Bir dönem tanığı olduğumuz ulusal bayramları düşündükçe, ister istemez “Nerede o eski ulusal bayramlar” diyeceğimiz hâle gelmişiz. Bunlar cumhuriyetimizi kutsayan, yücelten, anılması gereken bayramlar. Ama dikkatten kaçırılmaması gereken çok önemli bir ortak özellikleri de vardır: Tümü aslında birer “Atatürk Bayramı”dır.
Son iki ay içinde kutladığımız iki ulusal bayram, beni bunların geçmişi üzerine düşünmeye yönlendirdi. Aynı zamanda yaşadığım süreçte, içinde bizzat yer aldığımız ve önce belleklerimizde izler bırakmış olan, sonraları çektiğim fotoğraflarla da kayda geçirdiğim bayramları düşünmeye çalıştım bir bir.
Hani dinî bayramlar için söylenmiş bir nostaljik söz vardır: “Nerede o eski bayramlar”. Benim çocukluğumda, gençliğimde, hatta olgunluk çağlarımda tanığı olduğumuz ulusal bayramları düşündükçe, ister istemez “Nerede o eski ulusal bayramlar” da diyeceğimiz hâle gelmişiz.
Önce bu bayramların özüne bakalım: Bunlar cumhuriyetimizi kutsayan, yücelten, anılması gereken bayramlar. Ama dikkatten kaçırılmaması gereken çok önemli bir ortak özellikleri de var: Tümü aslında birer “Atatürk Bayramı”dır.
19 Mayıs: Gençlik ve Atatürk’ü anma…
Diyelim 19 Mayıs, bu nedir? 1919’un bu tarihî günü, uzun bir savaş sonucu yenilmiş, toprak kaybetmiş, Mondros ve Sevr ile tutsaklığı tasdik edilmiş, başkenti ve en kritik noktaları işgale uğramış bir vatanı bir ulusu kurtarma yolunda; Mustafa Kemal adındaki bir paşanın bütün olasılıkları sezip, planlayıp, azimle Samsun’a ayak bastığı bir gün. Üç yıldan fazla sürecek bir kutsal savaşın başlangıç günü. Bunun elbette sembolik bir değeri var.
Atatürk’ün yazdığı Nutuk, “1919 senesi 19’uncu günü Samsun’a çıktım” tümcesi ile başlıyor. 10 sayfa kadar o anda ülkenin içinde bulunduğu durum ve koşullar açıkça ortaya konuyor. Durum o kadar içkarartıcı ki, herhangi bir kişinin karamsarlığa kapılmaması mümkün değil.
Ülkenin savaşa girmesine neden olanlar can derdine düşmüş, yurtdışına kaçmışlar. Saltanat ve hilafet makamını işgal eden Vahdettin, ikircikli bir ruh hali içinde yalnızca şahsını ve tahtını koruma kaygısıyla tedbirler aramakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki kabine, çaresizlik içinde, haysiyetsiz, yüreksiz bir biçimde padişaha bağlı; onunla birlikte kendilerini koruyacak herhangi bir çözüme razı.
Ordunun elinden bütün silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta. İtilaf Devletleri barış koşullarına uysun uymasın istedikleri bölgeleri bir bahane uydurup işgal etmekte. Devletin başkenti İstanbul, İtilaf’ın donanma ve askerleri tarafından işgal altında. Adana Fransızlar, Urfa, Maraş, Antep İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyanlar cirit atıyor. Samsun ve Merzifon’da İngiliz askerleri var. Henüz dört gün önce, 15 Mayıs’ta, İngiltere’nin teşvik ve himaye ettiği Yunanlılar İzmir’e çıkmış.
Ülkenin her köşesinde Hıristiyan azınlıklar içten içe bir kaynama içinde. Düşmanlarla işbirliği girişimleri mevcut. Mavri Mira cemiyeti Karadeniz ve Ege bölgesinde Rum egemenliği kurma amacını güden çetelerin oluşmasına gayret etmekte. Karadeniz illerinde Pontus cemiyeti ilerleme kaydedip durmakta. Ermenilerin buna paralel faaliyetleri var.
Halkımızda derinden derine işleyen bir direnç ruhu varsa da, kötümserlik hakim. Çoğu kimse, “İtilaf’ı hedef almak, düşmanca davranmak onların öfkesini kabartır; devlete ve millete daha çok zarar verebilir” düşüncesine sahip. “Zaten tükenmiş olan egemenlik hakkını İngilizlerle ya da Amerikalılarla paylaşmak bir çıkar yol olabilir” diye düşünenler epeyce. İstanbul’da İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kurulması da kimi aydınların Amerikan mandasını önermesi de bu kötümserliğin dışavurumu. Vahdettin’in yanısıra Damat Ferit, Dahiliye Nazırı Ali Kemal, Sait Molla gibi birçok kişi buna benzer düşüncelerle bir ihanet çemberine içine düşmüş hâlde.
Öte yandan Anadolu’nun çeşitli yerlerinde ve Trakya’da ülkeyi savunma amacı güden dernekler kurulmuş ve kurulmakta. Mustafa Kemal Paşa bu tür girişimlerin önderleri ile daha İstanbul’da iken bağlantı kurmuş.
İşte bu durum ve koşullar içinde Atatürk’ün kafasındaki billurlaşmış düşünce kendisinin de belirttiği gibi: “Türk milleti haysiyetli ve şerefli bir ulus olarak yaşamalıdır. Bu esas ancak eksiksiz bir bağımsızlıkla sağlanabilir. Ne kadar zengin ve rahat olursa olsun, bağımsızlığı olmayan bir ulus, uygar olanlar karşısında uşak olmak durumundan yüksek bir tutuma lâyık sayılamazlar. Yabancı bir devletin himayesine sığınmak insanlık niteliklerinden yoksunluğu, miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Türkün haysiyet ve öz değerine saygısı çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulusun esir yaşamaktansa yokolması daha iyidir. Bundan dolayı, Ya istiklâl ya ölüm!” idi. Kurtuluşun parolası bu olmalıydı.
Kurtuluşun ilk adımı olan 19 Mayıs’ın bir ulusal bayram olarak kabul edilmesinden farklı bir şey düşünülemez. Geleceğin gençleri akılca ve bedence sağlıklı kuşaklar olarak yetiştirileceklerdir. Onun için bu bayram, spor yapılan alanlarda, o alanlardan taşan bir coşku ile kutlanmalıdır.
23 Nisan Egemenlik ve Çocuk Bayramı
Mustafa Kemal’in Samsun’da başlayan hareketi, 25 Mayıs’tan 12 Haziran’a kadar Havza’da kısa bir bekleme süreci ile devam eder. Yıllardan beri cepheden cepheye koşarak savaşlar içinde yaşamaktan sağlık durumuna gereken dikkati gösterememiştir. Bu süre içinde Anadolu’nun her köşesinden istihbarat toplamakta ve durum değerlendirmesi yapmaktadır. “Millî Mücadele” denilen hareketin ilk genelgesi Havza’dan yayınlanmıştır. Yurdun her yanına yayılan bu genelge ile, vatanın her köşesinden işgallerin protesto edilmesi, bu konuda mitingler yapılması istenmiştir. Bu yolla İstanbul Hükümeti’nin ve askerlerinin ve işgale yönelen büyük devletlerin dikkati çekilecektir. Bir bahane yaratmamak amacıyla Hıristiyan halka zarar verilmeyecektir. Ulusun geleceğini yine ulusun kendisi belirleyecektir.
Bu ilk genelge İstanbul Hükümeti’ni harekete geçirmiş ve Mustafa Kemal geri çağrılmıştır. O ise ilk anda “kömür ve benzin yetersizliği dolayısıyla geri dönemiyorum” gerekçesiyle adeta alay edercesine gönderdiği yanıtla bir süreliğine oyalama taktiğine başvurmuş; ideali istikametinde yoluna devam etmiş ve izleyen günlerde Amasya’ya geçmiştir.
Amasya’da 20. Kolordu Kumandanı Ali Fuat Paşa, 3. Kolordu Kumandanı Refet Bey, Hamidiye zırhlısı kahramanı,eski Harbiye Nazırı Rauf Bey, Erzurum’dan 15. Kolordu Kumandanı Kâzım Karabekir, Edirne’den 1. Kolordu Kumandanı Cafer Tayyar Bey başta olmak üzere birçok üst rütbeli asker kişinin telgraflarla oluru üzerine, Mustafa Kemal Paşa daha güçlü ve kapsamlı bir şekilde Amasya Genelgesi’ni hazırlamış ve yaymıştır. Genelge 10 Temmuz’da toplanacak olan Erzurum Kongresi’ne çağrı niteliğindedir. Delegeler vilayetlerin “Müdafaa-i Hukuk-u Milliye ve Reddi İlhak cemiyetleri ve belediyeler tarafından seçilecektir.
Erzurum ve onu izleyen Sivas Kongrelerinin ayrıntılı öyküleri oldukça bilinen ve kolayca ulaşılır konular. Oralara hiç girmeyelim. O süreç bizim kurtuluş tarihimizde kongreler dönemi olarak bilinir.
Ege yöresindeki vatansever halkın kendiliğinden örgütleşerek topladıkları, Yunan işgalinin hemen öncesindeki İzmir Kongresi’yle başlayan ve daha sonra Alaşehir ve Balıkesir Kongreleri sayesinde sağlanan cephe faaliyetleri şeklinde sürdürülen Kuvayı Milliye eylemine paralel olarak, Mustafa Kemal Paşa’nın Doğu’da izlediği rota boyunca Erzurum ve Sivas Kongreleri, vatan sathında daha güçlü bir birliğin doğmasını sağlamıştır. Bu faaliyetler bir ulusal meclisin provaları gibiydi ve o provalar nihayet Ankara’da meyvesini verdi.
İstanbul’daki meclis İngilizler tarafından basılmış ve belli başlı üyeleri Malta’ya sürülmüşlerdi. Mustafa Kemal’in yolunu ne azledilmiş olması ne de hakkında çıkarılan idam fermanı kesebilmişti. İstiklaline âşık Ankara halkı onu bağrına basmıştı. Yurdun her yanından seçilmiş üyelerle 23 Nisan 1920 tarihinde henüz çatısı kiremitlerle örtülmemiş bir binada Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmıştı. Mustafa Kemal ve arkadaşları açılıştan önce Hacıbayram camiinde dua etmişlerdi.
“Büyük devletler çok güçlü, onlarla başaçıkılmaz” diyenlere Mustafa Kemal’in “Onlar güçlü olabilir, ama bizim onların gücünden daha üstün bir gücümüz var, çünkü biz haklıyız” dedirten o çelik iradenin bir eseriydi bu başlangıç. Bağımsızlık savaşımız bireysel girişimlere, kahramanlıklara değil, halk iradesine dayandırılan bir meşruiyete sahip kılınmıştı. Bu Atatürk olarak andığımız o yüce kişinin önce Türk ulusuna armağan ettiği, bütün dünyaya örnek olduğu tarihî bir gündür. Kurtuluş Savaşımız bu meclisle meşruiyet temelinde zafere kavuşmuştur. O kadar da değil, henüz ufuklarda görülmeyen, hemen hemen hiç kimsenin aklına getirmediği, hedefi demokrasi yani halk yönetimi olan bir cumhuriyetin mayasının atıldığı gündür 23 Nisan. Bayram olmayı hak etmiş bir dönüm noktasıdır.
1927’de Himaye-i Etfal Cemiyeti 23 Nisanı “Çocuk Günü” olarak ilân etmişti. 1929’da Atatürk, daha önce “Hakimiyet-i Milliye Bayramı” olarak bilinen günün aynı zamanda “Çocuk Bayramı” olarak da kutlanmasını beyan ederek, bunu Türk ve dünya çocuklarına armağan etti. Atatürk iki büyük eserini birleştirerek, genç cumhuriyetin yetişecek kuşaklarla birlikte bir coşku içinde gelişmesi arzusunu dile getirmişti. 23 Nisan’lar sadece bir bayram değil, Çocuk Esirgeme kurumu aracılığıyla yeni kuşaklara destek olma günü olarak kutlanmaya başladı.
Son zamanlarda. Çocuk Esirgeme Kurumu’nun işlevsiz hale sokulduğuna, bağımsız kurum olmaktan çıkarılıp, devlet malı haline getirildiğine; çok değerli malvarlığının devlet tarafından yabancılara ve bir takım şirketlere satılmak üzere çalışmalar yapıldığına ve TOKİ alanları ilân edildiğine tanık olmaktayız. Üzüntü verici bir durum.
30 Ağustos Zafer Bayramı
Bundan ötesi, artık “Türk’ün ateşle imtihanı” ya da çete savaşlarından düzenli orduya geçiş ile “Millî Mücadele” günleri…
10 Nisan’da Şeyhülislâm Dürrizade Abdullah’ın Kuvayı Milliye aleyhine fetvası yayınlanır. 16 Nisan’da Ankara Müftüsü Börekçizade’nin bu fetvaya yanıt olarak “olaylara ters düşen ve uygun olmayan fetvalara uyma zorunluluğu yoktur” anlamındaki fetvası yayınlanır. Bu fetva Anadolu’nun pekçok köşesindeki müftüler ve din adamları tarafından onaylanır.
Önce Adnan Adıvar ve eşi Halide Edip, Hüsrev Gerede başta oymak üzere önemli kişiler Ankara’ya gelmeye başlamışlardır. Hemen ertesi günü İsmet İnönü, Celalettin Arif ve Saffet Arıkan gelirler. Meclisin açılışından önce dünyaya Ankara’nın sesini duyurmak üzere Anadolu Ajansı kurulur.
Mustafa Kemal Paşa önce Ankara istasyonundaki direksiyon binasına yerleşmiştir. Daha sonra Keçiören taraflarındaki Ziraat Mektebi’ne taşınmıştır. İdari işlerini daha çok Meclis binasındaki özel odasında yönetirken bir yandan da Ziraat Mektebi’nde kendisiyle gelen heyete yeni katılımlarla bir Genelkurmaylık bürosu kurmuş gibidir. Yunanlılarla savaşın planları burada yapılacaktır.
Sevr Antlaşması’nın tarafı olan İngiltere, Fransa, İtalya, Polonya, Romanya, Çek Devleti, Sırp-Hırvat-Sloven ittifakı, Ermenistan, Belçika, Hicaz aç kurtlar gibi her biri bir pay kapma peşindeydiler. Anadolu bir yandan İngiliz ve Fransızların Güneydoğu’daki işgal hareketleriyle bunu önlemeye çalışan millî kuvvetlerin savaşlarına sahne olurken; batıda Yunan ordusu biri Manisa-Salihli hattı, biri Menderes vadisi boyunca diğer biri de Aydın üzerinden olmak üzere üç koldan ilerlemiş, yine millî kuvvetlerin cansiparane savunmalarına karşın işgal “Milne Hattı’ denilen sınıra kadar dayanmıştı. İşgal altındaki halk sıkıntı içindeydi. Bu yetmezmiş gibi bir çok yerde vatan toprakları bir kısmı yerel inisiyatiflerle, daha çoğu dış güçlerin ve İstanbul hükümetinin teşvikiyle sayısız ayaklanmalara sahne olmaktaydı.
Kuzey Ege ve Marmara bölgesinde “Kuvayi İnzibatiye” namı altında İstanbul’dan fetvalı Anzavur Ahmet’in Kuvayı Milliye’ye karşı harekâtları en akılda kalan faaliyettir. Bunun yanında, İngiliz parmağı olan Ali Batı ve Ali Galip olayları; Bozkır ve Düzce ayaklanmaları; Şeyh Eşref’in Hart isyanı; Apa, Dinek ve Demirkapı çarpışmaları; Yozgat, Çapanoğlu, Zile, Aynacıoğlu ayaklanmaları; Urfa bölgesindeki Milliî Aşiret olayı; Fransız ve İngiliz kışkırtması ile Kürt Teali Cemiyeti’nin desteklediği Cemil Çeto ayaklanması; Kula bozgunculuğu; Konya’da Koçgiri’de meydana gelen olumsuz durumlar; Karadeniz bölgesinde Pontus kıpırdanmaları; Demirci Efe’nin ve Çerkez Ethem’in genel çizgiden ayrılmaları hep halledilmesi gereken sorunlar yumağıydı. Düşmanla savaşırken bunlar önemli başağrılarıydı.
1. İnönü zaferinin içte dışta çok olumlu etkileri olmuş, TBMM’nin itibarı artmıştı. Albay İsmet Bey artık İsmet Paşa’dır. 16 Mart 1921’de Moskova ile bir antlaşma yapılmış, İtilaf Devletleri Sevr Antlaşması’nın koşullarını gevşetme teklifleri getirmeye başlamışlardı. Düzenlenen Londra Konferansı’nda Türkiye teklifleri reddetti ve 23 Mart’ta Yunanlar yeniden hücuma geçtiler; ancak düzenli ordu karşısında başarı kazanamadılar. Mustafa Kemal’in’ün ifadesiyle bu zafer “Sadece düşmanı değil, Türk’ün ters giden talihini çeviren bir zafer”di.
23 Ağustos 1921 tarihinde Yunanlar çok güçlü kuvvetlerle saldırıya geçtiler. Sakarya Savaşı adı verilen hadise 22 gün 22 gece sürecek ve bizzat Mustafa Kemal Paşa tarafından yönetilecektir. Bir kaza sonucu kaburga kemiklerindeki kırıklar nedeniyle büyük acılar çekmesine karşın yenilmez azmi sayesinde bu savaş da büyük bir zaferle taçlandırılmıştır.
Sakarya Muharebesi doğuda ve batıda Türklerin kolay lokma olmadığını ortaya koymuştu. 26 Ağustos 1922 sabahı Dumlupınar’da başlayan Türk taarruzu gerçek bir Başkomutanlık Savaşı’dır. Dört gün içinde Yunan ordusu bitirilmiştir. 30 Ağustos’ta Gazi’nin “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” emriyle ordumuz bozguna uğrayan düşmanı 9 Eylül’e kadar kovalamış, savaş İzmir’in kurtuluşu ile fiilen sona ermiştir 18 Eylül’de Batı Anadolu’da hiçbir Yunan kuvveti bırakılmamıştır.
Başkomutan Gazi Mustafa Kemal’in yönetimindeki Türk Ordusu’nun vatanı kurtaran bu büyük zaferi elbette bayram olmayı haketmiş bir zaferdir ve 30 Ağustos Zafer Bayramı kahraman askerimize adanmıştır.
Ve 29 Ekim…
Büyük zaferden sonra Ankara’daki Büyük Millet Meclisi tam bir meşruiyet kazanmıştı. Padişah Vahdettin bir İngiliz donanma gemisiyle kaçmıştı. İstanbul hükümetinin hiçbir hükmü kalmamıştı. Mudanya Silah Bırakışması’ndan sonra Lozan Barış görüşmeleri başlamıştı. Lozan Konferansı pek kolay geçen süreç değildi. İtilaf Devletleri’nin temsilcileri olaya Sevr Antlaşması’nın bir revizyonu gözüyle bakmak istiyorlardı. Karşılarında 1. Dünya savaşının yenilmiş Osmanlı Devleti’nin ezik delegelerinin olduğunu varsayıyorlardı. Zafer kazanmış, genç ve dinamik yeni bir devletin mevcudiyetini geç de olsa anladılar. Oradaki müzakereler ve alınan sonuç yeni devletimizin tapusu gibiydi.
Artık halk egemenliğine dayalı bir yönetim kurulmasının, ülkenin yapısal sorunları için savaşın zamanıydı. Bu yeni devletin şekli ne olacaktı? Onun da sırası geldi. Gazi, Millet Meclisi’ne “Cumhuriyet” önergesini verdi ve kabul edildi. Ardından yapılan seçimle de kendisi ilk cumhurbaşkanı olarak seçildi. Artık ülkenin uygar devletler arasındaki yerini alması hedefine yönelik devrimlerin yapılması; çağdaşlaşmaya hizmet edecek kurumların, tarım ve sanayinin kalkınması; fabrikaların ve benzer tesislerin kurulması; demiryollarının islah ve geliştirilmesi; topyekun kalkınma hamleleri ve insan kalitesini artıracak eğitim reformları zamanıydı… Özetle cumhuriyet ve devrimlerle birlikte, planlı kalkınma günlerinin kapısı da açılıyordu. Coşkuyla kutlanan Cumhuriyet Bayramları, Türk milletinin en büyük bayramı olarak kutlanageldi.
Biz bu bayramları neredeyse ana kucağındayken tanımaya başlamıştık. İlkokulda beyaz yakalı siyah önlüklerle geçit törenlerine ellerimizde kağıttan bayraklarla katıldığımızda ne kadar gururluyduk. Defne dallarıyla sarılmış zafer taklarının altından geçerken burnumuza gelen defne kokusu hâlâ belleğimizdedir. Ortaokulda izci kafileleriydik, liselerde sporcu gençler… Fotoğrafçı olup yeni kafileleri fotoğraflarken de hep o heyacanı tattık. Kurtuluşun ve kuruluşun yüz yıldır sönmeyen ateşini hep yüreğimizde yaşattık. Ve sonsuza kadar da yaşatacağız.