Kasım
sayımız çıktı

1. Dünya Savaşı’nın yalan, propaganda, efsane ve suç cephesi

1. Dünya Savaşı’nın günümüze kalan en önemli sorunlarından biri, bu dönemle ilgili efsanelerin hem devletler hem de kurumlar tarafından yaratılması, belgelerin arşivlerden yokedilmesi için yüz yıldır bitmeyen bir çabanın gösterilmiş olmasıdır. Devlet adamları ve politikacılar ve tabii generaller çok sayıda hata yaptılar ve sorumlulukların unutturulması, savaş suçlarının örtbas edilmesi için çalıştılar. Gerek savaş sırasında, gerekse sonrasındaki yalanlar veya tahrif edilmeye çalışılan gerçekler…

Birinci Dünya Savaşı 100 yıl önce bittiğinden beri geçen 1200 ay boyunca dünya muazzam değişimlere sahne oldu. Bunların çoğu 1914 Ağustos’u ile 1918 Kasım’ı arasında geçen 51 ay 14 gün içerisindeki gelişmelerden kaynaklanır. Bu nedenle sözkonusu dönemi ne kadar iyi anlarsak, günümüzü de o kadar doğru kavrayabiliriz. Öyle ki gerek 2. Dünya Savaşı, gerekse de Soğuk Savaş, 1. Dünya Savaşı’nın doğrudan devamlarıdır. Hatta, en ufak bir yanılma payı olmadan söyleyebiliriz ki, yakın tarihte Yugoslavya’nın parçalanmasından günümüzde Irak ve Suriye’de yaşananlara kadar birçok olay 1918’in mirasıdır. Devrik Irak diktatörünün sözleriyle “Bu savaş tüm savaşların anasıdır”. 1914-1918 mücadelesi, bu lafı hak eden yegane savaştır. Esasen 2. Dünya Savaşı öncesinde buna “Büyük Savaş” adı verilmiştir.

Tarihçiler için 1. Dünya Savaşı’nın günümüze kalan en önemli sorunlardan biri, bu dönemle ilgili efsanelerin hem devletler hem de kurumlar tarafından yaratılması, ayrıca gerçekleri ortaya çıkaracak olan belgelerin arşivlerden yokedilmesi için yüz yıldır bitmeyen bir çabanın gösterilmiş olmasıdır. Bunun amacı savaşın çıkışındaki sorumlulukların unutturulması ve savaş suçlarının örtbas edilmesiydi.

1918’i izleyen kaos, Nazi iktidarı, 2. Dünya Savaşı’nın bombardımanları vs. olaylar, arşiv imhasının en yoğun yaşandığı Almanya ve Avusturya’da bu işin kolaylıkla yapılmasını sağlamıştır. Gerçekleri yansıtan belgelerin, çoğu zaman resmî araştırma komisyonları tarafından nasıl ayıklanıp yokedildiği ve gelişmelerin çarpıtıldığı konusu dahi, başlı başına birçok araştırma ve yayına konu olmuştur.

Anti-Alman posterlerle propaganda


Fransızların anti-Alman posterlerinin meşhur bir örneği: Belçikalı bir çocuğu öldüren bir Alman askeri.

1915’in Nisan’ından bir başka bir efsane: Kanadalı bir asker Almanlar tarafından ellerinden ve ayaklarından bir ambarın kapısına çivilenmiş.

En büyük Alman miti: ‘Sırtımızdan bıçaklandık’

Bizim yakın tarihimizde 1. Dünya Savaşı’nda “Araplar bizi sırtımızdan bıçakladı” olarak efsaneleşen hadisenin bir diğer versiyonu, Avrupa cephesi için da Almanlar tarafından yaratılıp yaygınlaştırılmıştır.

11 Kasım 1918 günü Alman askerleri silahlarını bırakıp evlerine dönmek üzere yürüyüşe geçtikleri sırada, hâlâ Belçika, Kuzey Fransa, Romanya ve Rusya’da bulunuyorlardı. Alman topraklarına henüz tek bir yabancı asker ayak basmamıştı. Bu nedenle Versailles görüşmelerinde İtilaf Devletleri savaşın sorumluluğunu Kayzer ve ordusunun üzerine yıkınca, generaller ve muhafazakar politikacılar savaşın çıkışında sorumluluklarının olmadığı ve ordunun da yenilmeyip tam tersine sivillerin -özellikle de Yahudilerin ve Komünistlerin- ihaneti nedeniyle barış istemek zorunda kaldığını ileri sürdüler.

Canavara karşı birlik


İtilaf Devletleri, Almanya’nın “canavarlığını” gösteren afişlerle kendi milletlerinin nefret duygularını canlı tutmaya çalıştılar.

“Sırtımızdan bıçaklandık” lafı ilk kez 1919 sonunda, Hindenburg’un bir tanıklık için meclis araştırma komisyonu karşısındaki konuşmasıyla gündeme geldi. Ludendorff ve muhafazakar politikacılar onu Alman sorumlulukları konusundaki soruları es geçmesi için hazırlamışlardı. Hindenburg lafı çevirip “sırtımızdan bıçaklandık, onun için yenildik” hikayesini öne sürdü. Bu palavra, Versailles’da gururu kırılmış olan Almanlar tarafından büyük bir hevesle benimsendi, daha sonra Hitler tarafından kullanıldı.

Ne var ki durum bunun tam tersi idi. Alman halkı yıllarca aç kalmasına rağmen savaşı desteklemiş ve pes eden siviller değil ordu olmuştu. Propaganda örgütleri onları Almanya’yı yoketmek isteyen düşmanlara karşı bir varolma savaşı yaptıklarına inandırmıştı. Daha sonra Yahudilerin ihaneti konusunu da araştırdılar ama onların Almanlardan daha yüksek oranda savaşa katıldıkları, çok daha başarılı oldukları (her üç Yahudi askerden biri madalya almıştı) ve terfi ettikleri ortaya çıkınca, bunu hasıraltı ettiler. Dünyanın her yanında yükselen anti-semitizme karşı Alman birliği içinde korunma arayan Yahudiler, en büyük darbeyi buradan yiyeceklerdi.

Alman halkının “sırtımızdan bıçaklandık” masalına inanmasının bir nedeni de yenilgi ve kayıpların kendilerinden gizlenmesiydi. Halbuki 1918 Temmuz sonunda kayıpları 1.8 milyonu ölü, gerisi yaralı ve sakat olarak 6 milyona ulaşmış, bunun yanı sıra 600 bin esir vermişlerdi…

1914 Ağustos’u ile ilgili fotoğraflarda çoşkulu kalabalıkların silah altına koştukları, çiçek atan kadınların arasından geçip cephelere yürüdükleri görülür. Bu fotoğraflar tabii gerçektir. Her ülkede ihtiyatlar çağrıya icabet etmiş, firarilerin sayısı şaşılacak kadar az kalmıştı. Hükümdarlar en azından işçi sınıfı içerisinde seferberliğe bir direniş olacağından korkuyorlardı ama bu gerçekleşmedi ve her ülkede sosyalist milletvekilleri savaş kredileri için oy verdiler. Sendikalar ve sol partiler belirsiz bir enternasyonalizm peşinden koşmaktansa, ülkelerindeki ulusal coşkuya ayak uydurmayı tercih ettiler ki, bunda, o sırada dünyanın en güçlü sol partisi olan Alman sosyal demokratlarının 2. Enternasyonal’in kararlarını görmezden gelip, savaş için oy vermelerinin de rolü vardır.

Görsel yalan


Cihan Harbi boyunca fotoğraf karesi güçlü bir politik rol oynadı. Gerçekleri çarpıttı, zamanı büktü, yalanları sakladı.

Ne var ki 10 milyonlar siper cephesini yaşayıp, siviller de yokluk içerisinde kıvranmaya başlayınca durum değişti. Rusya’da ihtilal olduktan sonra, Almanya’da da Spartakistler iktidarı almayı düşünmeye başladılar. Ne var ki 1918 sonunda, ateşkesten sonra örgütlenen sağcı milisler komünistleri kısa sürede ezdiler.

1914 Ağustos’unda milliyetçi dalga o kadar hızla yükseliyordu ki, önünde hiçbir şey duramazdı ve buna markalar ve aile isimleri de dahildi. Yabancı markalar boykot ediliyor, başka ülkelerin sermayesiyle üretim yapan fabrikalar millîleştiriliyordu. Almanlar, İngiliz olduğu için marmelat, Fransız olduğu için “camembert” yemediler. Fransız modasına göre giyinmek Alman kadınları için “onları seks objesi haline getiren aşağılayıcı bir tutum” olarak gösterildi (Burada feminizm ile milliyetçiliğin birleştiği görülür). Hamburg’da Cafe Belvedere derhal adını değiştirip Kaffehaus Vaterland (Anavatan Kahvehanesi) yaptı. Moulin Rouge ise Jungmühle oldu. Yemek isimleri bile değiştirildi; Fricassee Hühnerragu adıyla servis edilmeye başlandı. Fransa’da İsviçre merkezli gıda firması Maggi’nin dükkanları yağmalanırken, polis “sahipleri Alman olan” bu işletmeye yapılanları sadece seyretti.

İngiltere’de de “düşman yabancılar”a ait dükkanlar saldırılardan nasibini aldı. O yıllarda Londra’da ekmek fırınları daha çok Almanlara has bir iş olarak görülürdü. Bu arada kaydedilmesi gereken bir husus da, köken olarak hasım ülkelerden gelenlerin isimlerini değiştirmesidir. Bunlar arasında İngiliz kraliyet ailesi önce gelir. Saxe-Coburg olan hanedan adlarını Windsor olarak değiştirdiler. Bu çok yerinde bir karardı, çünkü savaştan sonra Avrupa’nın tüm diğer hanedanları ya öldürüldü ya da sürgün edildi. Rusya’da imparatoriçenin Alman asılı olmasının yarattığı kötü duyguların, onun Rasputin’e bağlılığı ile birlikte, Çarlığın çökmesindeki rolü görmezden gelinemez. Windsor’lar iyi bir halkla ilişkiler politikasıyla popülerliklerini sürdürdüler. Keza, ileride savaş kahramanı ve Hindistan’ın son genel valisi olan Lord Mountbatten’in adı da Almanca aynı anlama gelen Battenberg idi. Daha ilginci, o yıllarda Santa Claus bile ağza alınmadı; Noel Baba dendi. Tabii, St. Petersburg’un Petrograd olduğunu söylemeye gerek yok.

Tatbikat fotoğrafının başına gelenler… Çanakkale muharebelerinde İngiliz propagandası için çarpıtılarak kullanılan fotoğraf, bir taarruz fotoğrafı değil bir eğitim tatbikatındandı.

Bulgaristan, Merkezî Devletler koalisyonunun en küçük üyesi idi ama güney ve doğu cephelerinin kilittaşı konumundaydı. Selanik’te bulunan Franchet d’Esperey’in ordusu 1918 Eylül’ünde nihayet Bulgar hatlarını yararak Makedonya’ya doğru ilerlemeyi başarınca, Sofya yönetimi ayın 24’ünde ateşkes istedi. Antlaşma beş gün sonra yapıldı. Bu durum Alman genelkurmayı tarafından ihanet ve savaşı sürdürmek için son ümidin tükenmesi olarak değerlendirildi. İtilaf ordusundaki Sırplar ülkelerine girdikten sonra Macaristan’a ilerleyebilecek, bir diğer kol Romanya’yı alarak Tuna üzerinden kuzeye gidebilecekti. Almanlar bu kolların Dresden’e kadar ilerlemelerini engelleyemeyeceklerini değerlendirdiler. Üçüncü bir kol İstanbul’a ilerleyecek, orduları Irak ve Filistin’e bağlanmış olan ve müttefiklerinden tecrit olan Türkler başkentlerini korumayı başaramayacaktı.

Sakarya muharebelerinden sonra da aynı fotoğraf Türk zaferini yansıtmak için fotomontajlandı.

Rusya’nın ihtilalden ötürü savaşdışı kalmasına rağmen, Almanların her zaman korktukları “zweifrontenkrieg” (iki cepheli savaş) ve “einkreisung”(kuşatılma) tekrar gündeme gelmişti ve bu kez bunu önleyecek güçleri kalmamıştı. Olumsuz gelişmeler Avusturya ordusundaki çözülmeyi hızlandırdı; Hırvat, Sloven ve Çek birlikleri savaşmayı reddettiler. Bundan sonra Ekim sonunda Avusturya ve Osmanlı devletleri de ateşkes isteyince Almanya için umut kalmadı. İtilaf ordularını durduracak güçleri artık yoktu.

Türkiye için de malum “şayet müttefiklerimiz teslim olmasaydı, biz de olmazdık” efsanesi vardır. Ancak bunun olabilmesi için Selanik cebinde yığınak yapan İtilaf ordusunun Makedonya’ya çıkmasının engellenmesinin yanısıra, Irak ve Filistin’deki büyük İngiliz güçlerini de durdurabilecek olanaklara sahip olmamız gerekirdi. Bu üç koşulun hiçbiri yoktu. Müttefiklerimizle birlikte biz de tükenmiştik. Elde avuçta ne varsa Irak ve Filistin’e gönderiyorduk ama, bizim tümenlerimiz de Almanlarınki gibi artık iskelet halindeydi ve dahası her türlü malzememiz ve ateş gücümüz çok daha azdı. Eylül ayında her iki cephede de felakete uğramışken, Bulgaristan’ın teslim olmasını takiben Selanik’ten çıkan İtilaf ordusunun doğu kolu da Trakya’dan İstanbul’a doğru yürümeye başlamıştı ve onları durduracak bir ihtiyat yoktu. Bu sırada Avusturya ordusu da hızla dağılıyordu. Böylece Avusturya ve Türkiye, Almanlardan iki hafta önce ateşkes istedi. Ancak bu, sonuna kadar savaştığımız gerçeğini değiştirmez…

Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’ndaki askerî ideresi de çok problemlidir. Savaşa girmemizden başlayarak ordularımız kötü örgütlenmiş, kötü yönetilmiş ve savaşın son gününe kadar ayakta kalmalarına rağmen, her operasyonda gereksiz ve büyük kayıp verilmiştir. Bunun başlıca nedeni eski askerî kültürün yitirilmiş olması ve yerine yenisinin konulamamasıydı.

Bugün Gökçeada’da aynı nokta. Onur Akmanlar ortaya çıkarmış ve Aralık 2012 sayımızda yer almıştı.

Burada, savaşın geneli açısından değinilmesi gereken şudur ki, diğer devletlerin de büyük hatalar yapmaları bizi kurtarmadı, çünkü bizden farklı olarak, onların hatalarını telafi edecek kaynakları vardı. Tüm bunlara rağmen, Kurtuluş Savaşı’nı başaran liderler, bu savaşın ateşi içerisinde yetişen kadrolar olacaktı.

Gerek savaş sırasında, gerekse de o günden beri birçok gerçek propaganda, yalanlar ve arşivlerin imhası yoluyla saklanmaya veya tahrif edilmeye çalışılmıştır. Devlet adamları ve politikacılar ve tabii generaller çok sayıda hata yaptılar ve doğal olarak bunları gizlemeye çalıştılar. Avusturyalılar, daha veliahtlarının öldürüldüğü günlerde devletlerinin bekâsına tehdit olarak gördükleri Sırbistan’ı yoketmek üzere hatalı bir plan yaptılar; sonuçta kendi imparatorlukları yok oldu. Almanlar da Rusya sanayileşmesini tamamlamadan ve batıya uzanan demiryolları tamamlanmadan ezici bir zafer peşinde koştular ve büyük kayıplarla savaşı bitirdiler. İngiltere ve Fransa savaşı kazandılar ama bunu izleyen 30 yıl içerisin- de imparatorluklarını yitirdiler. Osmanlılar için de yolun sonu burasıydı. Savaşın yegane galibi ABD oldu.

CAHİLLİKLER TARİHİ

SARIKAMIŞ FACİASI

YANLIŞ 90 bin askerimiz donarak şehit oldu
DOĞRU 55 bin askerimiz savaşta veya donarak şehit oldu

22 Aralık 1914-15 Ocak 1915 tarihleri arasında cereyan eden muharebelerde, Türk ordusu düşman cephesinin 30-35 km gerisindeki Sarıkamış’ı ele geçirmeyi ve düşman kuvvetlerini imha etmeyi hede emişti. Kuşatma harekatına katılan 3. Ordu’ya bağlı birliklerin insan ve silah mevcudu, 11, 10 ve 9. kolordular olmak üzere 94 tabur, 75.660 muharip er, 37.000 muharip olmayan er, 73 ağır makineli tüfek ve 218 toptur. 112.660 ere, 11. Kolordu’ya verilen 6.000 ikmal eri de eklenirse 118.660 rakamına ulaşılır. Rus Kafkas ordusunda ise takriben 100.000 piyade, 15.000 süvari ve 250 top vardı.

Sarıkamış’ta Türk şehitleri.

Harekat sonrası, 14 Şubat 1915’te hayatta kalan Türk askeri sayısı 42.000’dir. Toplamda 118.660 – 42.000 = 76.660 erden haber alınamamıştır. Rusların 7.000 esir aldıkları belirtilmektedir. Bunları da düşersek 69.660 rakamına ulaşılır. Genelkurmay, köylere sığınan ve çetelere katılanlar için yaklaşık 15.000 rakamını vermektedir. Böylelikle, Sarıkamış harekatında bir yandan düşmanla, bir yandan soğuk ve açlıkla çarpışırken hayatını kaybedenlerin sayısının 55 bin civarında olduğu ortaya çıkar.

Şahin Aldoğan


ARAP İSYANI

YANLIŞ Bizi arkadan vurdular DOĞRU Ezici çoğunluk Osmanlı yönetimine bağlı kaldı

1916’da patlak veren Arap İsyanı’nın ülkemizde algılanışı çok eksik ve yanlıştır. Haziran ayında başlayan bu önemli olay, özetle, 1. Dünya Savaşı’nda “Arapların bizi sırtımızdan bıçaklaması” biçiminde bilinir. “Araplar, Britanyalılarla birlik olmuş ve ordumuzu arkadan vurmuştur”.

Bu algıda sorgulanması gereken ilk nokta, “Araplar” adlandırmasıdır. İsyanı çıkaranlar Araplardır ama, bütün savaş boyunca, yani Mondros Bırakışması’na kadar, birçok Arap, ister Bâb-ı Âlî bürokrasisinde olsun, ister yerel yönetimlerde çalışıyor olsun, isterse Osmanlı ordusunda subay olsun, Osmanlı Devleti’ne sadık kalmıştır. Kaçıp, Mekke Şerifi Hüseyin ibn-i Ali’nin kuvvetlerine katılan Arap subaylar da vardır ama, sadık kalanlar daha çoktur.

Öte yandan, ister Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin’de olsun, isterse Irak’ta; isyanın başladığı duyulduğunda buna katılan neredeyse hiç olmamıştır…

İlk olarak, Arap eşraf ve aydınlarının uzun zamandır istedikleri ve bir tür yerinden yönetim olarak özetleyebileceğimiz hakları (örneğin yönetimde ve mahkemelerde Arapçanın da kullanılabilmesi ya da asker veya sivil Arap memurların Arapçanın hakim olduğu bölgelere atanması) Osmanlı hükümetince 1913’te kabul edilmiştir. Bu girşim, Arapların ezici bir çoğunluğunu Osmanlı yönetimine bağlamıştır.

İkinci olarak, Arap aydınlarının önemli bir bölümü, Osmanlı yönetiminin sona ermesi halinde Arap topraklarında bağımsızlığın sözkonusu olamayacağının, yurtlarının Fransa veya Büyük Britanya egemenliğine geçeceğinin bilincindedir…

Hüseyin ibn-i Ali’nin hırs ve korkularıyla başlayan isyanın kimi sırtından bıçakladığı, yani genelgeçer algıdaki “biz”in kim olduğu meselesine gelecek olursak; sırtından bıçaklananlar arasında birçok Arabın, hattâ Arapların çoğunluğunun da olduğu anlaşılır. Ama buradaki “biz”de, “Osmanlı” ve “Türk” kimliklerinin birbirine karışması diye özetleyebileceğimiz bir sorun olduğu gibi, “biz”in “Osmanlılar” biçiminde okunması halinde de, içinde Arapların olmadığı bir Osmanlılıktan söz edildiği aşikârdır.

Ne var ki, Osmanlılıkla Türklüğü eşanlamlı gören bu yaklaşım, Türk milliyetçiliğinin hâlâ sürmekte olan bir sorunu olmakla birlikte, 1. Dünya Savaşı’nı yaşayan ve yeni Türkiye’yi kuran nesil için bir sorun değildi. Çünkü o neslin insanları, Arap topraklarını da vatan kabul eden Osmanlılar olarak yetişmişlerdi ve birkaç yıl öncesinde Trablusgarp’ı İtalyanlara karşı korumaya çalışırken de vatan savunması yapan insanlardı.

Ahmet Kuyaş


ALMAN YENİLGİSİ

YANLIŞ Almanlar yenilince biz de yenik sayıldık
DOĞRU Yenildik

Yaygın bir kanıya göre Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşı’nda yenilmemiş, müttefikleri yenildiği için mütareke istemek zorunda kalmıştır. Gerçi Avusturya-Macaristan’ın 3 Kasım, Almanya’nın ise 11 Kasım 1918’de, yani Osmanlılardan sonra mütareke imzalamış olmaları, Osmanlı Devleti’nin yenilmeden yenilmiş sayıldığına ilişkin kanıyı çürütmek için tek başına yeterlidir. Ama bunu yeterli görmeyenler, Mondros Antlaşması’na giden yolu Bulgaristan’ın daha önce teslim olmasıyla başlatırlar. Bulgaristan yenilerek ateşkes istemiş ve 29 Eylül 1918’de Selanik’te imzalanan mütarekeyle savaştan çekilmiştir. Böylece İstanbul savunmasız kalmış ve başkentte daha önceleri de ele alınan mütareke fikri daha çok taraftar toplamıştır. Bunun üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin oluşturduğu Talat Paşa Kabinesi 8 Ekim’de istifa etmiş, 14 Ekim’de Müşir Ahmet İzzet Paşa’nın başkanlığında partilerüstü bir kabine kurulmuştur. Bu kabinenin girişimleri sonucunda da 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanmıştır.

Ama suçu Bulgaristan’a atmak; Osmanlı coğrafyasını tümüyle unutmak ve tarihe Lozan Antlaşması’ndan sonra sınırları kesinlik kazanan Türkiye’den, yani bugünden bakmak olur. Nitekim işe Basra Körfezi’nden başlayan İngiliz-Hindistan ordusu, Mondros Mütarekesi imzalandığında Musul’un kapılarına dayanmış; Çanakkale’den çekilen ANZAC’ları da bünyesine alarak Mısır’dan yola çıkan Mısır Seferî Kuvvetleri ise, aynı tarihlerde Halep’in kuzeyine varmıştı.

Yani Irak ve Suriye’nin neredeyse tamamını yitirmiş olan Osmanlı ordusunun yenilmediğini iddia etmek hiç de gerçekçi değildir.

Ahmet Kuyaş