Avrupa’dan Türkiye topraklarına gelen Batılı sayyahlar, 15. yüzyıl başından 19. yüzyıl sonuna kadar geçen uzun dönemde, Anadolu coğrafyası ve insanları üzerine çok değerli yazılı kaynaklar ve çizimler bıraktılar. Yeryüzünün adımlarla, binek hayvanlarıyla en çok çiğnenen toprakları Anadolu’dan aktarılan bu ilk elden bilgileri içeren eserler, büyük bir kütüphaneyi dolduracak bir kültür birikimi oluşturdu.
Deniz ve nehir taşıtlarıyla seyahatin tarihi, binlerce yıldır. Karada yolculuklar, bölgelerarası göçler ve sürgünler çoğunca yaya, hayvan koşumlu arabalarla -motorlu taşıtların yaygınlaşmasına karşın- 19. yüzyıla kadar sürmüştür. Tren, motorlu-pervaneli, hatta balonlu araçlarla yolculuk, son iki yüzyılın öyküsüdür.
Bugün bile İstanbul caddelerinde atlı arabaları, Adalar’da fayton, köylerde kağnı veya öküz arabalarını “hizmette” görünce şaşmıyoruz. Demek ki insanlığın uzun tarihinde çoklukla yaya, ikinci sırada da atla, eşekle, katırla, deveyle hatta fille veya bunların koşulduğu arabalarla, tekli veya çoklu seyahat edilmişti. 1918’de 76 yaşında ölen Sultan Abdülhamid, 33 yıl süren saltanatında trene binmemişken, tahttan indirilince trenle Selanik’e sürgüne gönderilmiştir. 80 yıl önce kaybettiğimiz Atatürk’ün de -döneminin havayolları koşullarında- uçakla seyahati olmamıştı.
Seyahat amaçlı yolculuklara gelince… Aylar süren Hac ziyaretleri ile görev ve sefer gidiş- dönüşleri ayrı tutulursa, tenperver (rahatına düşkün) Osmanlı aydınlarının Anadolu’da, Rumeli’nde, Arap Yarımadası’nda veya Afrika’da, “gezelim görelim de yazalım” gibi bir merakından -bir-iki istisna dışında- söz edilemez.
Mısır Donanması Kaptanı Seydi Ali Reis (öl. 1562), savaşta ve fırtınalarda kaybettiği donanmasından kalan gemileri Hindistan-Gücerat hâkimine emanet ederek, Kasım 1554’te 50 gemiciyle karadan yola koyulmuş; Pencap’ı, Sind’i, Maveraünnehir’i, Afgan’ı, Horasan’ı Azerbaycan’ı, İran’ı, Anadolu’yu arşınlayıp Mayıs 1557’de İstanbul’a dönmüştü. Mir’at-ı Memâlik adlı yapıtında bu serüvenli dönüşü anlatmıştır. Çağdaşı bilgin sanatçı Matrakçı Nasuh/Nasuhi’s-Silâhî de (öl. 1537?) Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irakeyn-i Sultan Süleyman adlı eserinde 1533-4 Irakeyn Seferi dönüşünde, Bağdat’tan İstanbul’a, yolu boyunca gördüğü kentleri, kimi köyleri minyatür tekniğiyle betimlemiş ve anlatmıştır.
Görevleri gereği uzun yolculuklar yapan Osmanlı kamu görevlilerinin, sefer komutanlarından, yol ve yolculuk anılarını anlattıkları kitap ve defterler bırakanlar sayılıdır. Müşir Ahmed Muhtar Paşa’nın (öl. 1919) Sergüzeşt-i Hayatın Cild-i Evveli-Cild-i Sânisi ender örneklerdendir. Ferik (korgeneral) coğrafya yazarı Süleyman Şevket Paşa’nın (öl. ….) Sicill-i Ahvâl-i Âcizi (yayımlanmamıştır) defteri birer örnektir. Dünkü aydınlar daha çok edebi deyim ve tabirlerle şişirilmiş mektuplar, tezkireler, arizâlar yazmışlardır.
Evliya Çelebi de gezip gördüklerini veya dinlediklerini görmüşçesine anlatarak, bunları Tarih-i Evliya adıyla kitaplaştırmıştır. Bu büyük esere Evliya Çelebi Seyahatnâmesi adının verilişi, 1898’deki basımındadır. 18. ve 19. yüzyıllarda diplomatik görevlerle yabancı ülke başkentlerine giden elçilerimizin kaleme aldıkları “sefaretnâme”ler de aslında birer seyahatnâmedir.
Ülkesinde tehlikelerden uzak gönenç içinde yaşarken, yaşamın dayattığı zorunlu seyahatlerle değil de başka ülkeleri görmek, keşifler-araştırmalar yapmak için yollara düşen, aylarca hatta yıllarca yol kateden, tehlikeleri göze alan, memleketine dönemeden ölen binlerce insanın serüvenlerini, bugün kitaplarda, ansiklopedilerde buluyoruz. Hommaire de Hell’in, arkadaşı ressam Jules Laurens’le çıktığı uzun Doğu seyahatinde, Türkiye kolaçanından sonra İran’da iken henüz 35 yaşında ölümü (1848) bir örnektir.
Londra’dan, Paris’ten çıkıp Pekin’e gidenler, Asya step ve çöllerini aşanlar, Hindistan çangıllarına, buzullar arasından kutup noktalarına, Afrika’nın vahşi hayvanlarını, zenci kabilelerini görmeye gidenler de vardır.
Yeryüzünün adımlarla en çok çiğnenen toprakları Anadolu’dur. Avrupa’yı doğu ve güney ülkelerine bağlayan kadim yollar Anadolu’dadır. Bu yarımadanın çok eski iskân ve uygarlık yurdu oluşu da yol ve yolculuk güvenliği açısından Avrupalı gezginlerin tercih nedeni olmuştur. Selçuklu ve Beylikler çağında Anadolu’nun işlek yolları üzerinde yaklaşık 30- 40 km. aralıklarla sultan hanları, kervansaraylar yapıldığı gibi, aralarda da hanlar, ribatlar, menzilhâneler çoktu. Antalya’da Evdir, Kırkgöz, Alanya’da Şerefza, Alara, Burdur Susuz, Aksaray ve Kayseri sultan hanları, Konya Karatay, Zazadin, İshaklı’da Akan, Ürgüp Sarıhan, Tokat Hatun Hanı, Amasya Ezine Pazarı, Sivas’ta Yenihan, Gebze Çoban Mustafapaşa, Lüleburgaz’da Sokollu, Edirne Rüstempaşa, Ayşe Kadın…
Konaklama olanakları ve yol güvenliği kamu ve vakıf örgütleriyle sağlanıyordu. Kentlerde de yolculara kapı açan hangâhlar, tabhaneler, imaretler, şehir dışında zaviyeler vardı. İstanbul’da Elçi, Vezir, Sırmakeş, Kürkçü Hanları gayrimüslim yabancılar içindi. İstanbul’da, İzmir’de diğer liman kentlerinde de yabancılar için otel ve pansiyonlar vardı.
Anadolu’da at veya arabayla seyahat edenler, geceleri veya yaz sıcağında gece yolculuğu gerekirse gündüz vakti yol hanlarında istirahat ediyorlardı. İstanbul’dan Üsküdar’a geçen bir yolcunun, bir kafileye veya kervana katılarak örneğin Halep’e ulaşmak için normal koşullarda 25 gün boyunca, toplam 256 saat yol kat etmesi gerekiyordu. 18. yüzyılda Üsküdar-Halep arasındaki 25 menzile, konaklama yerlerine ulaşmak için günde 6 ila 18 saat gitmek koşuldu.
Yollarda kafilelerden birinin ötekinin arkasına takılması; giden-gelen yüklü kervanların ardarda yoğunluğu, kıstaklardaki karşılaşmalar, tıkanmalara hatta kanlı döğüşmelere neden oluyor, günümüzdeki trafik tıkanmalarını aratacak bekleme ve gecikmeler yaşanıyordu. Yolun açılması için kavga veya anlaşma sonucu bir kervan yüklerini indiriyor, diğer karşıdan gelen kervan geçtikten sonra yeniden yük bağlıyor, bu sırada yolcular da yol kenarlarında uzun süre bekliyorlardı. Her yıl Hac mevsiminden üç ay öncesinden itibaren hacı kafileleri yoğunlaşır, tavaf ve ziyaretlerden sonra dönüşler sürdüğünden yollardaki yoğunluk daha da artardı.
Diğer yandan uzun yolculuklarda denizde korsan, karada harami, yolkesen denen soyguncular eksik olmazdı. Yollarda da mahuf (korkulu) kıstaklar vardı. Buralarda görevli yol güvenliğinden sorumlu derbentçiler, menzil-beldar örgütleri, ribatlar, ayrıca martaloz, pandor denen geçit bekçileri vardı. Buna karşın, Sakarya civarındaki Ak Murad ve Giryan Pınarı, eşkıyanın eksik olmadığı noktalardandı. Yolcular Balkan geçitlerinde, Süzebolu, Ahyolu, Aydos Boğazı, Şumnu, Çitak, Demirkapı, Şıpka Zağra, Troyan/Hisar, Vid, Iskır gibi çetin geçitlerde korkulu anlar yaşardı. Tanzimat döneminde jandarma örgütü görevini üstlenen Derbendat Nezareti kurulmuştu. İstanbul’da Divan-ı Hümayun’dan pasaport ve seyahat izin belgesi demek olan “yol beratı” alan bir yabancının can ve mal güvenliği sağlanıyordu.
Nizamî ordu kurulduktan sonra izinle, tebdil-i heva için veya terhis olarak memleketine gönderilen askerlere yolda zaruret çekmemeleri için günlük 300 dirhem (1 kg) nân-ı aziz (ekmek) bedeli ile günlük 20’şer para katık bedeli veya buna eşit, zeytin, sirke ve sarımsak verilirdi.
Avrupalı seyyahlar
Avrupa’dan Türkiye’ye gelen yolcular o günün koşullarında Belgrad-Edirne arasında Osmanlı topraklarında ilerlerken, her yerde dindaşlarından hizmet alırlardı. Edirne-İstanbul arasında ise “iyi” ve çok güvenli bir yolda ilerleme şansını Sultan Yolu güzergâhında bulurlar; kent ve kasabaların bakımlı ve romantik manzaralarına hayran kalırlar; izlenimlerini yol defterlerine yazarlardı. Menzil mesafelerine göre çarşılı, hanlı, hamamlı camili, köprülü Havsa, Babaeski, Lüleburgaz menzilleri bayındır ve işlek konfor duraklarıydı. Bunun dışında uçsuz bucaksız araziler, ekin tarlaları ve hayvan sürüleri dışında çıplak ve ıssızdı.
Avrupalı pekçok araştırmacı, serüven-sever gezginin çantalarında haritalar, dürbünler, kılavuz kitaplar bulunduğu gibi, bunlar yerliden rehber ve postacılar da tutar; uğradıkları veya konakladıkları yerlere ilişkin edindikleri bilgileri not eder; değerli, özellikle arkaik-antik objeler, otantik öteberi, yazma kitap, vs. alanlar da olurdu. Bunlar uğradıkları yerleri anlatan notlar alır, resimler yaparlardı. Yanlarına ressam, haritacı tercüman alanlar da vardı. Anadolu’yu, Doğu’yu görüp gezenlerin nesnel yazanları kadar abartılı tanımlamalar, haksız eleştirenler de yok değildi.
Avrupalı gezginler için “Levant” (Doğu) asıl İstanbul’dan sonra başlıyor; Ankara ve Konya’dan güneye gidenler Antakya, Halep- Şam-Kudüs’e yöneliyor, aralarındaki dindarlar da bu son durakta “hacı” oluyorlardı. Güneydoğu yolunu, yani Bağdat Caddesi’ni seçenler için Harput, Diyarbekir, Mardin, Musul, Bağdat görülmeye değer duraklardı. Doğuya yönelenlerin hedefi İran kentleri, Tebriz, İsfahan, Şiraz, Kazvin’di. Alamut Kalesini, Hayber geçidini, Pencap’ı, Hind hatta Çin dünyalarını adımlayanlar çoktu. Yurduna dönemeyip ölenler de az değildi.
Doğal ki gördükleri her yer beşeri yönden son derece renkliydi. Giyim kuşamlar, evler, çarşılar, camiler, medreseler, türbe ve mezarlıklar, tesadüfen izledikleri düğün şenlikleri veya cenaze kalabalığı, pazar ve panayırlar, harabeler, yemekler, konaklama yerleri, yiyecek ve içecekler…
Akdeniz su yolunu tercih edip, Anadolu’da ilk durak İzmir’de karaya ayak basanların ortak merakları antik kent harabeleri, sonrasında Akdeniz kıyıları idi. Rodos, Girit, Kıbrıs, İskenderiye uğraklarından sonra Mısır’a gidenlerse, tutkularını ehramları, Nil çavlanlarını, tapınakları görerek sakinleştirirdi.
Elçilik göreviyle yola çıkanlar için, devletin gücünü göstermek için olağanüstü önlemler alınıyor; bununla kalınmayarak heyetlerin deniz ve kara yolculuklarını konforlu denebilecek koşullarda tamamlamaları sağlanıyordu. Örneğin 16. yüzyılda Avusturya elçisi Busbecq’i Osmanlı topraklarına getiren gemide akşamları ziyafetler veriliyor, müzik dinleniyor, geminin uğradığı limanlarda da törenler yapılıyordu. Bu kişilerle birlikte araştırma ve inceleme için yola koyulanların yüklü masraflarını da zengin soylular ve aristokratlar karşılıyordu.
Osmanlı ülkelerinde en çok da Batı Anadolu’da eski İyon sitelerini gezip inceleyen, arkeolojik keşifler yapan, Selçuklu ve Beylikler eserlerini, Anadolu coğrafyasını, kentlerini, ulaşım koşulların gözlemleyip araştıran, bitki çeşitleri toplayan, arkeolojik araştırmalar yapan Avrupalı gezginlerin 14. yüzyıl sonundan 20. yüzyıla kadar yazdıkları Almanca, Fransızca İngilizce eserler büyük bir kütüphaneyi doldurabilir bir kültür birikimidir. Stefanos Yerasimos’un 14. – 16. yüzyılda Osmanlı coğrafyasının muhtelif bölgelerinde gezen araştırmacı ve gezginler için hazırladığı, 1991’de yayımlanan Les voyages dans l’empire Ottoman (XIV-XVI siecles) adlı eseri geniş bir katalog olup, tüm bu yolculukları kayıt altına almıştır.
Yolculuk tarihçisi
Osmanlı Devleti’ni kat eden gezginler üzerine yaptığı çalışmayla tanınan S. Yerasimos’un Osmanlı İmparatorluğu’nda Gezginler yapıtının kapağı.
Ruy Gonzales De Clavijo (?-1412)
Sofralar kuruluyor yemekler getiriliyordu
İspanya Kralının elçisi Clavijo1402’de çıktığı yolculuğunda, İstanbul ve Tebriz’deki ikametleri de dahil, İran-Horasan kentlerinden geçerek Semerkant’a gitmiş, üç yıl sonra İspanya’ya dönmüştü. Bu seyahatin İspanya-Rodos-İstanbul-Trabzon yolculuğu kısmı yelkenlilerle denizden, sonrası karadandı. Gördüğü yerlere ilişkin verdiği bilgiler önemlidir:
“Timur’un hükmü altındaki memleketlerdeki yolculuğumuzda bütün gereksinimimiz karşılanıyor, para alınmıyordu. Gece veya gündüz nerede konaklasak hemen altımıza halılar seriliyor, sofra kuruluyor ve yemekler getiriliyordu. Köylerde köy ekmeği yiyorduk ve önümüze çok miktarda etler konuyor, başkaca yağa kırılmış yumurtalar, süt dolu çanaklar, tereyağı ve bal getiriliyordu” (Ruy Gonzales de Clavijo, Timur Devrinde Kadis’ten Semerkant’a Seyahat, çev.: Ö. Rıza Doğrul, 1939).
Johannes Schiltberger (1381-1440)
Sesi duyan haberci at koşturmaya başladı
Niğbolu’da muharebesinde tutsak düşen Johannes Schiltbergeradlı yazar Gelibolu’ya, oradan Anadolu’ya getirilmiş, Yıldırım’a danışmanlık etmiş. 1402’deki Çubuk muharebesinde de Timur’a tutsak düşmüş ve bu defa onun İndus seferine katılmış. Eserinde Anadolu ve Doğu dünyasına dair ilginç bilgiler vardır: “…Sultan bir haber çıkartırsa her handa eyerlenmiş atlar hazır beklediğinden ilk menzilden at koşturan, ikinci menzile yaklaşınca kuşağındaki çıngırağı torbasından çıkararak çalar. Sesi duyan öbür haberci atlanır ve haberi aldığı gibi atını koşturur. Bu yöntemle en kısa zamanda haber yerine ulaşır” (Türkler ve Tatarlar Arasında 1397-1427,çev.: Turgut Akpınar, 1995).
Anlattığı masalsı bir konu da şudur: “Arabistan’da bir akarsuyun geçtiği bir vadi vardır. Su o kadar derindedir ki görünmez, sadece sesi duyulur. Bu vadinin iki yakasını bağlayan köprü bir baldır kemiğidir (!) Atlı-yaya herkes ve tacirler bu köprüden geçmek zorundadır. Baldır kemiğinin uzunluğu bir farseng yani bir ok atımı veya biraz fazla tahmin edilir”.
Ogier Ghislain De Busbecq
Taştan sedirlerde yatıp uyuyan Türkler
Avusturya elçisi Busbecq, Sultan Süleyman’ın katına çıkmak için 1553’te Viyana’dan yola düşmüş. Buda-Belgrat-Niş-İstanbul-Amasya yolu gözlemlerini eserinde toplamış:
“Buda’da Tuna gemisine bindik. Gemimizi 24 kürekli bir başka gemi çekiyordu. Bunların yemek ve istirahat molaları dışından gece-gündüz gidiyorduk. Türklerin bu aceleciliği dikkatimi çekti. Yuvarlanan kütüklerin teknemize şiddetle çarpması ve kıyıdaki değirmen dolapları, gece karanlığı ve rüzgar tehlikeler yaşatıyordu. Akıntıda süratle ilerleyerek Belgrad’a geldik.
Niş’te kaldığımız kervansarayın avlusu arabalar, yük hayvanlarıyla doluydu. Türkler, dış duvarlardaki ocaklarda yemek pişirirken bir yandan da ısınıyorlar, yemeklerini 3-4 kadem (1 m.) yüksekliğindeki taş sedirlerde yerken burunlarını uzatan hayvanlarına da yiyecekleri şeyler uzatıyorlardı. Yerleştikleri taş setin üstüne bir seccade serdikten sonra, başlarının altına da eyerlerini koyuyor, kürklerini de örtünüp uyuyorlardı. Kervansaraylarda kapalı odalar olmadığından mahrem konaklama olanaksızdı. Kara yolculuğumuz İstanbul’a kadar 12 gün sürecekti. Eşyamız da hayli çoktu. Ayrıca Haydonların saldırısına da uğrayabilirdik. Bunlar çobanlığı bırakıp silahlanarak haydutluğa başlamışlar.
Irmak kenarında bir korulukta bir tür çalının köklerinden çıkardığımız özsuyu içerek ferahladık. Bir köylü ‘balık var ama tutmuyoruz’ dedi. Yılan çokmuş. Güneşte ısınmaya çıktıkları için dolaşmak kabil değil. Kentlerdeki Türk hanları herkese açıktır. Paşalar da kalır. Yemek zamanı gelince bir uşak, tepside bir tabak etli pilav ve ekmek getirir. Bazen bal gümeci de bulunur. Bu servis üç gün yapılır. Diğer konak yerine zamanında varmak için gün doğmadan kalkmak gerekiyor.
Niş- Sofya arasında kız çocuklarının ve kadınların sattığı külde pişmiş sıcak poğaçalardan yedik. Gran’a yaklaşınca 150 kişilik bir Türk süvari birliği bizi karşılayıp sancakbeyinin yanına götürdü. Oradan ayrılırken süvariler at koşturup gösteriler yaptılar ve bir süre bize eşlik ettiler” (Ogier Ghiselin Busbecq, Türkiye’yi Böyle Gördüm, Hzl.: Aysel Kurutluoğlu, Tercüman 1001 Eser).
Hans Dernschwam (1494-1568)
Kervansaraylara kadın yolcu alınmaz
Busbecq’in elçilik heyetinde bulunan Bohemyalı Hans Dernschwam da Viyana’dan Amasya’ya kadar 1553-1555 yıllarındaki gidiş-dönüşte yazdıklarını iki ciltlik bir kitapta toplamış. Bu elçilik heyetinde başta elçi (Busbecq), 2 uşağı, piskopos, başrahip ve rahip, kaptan, atlı muhafızlar, uşak, baş seyis, 2 seyis, 7 muhafız, 10 at arabacısı, berber, aşçı, aşçı yamağı, kâhya, kâtip, kapıcı, 2 odacı, sofracı, terzi, terzi çırağı, 33 kişi ve 27 at vardı. Ayrıca dayanışmalı eşlik eden 31 kişi ve 25 atlı, ikinci kafileyle de 64 kişi 52 at vardı. Yazar bu kalabalığın günlük tüketimini verirken, her gün birer okkalık 88 ekmek tüketildiğini, her yerde kırmızı şarap bulduklarını, bir tavuğu 2-3 akçeye aldıklarını, sığır, koyun ve kuzuların canlı satıldığını da anlatmıştır:
“… Morova vadisinde bizi uzaktan gören bekçiler uzun sopalarını havaya kaldırarak ileride martalozlar (eşkıya) olduğunu haber verdiler. Yolda tuz götüren öküz arabalarına rastladık. Geceyi Derviş Bey’in konağında geçirdik. Kervan, birarada giden yolcu kafilesidir. Bu kafilelerde çokluk tüccarlardır. Böyle bir çok kervanla karşılaştık. Kervansaraylara kadın yolcu alınmaz. Kadın yolcuları, tutsakları ve köle kızları konuklayan hancılar vardır (…) Bozüyük’te çifti 1 akçeye çok lezzetli ekmek bulduk. Burada bir Alman gördük; Viyana kuşatmasında tutsak düşmüş. Memleketinde tenekeciymiş. Şimdi köle. Karısı ve çocukları ile bir paşanın hizmetindeymiş (…) Alagöz’den sonra Çukurköy’e geldik. Geçtiğimiz Kızılırmak vadisi çıplak. Karşı yakada köyler ve ot yığınları var. Uzaktaki dağlarda orman varlığı seçiliyor. Ama geçtiğimiz yerlerde çalı bile yok. Eşekle seyahat eden sekiz Türkle karşılaştık. Bursa’ya ipek götürüyorlarmış” (Hans Dernschwam,İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, çev.: Yaşar Önen, 1987).
Jean-Baptiste Tavernier (1605-1689)
En iyi mesken yanınızdaki çadır
17. yüzyılın Marko Polo’su denen Fransız gezgin Fransız Jean-Baptiste Tavernier, Türkiye üzerinden İran’a ve Hindistan’a altıgezi yaparak bu üç ülkedeki gezilerini anlatmıştır. Evliya Çelebi ile çağdaş, her ikisi de birer gezi tutkunuydu. Acaba bir kervanda, bir kent çarşısında karşılaşmışlar mıdır? Viyana’dan İstanbul’a kara yolculuğunun 42 gün, İstanbul-Tokat arasının kervanla 35 gün sürdüğünü; 14 günde ulaşılan Afyon’da ana yolun biri Halep’e, diğeri Tokat’a ikiye ayrıldığını yazan gezgin, yılmadan, bıkmadan, hastalanmadan, ölümcül bir olayla karşılaşmadan yıllarca süren altı seyahatiyle de Evliya Çelebi’yle bir rekoru paylaşmıştır:
“… Sofya- Filibe arasında iyi silahlanmış Tatar kafileleriyle karşılaştık. Sayıca bizi yenecekleri öngörüsüyle, ortalarından geçmemiz için yolun iki tarafına sıralanmışlardı. Ellerinde kılıçları vardı. Bizde ise her birimizde filinta bir çift tabanca, kimimizde de pek güzel av tüfekleri vardı. Bu üstünlük karşısında bizden tütün istemekle yetindiler. Doğu’da seyahat Avrupa’daki kadar rahat ve güvenli değildir. Kentler arasında çalışan düzenli taşıtlar yoktur. İklim elverişsizliği, insanların ilgisizliği nedeniyle hiç el değmemiş bölgeler vardır. Aşılması gereken çöller, Bedevi saldırıları, han-kervansaray yokluğu, su kaynaklarının kıtlığı başlıca engellerdir. En iyi mesken, yanınızda taşıyacağınız çadırdır”.
“… Trabzon- Erzurum yolu en iyi koşullarda 4-5 gündür. Deniz yolculuğu ise hayli tehlikelidir. Kırsalda kervansaray konaklamalarına para ödenmez. Kentlerde ise han odaları cüzi bir parayla tutulur. Türkiye ve İran’da ya kervanla ya 10-12 kişilik kafilelerle veya bir kılavuzla seyahat edilir. En emini bir kervana katılmaktır. Bunda da kervanların ağır yürüyüşünden yolculuk uzun sürer. Her konaktan harekette yüklerin bağlanması zaman alır. Kervan soyguncuları karanlıkta öndeki hayvanla en arkadakini bağlayan ipi keserek kervanın yolunu şaşırtır. İyiliksever Türkler, ırmaklardan uzak yollarda sarnıçlar, kuyular yapmışlardır. Hatta yağışların azlığında, yakın kasaba ve köylerden bu sarnıçlara yolcular için su taşınır. Doğu’daki han ve lokantalar Avrupa’daki gibi temiz değildir. Her yolcu ocaklı bir odaya yerleşir, arkadaki ahıra da atını bağlar. Kimi yolcular kışın oda yerine ahırda kalmayı tercih eder. İstanbul’dan İran’a kadar kervansaraylar maalesef dayalı döşeli değildir. Size bomboş bir yer gösterirler. Yatacak yer, yemek yapmak size aittir. Ama ucuza kuzu, tavuk, yağ, meyve, karpuz, ekmek alırsınız.Yolcular ve kervancılar sıkılmamak ve uyku toplamak için eğlenmekle, tütün içerek, şarkı söyleyerek, kendi işlerinden sözederek akşamı geçirirler. Yoksul insanlar da az bir ücret karşılığında kampın etrafında bekçilik ederler (…) Gidilen yerin kılık kıyafetine uymak gerekir. Aksi halde gülünç duruma düşülür. Yani sırık bağlanır, çapula, çizme giyilir (Jean Babtiste Tavernier,XVII. Asır Ortalarında Türkiye Üzerinden İran’a Seyahat,çev.: Ertuğrul Gültekin, 1980).
Jean Otter (1707-1749)
Sözde avcı gibi silahlı soyguncular
Jean Otter, Anadolu yollarında öldürülmekten kılpayı kurtulmuş bir 18. yüzyıl gezgini. Basra’dan sonra Bağdat- Musul- Mardin yollarını arşınlayarak Anadolu’ya gelmiş ve Eğin’den sonra yüce dağları aşarak bir akşam vakti 1740’ta Divriği’ye ulaşmış:
“… Eğin-Divriği yolunda beni korkutup daha fazla ücret isteyen kılavuz korumacılar geri dönünce, iki uşağımla sarp dağların arasında yapayalnız kaldık. Yolu bilmiyor, mesafeyi kestiremiyordum. Binbir güçlükle Divriği’ye indik. Korkulu bir gece geçirdik. Ertesi sabah, Sivas çavuşlar kâhyasına katılarak yola koyulduk. Üç günlük Divriği-Sivas yolunu altı günde alabildik. Eşlik ettiğimiz zabit ve askerler, yolda rastladığımız ve kendilerinden güçsüz gördükleri kafilelere ve köylere saldırmaktan çekinmiyorlardı. Köylülerden zorla yem ve yiyecek aldılar. Karabel vadisinin gür ormanları silahlı soyguncularla doluydu. Bunların, sözde avcıymış gibi omuzlarında kollarında doğanlar, atmacalar vardı…” (Jean Otter, Voyage en Turquie et en Perse, Paris, 1748).
Guillame-Antonie Olivier (1756-1814)
Türkiye üzerine önemli veriler
1793’te Paris’ten Marsilya’ya inen, oradan da gemiyle İstanbul’a gelen G. A. Olivier adlı gezgin doktor, Fransız İhtilali sürecinde Convention hükümetinin temsilcisi olarak Osmanlı ülkelerinde geziler yaptıktan sonra 1798’de ülkesine dönmüş. Olivier bu geziye çıkarken arşivlerden ayrıntılı haritalar üzerinde çalışmalar yapmış. Bir bakıma Türkiye’ye de önemli veriler getirmiş. İstanbul yaşamına ilişkin verdiği bilgiler de önemlidir (G. A. Olivier, Türkiye Seyahatnamesi: 1790’larda Türkiye ve İstanbul (Çev. Oğuz Gökmen, Ankara 1977).
Edward Raczynski (1786-1845)
Gelibolu’nun birkaç bin adım ötesi
Polonyalı kont Edward Raczynski, antik çağ eserlerini görmek için 1814’te kalabalık bir heyetle Varşova’dan çıktığı gezisinde, Odessa-İstanbul yolculuğunu buğday yüklü bir gemide yapmış. İstanbul’dan Çanakkale’ye de yine gemiyle gitmiş:
“…Hasan Bey, 1 Ekim sabahı erkenden bir kılavuzla binek hayvanlarını gönderdi. Kılavuzuma Tekfurdağı’nde (Tekirdağ) eşkıyanın bize zarar verip vermeyeceğini sordum. Bana, elini kavuğuna götürerek: ‘Beyim, bu baş size feda olun!’ dedi. Bu son derece cesur davranış beni cesaretlendirdi. Konsolosa bu cesur adama benim için teşekkür etmesini rica ettim. Gelibolu’nun birkaç bin adım ötesindeki bataklık vadiden geçerek Bolayır’a giden taş döşeli bir caddeye çıktık. Güneş battıktan sonra atlarımızı bağlayacağımız büyük bir hana geldik. Binanın bir tarafındaki odalarda müşteriler, diğer taraftaki ahırda hayvanlar kalıyordu. Han, tipik bir İspanyol meyhanesini andırıyordu. Akşam yemeğinden sonra yatacağımız yer gösterildi. Hancı, kahve pişirmemiz için kap (cezve) getirip ocağın üstüne koydu… (Edward Roczynski, 1814’de İstanbul ve Çanakkale’ye Seyahat, çev.: Kemal Turan, 1980).
Charles Texier (1802-1871)
Anadolu üzerine ilk rehber kitap
Charles Texier 1832’de geldiği Anadolu’yu gezerek Asie Mineure (Küçük Asya) adını verdiği bir kaynak eser yazmıştır. Bu kitapta “seyyahlara nasihat” başlıklı bir bölüm vardır:
“… Gidilen- geçilen yerlerin yerlilerine güven duyulmalı, bir ölçüde yerel dil bilmek de gerekir; çünkü kendisini kılavuz-rehber olarak tanıtanlar arasında, soyguncularla işbirliği yapanların da bulunabilir. İstanbul’dan ayrılmadan hükümet yetkililerinden bütün vilayetlerde geçerli olacak bir ferman -yol beratı- alınmalıdır. Seyahat sağlığı için gerekli önlemler alınmalı; örneğin çıban ve yara için yara, sargı, yakı bezi, merhem, makas, neşter, cehennem taşı, hacamat gereçleri bulundurulmalıdır. Zira Anadolu’nun her yerinde hekim yoktur” (Charles Texier, Asie Mineure). Texier’nin bu uyarıları, Anadolu gezisi için yazılmış ilk rehberdir.
Alexander William Kinglake (1809-1891)
Seyahatten önce yıkanan Osmanlılar
Alexander William Kinglake, Kraliçe Viktorya çağının bu ünlü İngiliz yazarı, 1834-35 yıllarında Osmanlı ülkelerini dolaşmış, Doğu Hasreti adını verdiği kitabında insan tiplerini, kent manzaralarını yazmıştır. Bu gezisinde Belgrad’da yanına aldığı Ustafa adlı posta tatarı kendisine yol rehberliği yapmış. İstanbul’dan sonra İzmir’e, Troya’ya, sonra bir gemiye binerek Suriye’ye gitmiş, Kıbrıs’a uğramış; Filistin’i, Ürdün’ü gezip Sina çölünü geçerek Mısır’a gitmiş. Yolculuk anıları bir roman kadar sürükleyicidir. Bindiği hayvanın eyerini, yük hayvanlarının saatte ancak beş-altı kilometre yol katedebildiklerini, bu sırada hayvan sırtlarındaki eşyadan çıkan sesleri, seyislerin küfürleşmelerini, yolculuk sırasındaki hastalıkları kadar yazmış, yazmıştır. Çetelerle vuruşmalarını da ihmal etmemiştir:
“… Seyahate çıkışımızda iki-üç saat içinde kafilenin hazırlığı tamamlandı. Uşaklar, tatarlar, binici sürücüler, yüklenen hayvanlar epeyce bir konvoy teşkil ediyordu. Kafileye Tatar Mustafa başkanlık edecekti. O da hazırlıklarını tamamlayanların yanına geldi. Hamamdan daha yeni çıkmıştı. Çünkü seyahate çıkmadan yıkanmak Osmanlıların âdetidir. Bütün techizatını kuşanmış, belinden boğazına kadar silahlarla yüklüydü. Su kırbasını ve lülesini de eyere bağlamıştı. Sürücüler, yük atlarını sürmek için tutulan yoksul çingenelerdi. Benim görevim haritaları tetkik etmek ve istikametimizi belirlemekti. Ama Edirne’den sonra tahmin ettiğimden daha güneye inince kendimizi deniz kıyısında bulduk” (A. W. Kinglake, Doğu Hasreti, çev.: AhmetEdip Uysal, 1982).
Helmuth Karl Bernhard Von Moltke (1800-1891)
Askerî danışman ve harita uzmanı
Helmuth von Moltke’nin mektuplarında ise Türkiye, özellikle Doğu-Güney Anadolu hakkında belgesel notlar vardır. Osmanlı ordusunda danışman olan feldmareşalin Türkiye üzerine yazdıkları 1835-1839 yıllarını kapsamaktadır. Askerî danışman ve harita uzmanı olarak Dobruca ve Tuna yalılarından Toroslar’a kadar gözlem ve değerlendirmeleri dönemin kritiği açısından önemlidir. Fırat ve Dicle boylarındaki keşif ve gezi yolculuklarını, konakladığı yerleri, rastladığı göçebeleri; Cizre’de 1 Mayıs 1838’de yazdığı uzun mektupta da Kuzey Mezopotamya’daki yolculuğunu, katıldığı 600 deve ve 400 katırdan oluşan kervanı ve kervanın bağlanışını, çözülüşünü, konaklama yöntemlerini, yüklerin indirilişini, hayvanların otlamaya bırakılmasını; başka bir mektubunda Murat Suyu’nda kelekle yaptığı yolculuğu anlatmıştır:
“… 10 Mart 1838’de Samsun’dan çıkınca ilk günkü yolculuğumuz 14 saat sürdü. Birçok tepelerin ve derelerin geçilmesi gerekti. Kar yeni kalktığından yollarda yürümek iki kat zordu. Geç vakit ve karanlıkta, yağmurdan sırılsıklam Lâdik’e ulaştık. Ertesi sabah karla örtülü yüksek dağlardan aşağıya bakarak bu kasabanın güzel manzarasını gördük. Birkaç saat sonra ekili bir vadiye indik. Vadi gittikçe daralarak derin bir boğaza dönüştü…” (Helmuth von Moltke, Türkiye’deki Durum ve Olaylar Üzerine Mektuplar, 1835-1839, çev.: Hayrullah Örs, 1960).
Eugene Bore (1809-1878)
Farklı bir güzergah: Batı Karadeniz
Eugène Boré ise İstanbul’dan Doğu’ya yolculuğunda başka gezginlerden farklı bir yol izleyerek Boğaz’ın Anadolu Feneri’nden sonra kıyıdan Ereğli’ye oradan Devrek’e uğrayarak Bartın’a ve Amasra’ya gitmiş, sandalla Gidoros’a gidip dönmüş. Safranbolu- Ulus- Eflani-Kastamonu-Vezirköprü’den sonra Samsun’a, orada Amasya’ya inmiş. Sonraki güzergâhı Sivas-Erzincan-Erzurum-Kars-Erivan olmuş Buralardan yazdığı mektuplarda, yol izlenimlerini, gördüğü yerleri, incelediği eski eserleri anlatmış:
“… Amasra’ya inerken gördüğümüz bir kaidede iki kelime okunuyordu: Salvatori, Amastris! (kurtarıcı ve Amasra). Kayaların uzunluğu boyunca aralıklarla devam eden taş basamakları inerken eski bir çeşmenin önünden geçtik. Taş yalaktan berrak bir su taşıyordu. Mevsim gereği (Mayıs) yaban gülleri ve çiçekler açmıştı… Harabeler ortasındaki tapınak, bir mağara idi. Ağzı Büyükayı’ya bakıyordu. Yakınında perdahlanmış siyah taşlardan çok sayıda lahit vardı. Gür orman bitkileri ve çiçekler harabeyi kaplamıştı. İstikameti belli döşenmiş bir yol kasabaya uzanıyordu” (Eugene Boré, Correspondance et Memoires d’un voyageur en Orient I-II, Paris 1840).
William Francis Ainsworth (1807-1896)
Divriği’de bir Tatar Beyi ve samimi konukseverlik
İngiliz Kraliyet Bilim Cemiyeti’nin üyesi olan Lord W. F. Ainsworth,Anadolu yolculuklarını kalabalık bir heyetle yapmış. Vilayet ve sancak merkezi kentlerdeki izlenimlerini bir öykü üslubuyla anlatmış:
“…Divriği’ye vardığımızda hava kararmıştı. Yerliden bir beyefendinin saray gibi konağında bizi çok iyi karşıladılar. Tatarımız bizi beyle tanıştırdı. Bu evde her şey son derece lüks ve muntazamdı. Yıkanmamız için sıcak su (hamam) gösterdiler. Odalardaki büyük şamdanlar her köşeyi ışıl ışıl aydınlatıyordu. Akşam yemeği için ayrı bir salonda sofra hazırlanmıştı. Yemekten sonra evsahibi bizi ziyarete geldi. Bu parlak ve samimi konukseverliği için teşekkür ettik” (William Francis Ainsworth, Travels and Researches in Asia Minor, II, Londra, 1842).
Frederick Burnaby (1842-1885)
Sivas’tan güneye kar-çamur deryası
1875’te at sırtında Anadolu gezisine çıkan genç İngiliz subayı Frederick Burnaby, mevsim koşul gözetmeden yardımcılarıyla at sürer. Kışa dönük günlerde Sivas’tan güneye giderken gördükleri, Osmanlı köylüsünün yaşama koşulları açısından çarpıcıdır:
“… Binbir güçlükle dağdan indik. Karın yerini diz boyu çamur almıştı. Bir yük hayvanı sendeleyerek balçığa yığıldı. Onu kaldırmaya yetecek güç kimsede yoktu. Çaresiz yükünü diğer hayvanlara dağıttık. Geceyi geçirmek için ilerdeki titrek ışığa doğru yürüdük. Yağbasan köyünde bütün olanakları seferber ederek rahat etmeye çalıştım. Radford ve Mehmet eşyaları indirdiler. Yüklü hayvan kapıdan geçemediğinden her şey sokağa bırakıldı. Ama ne sokak! Bir tek saman çöpünün bile bulunmadığı çiftlik toprağı bile bu köyün sokaklarından temizdir. Eğer birisi yolun karşı tarafındaki komşusuna gitmek isterse batacağı çamur deryasına girmeden canını Tanrı’ya emanet etmelidir. Evsahibi ve zaptiyeler birer köşede sızdılar. Birkaç dakika sonra karşı mahalleden ayakları bacakları sıvalı bir kadın gelerek tepsideki yeni pişmiş ince ekmekleri (bazlama) bize ikram etti” (Captain Frederick Burnaby, On Horseback Through Asia Minor I, Londra 1877).