in mezarları yer alıyor. Üçler’in bağlı olduğu Melami Şeyhi İsmail Maşuki, hatırasına buraya önce bir namazgah, sonrasında mescit yapılmış. Yaklaşık 50 metre ileride de İsmail Maşuki’nin makamı yer alıyor. Aslında Maşuki’nin İstanbul’da iki kabri var: Biri burada, diğeri Rumelihisarı’nda Kayalar Mescidi’nin haziresinde. Sultanahmet Meydanı’ndaki kabir çok bilinmiyor. Eskiden bir kahvenin içindeydi, şimdi bir otelle bitişik. İki mezar yeri olmasının sebebi de şu: Rivayet o ki, burada Kanunî’nin emriyle katledilen şeyhin ve müritlerin bedenleri Kadırga’dan denize atılmış. İnanışa göre bu cesetler başlarını koltuklarının altına alıp Kandilli bahçesine, Rumelihisarı’na kadar denizin üstünden gitmişler ve Kanunî’nin huzurunda başları koltuklarının altında bir zikir yapmışlar. Kanunî çok üzülmüş ve şeyh onun emriyle Kayalar Mescidi avlusuna gömülmüş. Meydandaki mezar çok sonra yapılmış bir hatıra mezarı, bir “meşhed” olmalı. Bugünkü mezartaşının on iki dilimli Bektaşi tacı şeklinde olması, Melami şeyhine bu cemaatin sahip çıktığını gösteriyor.