1996-2001 arası Afganistan’da idareyi ele alan Taliban, o dönem savaş ağalarının kapışmasından ve ölümlerden yaka silken halkın desteğini sağlamıştı. 11 Eylül ve ABD’nin müdahalesinden sonra 20 yıl boyunca 2.2 trilyon Dolar akıtılan ülkede hem paralar yine şirketlere gitti hem de 100 binin üzerinde insan öldürüldü. Küresel eroin piyasasının % 90’ının kaynağı olan ülkede kaotik gibi gözüken tarihî yapı taşları…
Afganistan’ın dünü ve bugünü üzerine önemli bir kitabın (Taliban-2021) yazarı Ahmed Raşid, konu hakkında en bilgili kişi olarak gösterdiği Rubin Barnett’ın sözlerini aktarır: “Afganistan yalnızca Afganların değil, bütün dünyanın aynasıdır”. Benzer bir biçimde ünlü Hintli şair Muhammed İkbal, Afganistan için “Asya’nın kalbi” demekte, Lord Curzon ise biraz daha rekabete bindirmekte: “Asya’nın horoz dövüşü alanı”.
Haritaya bakıldığında komşu ülkelerin gerilimini anlamak mümkün olsa da, Türkiye, Suudi Arabistan gibi “dış güçler”in ilgisi de hiç eksik olmamıştır bu ülkeden. “Bizim oralarda ne işimiz vardı?” diye sormadan “Afganların burada ne işi var?” diye sormak inandırıcı değil.
20. yüzyılda Afganistan tarihini hızlandıran hadise, SSCB’nin Afganistan’ı işgaliydi (1979). O güne kadar toplumsal formasyon açısından pek zengin olmayan ülkede muhafazakarlık yaygın olsa da cihatçılık güçlü bir eğilim değildi. İşgal bir anda ülkeyi Soğuk Savaş’ın alanı haline getirdiğinde, ABD nezaretinde müttefikleri ülkeye çullandılar. Bu tarihten itibaren Afganistan’da, Sovyet desteksiz Necibullah rejimi (89-92), onun asılmasıyla sonuçlanan içsavaştan sonra mücahitlerin, savaş ağalarının kapıştığı dönem (92- 96), Taliban’ın başa geçtiği yıllar (96-2001) ve ABD’nin NATO güçleriyle son dönemi (2001- 2021) geldi.
Taliban aslında Sovyet işgaline karşı mücadele içinde şekillenmemişti. Bu mücadeleyle ilişkisiz, sonraki dönemde savaş ağalarının kapışmasından halkın yaka silkmesi, geleneksel aşiret reisliğinin ortadan kalkması gibi bir dizi koşul altında eski Paştun liderliğinin kalıntılarının temizlenerek Paştun milliyetçiliğinin yeniden canlandırılmasını temsil edecekti.
1992’de rejimin düşmesiyle toprak ağalarının önderliğindeki çeşitli mücahit grupları arasında bir içsavaş süregitti. Kabil’i ele geçirme hedefiyle, mücahit örgütleri Afganistan’ı yıkıma uğrattılar. Kadınlar, çocuklar, sade insanlar bu yıkıntının altında kaldı. Bu içsavaşta Ahmet Şah Mesud’un yönettiği Kuzey İttifakı, Tacik etnik kökenliydi; Hindistan ve Türkiye tarafından destekleniyordu. Şah Mesud 1997’de Taliban tarafından öldürüldü. Şu sıralar siyaset sahnesine yeniden girmeye çalışan zamanın Hizbi İslâmi lideri Gulbeddin Hikmetyar ise Pakistan tarafından destekleniyordu. Pakistan, Hikmetyar’ın bu işi beceremeyeceğini gördüğünde Taliban’a oynadı. Bu her iki hizip de radikal İslâmcı, maçist ve acımasızdı. Eklemek gerekir ki, Taliban ortaya çıkmadan da bu iki hizip kadınları baştacı etmiyordu; onlar da şeriata uygun bir şekilde kadınları insanlıkdışı bir konuma mahkum etmişti.
1994’te Pakistan’da medreselerde örgütlenen ve adını burada alan Taliban, Pakistan gizli servisinin desteği ve ABD’nin mali katkısı ile öne çıktı; 1996’da Kabil’i ele geçirerek karanlık bir rejim kurdu. Usame Bin Ladin için de emin bir üs sundu. Taliban dönemi birçok Afgan için “mücahit dönemi”nin hoyratlığına göre, “daha az” kötüydü.
ABD, Taliban’ın ülkede istikrarı sağlamasını bekliyordu. Hatta 125 milyon Dolarla Taliban’ın elde ettiği en büyük yabancı yardımını sağladı. Clinton yönetimi Suudi Arabistan’la birlikte İran’ı kontrol etmek için, Şiiliğe son derece düşman Taliban’ın iktidara gelişini uygun bulmuştu! Rusya ve Orta Asya cumhuriyetlerindeki gelişmeler de bu nesnel koşulların bir parçasıydı. Mücahit çeteleri arasındaki yoğun, kanlı çatışmalardan usanmış insanlar da (etnik kökenlerine göre değişkenlik gösterse de) medeni haklardan feragate neden olsa da Taliban’ın gelişini kerhen kabullendi.
Sözde anti-emperyalizm adına Taliban’ı kutlayanların hatırlaması gereken bir husus da, Taliban başa geçtiğinde onu tanıyan ülkelerin örneğin Küba, Çin, Vietnam ve hatta İran değil; Pakistan, Türkmenistan, Suudi Krallığı ve Birleşik Arap Emirlikleri olduğudur.
11 Eylül, Afganistan’ın kaderini derinden etkiledi. “Terörizme karşı savaş” başlığı altında yeni bir Haçlı seferi ilan edilip Afganistan işgal edildi. Amerikan işgali sivillerin ölümünün yanısıra büyük kentlere akını ve ülke dışına göçü de tetikledi. ABD işgalle birlikte Taliban’a karşı mücahit döneminin savaş ağalarını silahlandırdı ve kendisine tâbi kıldı. Hikmetyar’ın bir dönem başkan adayı olması da başka türlü açıklanamaz.
1992’de Tarihin Sonu‘nu yayımlayan araştırmacı Francis Fukuyama; 1980’lerde Afganistan’ın Sovyet işgali sırasında Başkan Ronald Reagan’ın yönetimine katılmış ve Rusların kanını akıtmak için “son Afgan ölünceye kadar savaşa devam” demişti. Birleşmiş Milletler’in, Sovyetler’in barışçıl bir şekilde geri çekilmesi çabaları ABD tarafından sürekli engelledi.
ABD için Soğuk Savaş sona ermişti ve Afganistan’ın artık önceliği kalmamıştı. Tabii daha sonra Amerikan işgalini meşrulaştırmak için kullanılan Afgan kadınların kaderi de çabuk unutuldu. O dönem ABD dış politikasını şekillendiren simaların önde gelenlerinden Zbigniew Brzezinski’ye kadınların akıbeti sorulduğunda, “tarihe böyle bakılamayacağını önemli olanın Soğuk Savaş’ın sona ermesi olduğunu” belirtmişti.
Sovyet işgalini mazur göstermenin bahanesi olamaz. Ancak ABD ve müttefiki Pakistan’ın finansmanıyla ülkenin parçalı etnik ve mezhepsel yapısında, çoğunluk Paştunlar arasında o günün tabiriyle “radikal İslâmcılığın” peydahlanmasına çalışıldı.
11 Eylül 2001’den başlayarak kadınları Taliban’ın boyunduruğundan kurtarma bahanesi altında ABD esas olarak Orta Asya, Çin ve Rusya’ya yönelik emperyal stratejisi doğrultusunda Afganistan’ı işgal etti. Karanlık bir güç olan Taliban’a da böylece işgale karşı mücadele eden “özgürlük savaşçısı” payesi kazandırdı.
Paradoksal olan, Sovyet işgalinden sonra Gorbaçov dönemindeki geri çekilişten itibaren Rusya’nın o güne kadar desteklemiş olduğu rejim 3 yıl dayandığı halde; ABD’nin 20 yıldır oturtmaya çalıştığı rejimin, daha çekilmesini tamamlayamadan göçmesidir.
Afganistan beklenmedik bir hızla Taliban’ın eline düşünce, Samuel P. Huntington’ın “medeniyetler savaşı” kuramının şuursuz izleyicileri, “barbar ülkeler”in asla “medenilerin” safına ulaşamayacağının bir defa daha kanıtlandığını iddia edebilir. Bu sömürgeci anlatım, ABD ve onun müttefiklerinin (uluslararası koalisyon) yürüttüğü emperyalist savaşları haklı çıkarmanın pespaye bir bahanesi. Dünyanın en büyük gücünün 20 yılda yapamadığını kendi inşa ettiği Afgan ordusundan beklemesi; bu ordunun yabancı bir gücün paralı askeri olması hasebiyle halk nezdinde gayrimeşru olduğunu görmemesi inandırıcı değil. Herhangi ideolojik ve moral motivasyonu olmayan bir ordunun savaşmasını beklemek safdillik olur.
Halkın küçük bir kesimi hariç işgal, genel olarak toplumdaki eşitsizliği daha da derinleştirmiştir. Nüfusun üçte ikisinin günde birkaç dolara mahkum olduğu bir ülkeden sözediyoruz. İnsani kayıplar açısından da önceki dönemleri aratmayacak bir yıkım sözkonusu. Nisan 2021’e kadar 20 yılda 47 bin sivil (düğünlerde, cenaze törenlerinde “sehven” katledilenler başta olmak üzere) ve 66 bin asker ölmüş. Güvenlik güçlerinin öldürdüğü isyancı sayısı 42 bin. 2.500 Amerikan askeri hayatını kaybetmiş. 3 milyon insan ülkeden kaçmak zorunda kalmış. 4 milyon insan yer değiştirmiş.
ABD’nin 20 yıllık süre içerisinde ülkeye akıttığı para 2 trilyon 226 milyar Dolar! Savunma Bakanlığı’nın 2020 raporuna göre ise savaş harcamalarına 815.7 milyar Dolar sarfedildi. Bu para Afgan halkına eşit bir şekilde dağıtılsaydı kişi başına 7 bin dolar düşerdi! Ancak harcanan paranın %90’ının silah satışı, maaşlar vb. olarak ABD’ye geri döndüğü de atlanmamalı. Sonuçta Taliban 1996’da yıkılmış bir Afganistan’ı eline geçirmişken, şimdi ABD’nin Afgan ordusuna verdiği her türlü teçhizata ve işgalden önce hayal edemeyeceği maddi imkanlara sahip.
Afgan kalkınmasının başarısızlığı genellikle yolsuzluklara bağlanır. Afganistan yolsuzlukta dünyanın önde gelen ülkeleri arasında yer alsa da, bu başarısızlığın temelindeki daha derin-köklü neden, seçilen kalkınma modeli. Afganistan’ın inşaındaki model, devletten ziyade SKT’lara dayanıyordu. Bu modelin Afganistan’da herhangi bir temeli olmaması, ülkenin STK neoliberalizminin bir laboratuvarına dönüşmesine neden oldu. Buna gösterilen mazeret de kamu kurumlarının yolsuzlukla malul olduğu, dolayısıyla girişimlerin etkisiz kaldığı merkezindeydi. 2010’a kadar eğilim tamamıyla bu yönde iken, STK’ların Afgan politikacılarından kat be kat fazla yolsuzluğa bulaştığı anlaşılınca, dış yardımların yönü devlet lehine değişmeye başladı.
Ancak yolsuzluk ve sorumsuzluk sadece STK’larla sınırlı değildi. Örneğin herbirinin % 5-10 arpalık aldığı 5 taşerondan geçen projelerde de inanılmaz bir israf sözkonusuydu. Devlet bu yardımların planlanmasına ve genel olarak hayata geçirilmesine katılmadığı için, bazı sektörler devasa yardımlar alırken diğerleri bundan mahrum kalmaktaydı.
Yardımın militarizasyonu da önemli bir etmendi. Yardımların % 50’si güvenlik kesimine gitmekte. Ayrıca ihtiyaçlardan ziyade, yardımların ABD’nin bir halk desteği kazanması için önemli gördüğü alanlara kaydırılması, projeler arasında bir hiyerarşi oluşturma noktasına varmakta.
Askerî işleri yapan yükleniciler aslan payını alırken, bölge aynı zamanda eroin ticaretinde de önemli bir merkez olmayı sürdürdü. Bir dönem Pakistan’ın millî gelirinin 3’te 1’ini oluşturan eroin ticaretine benzer bir biçimde bir narko-elit oluştu. Batılı güçlerin dayandığı savaş beylerinin önemli bir kısmı bu yoldan servet edindiler. Raşit Dostum’un Taliban tarafından ele geçirilen malikanesi herhalde piyangodan çıkmamıştı. ABD işgalinin önemli bir sonucu, afyon üretiminin artışıydı. Küresel eroin piyasasının % 90’ı Afganistan üzerinden giderken, buradan elde edilen paranın çok cüzi bir kısmı “üretici”nin eline geçiyor, paranın büyük kısmı eroini dünya pazarına süren “yabancı güçler”e kalıyor. Zaten işgaller de kalkınma amacıyla yapılmaz.
Taliban’ın Kabil’i ele geçirmesiyle tartışmalar yeniden alevlendi. Ahmed Raşid’in Taliban kitabındaki hikaye devam mı ediyordu, yoksa aradan geçen 20 yıldan sonra Taliban kendi geleneği içinde bir değişim geçirmiş miydi? Hemen belirtmek gerekir ki bu defa Taliban önceki gibi bir takım mücahit gruplarının çatışmalarından yararlanarak Kabil’e gelmedi. ABD ile 2018’den, yani Trump döneminden başlayarak Doha’da bir dizi görüşmede zaman kazanarak; bu arada dikkatlerden kaçan bir şekilde yerel güçlerle de müzakere yürüterek bir strateji geliştirdiler. Biden, Trump’ın başlattığı barış görüşmelerini onayladı. ABD, işgalin başarısızlığının farkındaydı.
Afgan toplumu klan, kabile, mezhep, coğrafi olarak çok parçalı, kaotik gibi gözükse de, geleneksel olarak insanlar belli bir yapı içinde. Yani bir yanda kötücül radikal İslâmcılar, şeriatçılar; öbür yanda da sürekli acı çeken yoksul bir halk sözkonusu değil. Her zaman ideolojik belirlemelere sığmayan, farklı ittifakların kurulabildiği yani oyunun kurallarının “kendine göre” olduğu bir toplumdan sözediyoruz.
Olivier Roy’un da belirttiği üzere, Taliban zorlu savaşta siyasal olarak bir değişim geçirdi. Ancak yönetim kademesi 20 yıl öncesinin hemen hemen aynısı. Demokrasinin ülkede zemin bulamadığı, şeriat uygulanacağına dair sözler ve yoksul bir ülkede uluslararası ilişkileri düzeltmeden bir tecrit ortamında varolmanın imkansızlığı ile birlikte okumak gerekir bu “değişim”i.
Taliban ayakta kalmak için uluslararası planda ilişkilerini olağanlaştırmaya yönelmiş durumda. Çin ile Kabil’in ele geçirilmesinden önce görüşmeler oldu ve Çin’deki Uygurlar meselesini kaşımama karşılığı ekonomik sözler alındı. ABD’nin de üst kademede görüşmeleri sürdürdüğü bilinmekte. Rusya, Orta Asya sınırını güvenceye almak istemekte ve Taliban da bunu sağlayabilir. Unutmamak gerekir ki 2018’den bu yana sürdürülen görüşmelerde öne çıkan maddeler arasında Taliban’ın kabul ettiği en önemli husus, topraklarında başka türden “terörist” örgütlenmelere izin vermeyecekleridir.
Sayıları 80 bin dolayında olduğu söylenen Taliban güçleri, ne köylerine ne medreselere dönecekler. İktidarın çeşitli kademelerinde yer alarak (bürokrat, işadamı) dünya nimetleri ile kucaklaşacaklar. Yoksul ülkenin bu yeni efendileri, devasa sorunların altından kalkma kapasitesine sahip değil. 33 milyonluk nüfusun ortalama yaşı 18. Genç Afganların işgalin izlerini silmeleri zaman alabilir; ancak Afgan kadınların karşı karşıya kaldıkları felaket karşısında direnmekten başka çareleri yok. Dış güçlere bel bağlamadan Taliban’a karşı mücadele vermek kolay olmasa da, bu 40 yıllık ağır yıkımdan sonra insan hakları ve demokrasiyi sosyal haklarla bezeyecek bir alternatif, dünyanın herhangi bir ülkesinde olduğu gibi Afganistan’da da belirebilir.