Aklımda yanlış kalmadıysa “soyguncu baron” Ortaçağ’dan kalma bir tabir. Zaten bu devirde kimse sultan değil, padişah değil desek de bol bol sultan da, padişah da var hâlâ. Kimi adlı adınca monark, kimi fiili olarak. Ama baronluktu, düklüktü, bunlar sadece unvan olarak kullanılan kavramlar. Mesela bizim mahallede Lord Berber, Kont Lostra Salonu, Dük Kravat Atölyesi var. Feodal beylerde küçük esnaflaşma süreci mi bilmiyorum ama, zaten konumuz da bu değil.
Baron dediğimiz, orta çağda kilise veya kral tarafından kendisine verilen, Osmanlılardaki tımar gibi bir işlevi olan topraklara çöreklenmiş şahıslar. Bunlar nehir boylarında, dar geçitlerde falan iş tutup Deli Dumrulculuk yapıyorlar. Gümrük vergisi almaktan bahsediyorum elbette; gelip giden malları tartıp vergisini alıyorlar. Başta sorun yok ama, aklımda kaldığı kadarıyla Roma- Cermen İmparatorluğu zayıflayıp, devlet devlet olmaktan çıkınca işler karışıyor. Geçiş yollarına çökmüş bu soyguncu baronlar “Devlet biziz” ya da “Valla yemişim devleti, milletin canına koyduk” diyerek hem gümrük vergilerini hem diğer vergileri ayı gibi yükseltiyor. Ta ki Habsburggillerin Rudolf devleti toparlayana kadar. Habsburggillerin Rudolf soyguncu baronların kalelerini yakıyor, bulabildiğini de asıp kesiyor. Yani ilk soyguncu baronların sonu iyi bitmiyor.
Soyguncu baron tanımı yüzlerce yıl sonra tekrar karşımıza çıkıyor. Bu kez Atlantik’in diğer yakasındayız ve tarihler 19. yüzyılı gösteriyor. İlk soyguncu baronlar taşımacılık yapmak için hem devletten dev teşvikler alıyorlar hem de halka bu hizmetlerini fahiş fiyatlara satıyorlar. Halk hem vergi verirken soyuluyor hem de vergisini verdiği hizmet için fahiş fiyatlar öderken. Yani bu yeni nesil soyguncu baronlar genellikle demiryolu şirketi sahibi.
Doymak bilmez soyguncu baronlar bir yandan da Birleşik Devletler’i demir ağlarla örerken, artık soygunculuk ve talan ne kadar tatlı geldiyse “Yahu işçilere niye para veriyoruz ki?” demeye başlıyorlar. Batıda Çin’den yeni gelen on binlerce işçiyi, kölelik kalkmamışçasına çalıştırmaya, doğu yakasında da işçilere yarı maaş vermeye başlıyorlar.
İşte bu koşullar altında 1871’in Temmuz ayında, havada bir elektriklenme hâsıl oluyor. Aynı yıl içinde üçüncü kez maaşları azaltılan demiryolu işçileri “Artık yeter!” diyorlar. New York’tan Illinois eyaletine kadar her yerde büyük bir demiryolu işçileri grevi başlıyor. Artık gevşek gazeteciler “Ne var canım, bizim de maaşlar azaldı; tam da Amerika Birleşik Devletleri’nin içsavaşın ardından büyüdüğü, ekonomisinin bomba gibi olduğu bu dönemde bu olaylar manidar” diye yazmış mıdır, o konuda çok bilgim yok.
İşte bu grev sırasında soyguncu baronlardan Thomas Scott, milletin canına koyanlardan olduğu için olacak, “Grevciler bir kaç gün sopa yesinler de bakalım bu yeni yemek hoşlarına gidecek mi?” diyor ve polisi seferber etmeye çalışıyor. Pittsburgh’teki polis, yanlış hatırlamıyorsam “Arkadaş, biz maaşımızı bu işçilerin verdiği vergilerle alıyoruz, adamlar da haklı, paralarını alamıyorlar, niye saldıralım biz işçi kardeşlerimize?” diye işçilere saldırmayı reddediyor. Bunun üzerine Scott da eyalet muhafızlarını falan çağırıyor, vali olacak şerefsiz de salıyor askerleri işçilerin üzerine. Askerler işçilerin üzerine ateş açıyor, süngüden geçiriyor, bir anda 20 işçiyi öldürüyor. Ama Scott’un öngörüsü doğru çıkmıyor ve bu “yemek” işçilerin hiç hoşuna gitmiyor.
Arkadaşları öldürülen işçiler, katil askerleri önlerine katıp kovalıyor, askerler kapana kısılıyor, saklandıkları binadan çıkıp kaçmak için de onlarca işçiyi daha öldürüyor. Onlarca işçi ölüp yüzlercesi yaralanınca olaylar daha da kızışıyor: İşçiler şehirde soyguncu baronlara ait binaları onlarca lokomotif ve yüzlerce vagonu yakıp yıkıyor. Yani devletten nemalanan, ihale zengini soyguncu baronlar, milletin canına koyacağız derken canlarının yongası mallarından oluyorlar. Ha, yanlış bir anlaşılma olmasın; tarih tekkerrür etmez, hatalar tekerrür eder.