16. ve 17. yüzyıllar boyunca Tunus ve Cezayir’i merkez tutan, Barbaros Hayreddin’le birlikte Osmanlı donanmasının komutanlığına kadar yükselen kaptanlar, korsanlığı “barbar” bir uğraş olmaktan çıkartarak, siyasal-statejik-diplomatik bir güce dönüştürdüler.
Ünlü tarihçi Fernand Braudel’in Akdeniz’deki korsanlık olgusuyla ilgili açıklaması bilinir: “Genel ve antik bir endüstri” olarak nitelendirir korsanlığı. Dönem üzerinde çalışan İtalyan ve Fransız uzmanların ortak görüşüyle, bu aykırı etkinliğin Müslüman gemicilere mal edilemeyeceği yolundadır. Salvatore Bono, korsanlığın bir tür uluslararası etkinlik olduğunu ileri sürer. Yahudiler, Hıristiyanlar, Avrupalılar, Afrikalılar ve Asyalılar işin içindedir. Öte yandan, Braudel, “dünya tarihi kadar” eski olduğunu savunur korsanlığın. Savaş amacıyla yapılan gemiciliğin çok daha yeni bir dönemde ortaya çıktığını kabul eder ve Clausewitz’in ünlü yargısını, “deniz savaşlarının doğrudan doğruya siyasetin bir uzantısı olduğu” yollu görüşünü paylaşır.
Kimi tarihçiler de, beri yandan, korsanlığın gelişimiyle deniz ticaretinin gelişimi arasında doğrudan bağlantılar görmüşlerdir. Böyle bakınca da, İbni Haldun’un Akdeniz’i bir “Arap denizi” olarak tanımladığı çağda, korsanlığın Batılılar tarafından tek taraflı biçimde onlara mal edilmiş olması şaşırtıcı görünmemektedir.
Korsanlığın XVI. yüzyıldan itibaren yoğunluk kazandığı bilinmektedir. Adalar, Kuzey Afrika, İtalya başlıca hedeflerdir. Akdeniz kıyısındaki sayısız kaleli kasaba ve yerleşme merkezi, ya korsanların korunmak amacı ile, ya da tam tersine, onlara sığınak olması amacıyla korunmalı düzene geçmiştir.
İşte bu koşullar altında, deniz gücü bir tür özgürlük ve yasadışılık tanımının simgesi haline dönüştü. Korsan gemilerine katılanlar, çoğunlukla yaşadıkları topraklarda tutunamamış, yaşadıkları düzenin çeşitli nedenlerle dışına düşmüş kişiler; farklı nedenlerle başkaldırmış insanlardı. Ancak, güçlü korsan geleneğinin bünyesinde, bu başkaldırı dozu hemen hemen sıfıra iniyor, güçlü ve disiplinli olma koşulu ilk haneye yazılıyordu. Denizde düşmana karşı amansız ve acımasız olmak gerekiyordu. Bunu başarabilmek içinse gözüpekliğin ve yeteneğin çelik bir iradeye dönüşmesi, hayata çekidüzen vermesi zorunlu hale geliyordu. XVI. yüzyılın başında, bu yıpratıcı sınavda en büyük başarıyı elde eden bir gemici, Oruç Bey, korsanlığı “barbar” bir uğraş olmaktan iyice çıkartarak, siyasal ve statejik bir güce dönüştürecekti.
1504’de sahneye çıkar Oruç Bey. Tunus’taki siyasal yönetimle anlaşıp, gelirinin yüzde 20’sine karşılık La Goulette’ini merkez olarak kullanma hakkını elde eder. Kısa zamanda gücünü arttırınca da, gelirinin yüzde 10’una karşılık, merkezini korumayı başarır. Kısa sayılacak bir sürede üstün başarı gösteren bu deniz kurdunun yerini, 1518’de, kardeşi Hıdır alacaktır. Batılıların Barberousse (Kızıl Sakal) adıyla anacakları bu genç, sonradan tarihimize Barbaros Hayrettin Paşa namıyla geçmiştir.
Barbaros’u “Akdeniz’in Kralı” kılan iki önemli özelliği ve bu özelliklerden kaynaklanan iki seçimi vardır: Herşeyden önce, ağabeyinin derlediği gücü örgütledi ve dönemin en ciddi savaş organizasyonuna dönüştürme erdemini gösterdi. İkinci büyük erdemiyse, işin başına geçer geçmez İstanbul’daki payitahtı ana güç olarak selamlaması ve arkasına, böylece XVI. yüzyılın en büyük siyasal ve askeri desteğini alması olmuştu. Bu davranışının bir karşılığı olarak, “Cezayir Beylerbeyi” unvanını da alan Barbaros Hayrettin pek çok yabancı dil bilen, son derece kültürlü, zeki ve korkusuz bir kişiydi. “Akdeniz’in Kralı” sayılmasını ise, her şeyden önce siyasal kişiliğine mührünü vuran uzak görüşlülüğüne borçluydu. İstanbul ile Fransa arasında arabuluculuk yapmış, Ege denizinden Sicilya’ya, Korsika’dan Ceneviz’e pek çok kıyı bölgesinde “yüksek diplomatik” geleneğini kurmuştu.
Başlangıçta 20 büyük tekneden oluşan donanması sürekli ganimet sağlıyordu. 1534’te gemi sayısının 80’i aşması nedensiz değildi. Sonunda Osmanlı sarayı, Vezir İbrahim Paşa eliyle ona “Kaptan Paşa” unvanını ve Osmanlı donanmasının komutanlığını verdi. 1538’de, Andrea Doria komutasındaki Hıristiyan donanmasını Preveze’de perişan ettiğinde, barbar bir korsan değil de, denizcilik tarihinin en zeki ve güçlü komutanlarından biri olduğu gerçeğini, gecikmiş olarak Batı dünyası da teslim etmek zorunda kalıyordu.
1546’daki ölümüne kadar, Barbaros Hayrettin Paşa, Akdeniz’in kesin hâkimi oldu. Yanında yetişmiş, anadan doğma bir gemici, Turgut Reis (Batılılar onu “Dragut” adıyla anmışlardır) onun boşluğunu oldukça başarılı biçimde doldurdu.
Bir hayli çalkantılı bir gençlik geçirdi Turgut Reis. Birkaç kez tutsak düştüğü Hıristiyanların elinde forsa olarak çalıştı. Hayrettin’in sağlığında, onun İstanbul’da bulunduğu sıralarda, donanmaya komutanlık etti. Malta seferi bir yana; Akdeniz’e tümüyle hâkimdi. Bu dönemde, Kuzey Afrika ülkeleri ile Güney Avrupa arasında olağanüstü bir ticari dolaşımın gerçekleştiği görüldü.
1620-1630 yılları arasında Cezayir limanlarında yaklaşık 20 bin Hıristiyan köle vardı. Ceneviz-Floransa kökenli ticaret gemileriyle Yahudilerin ticaret filosuna özel geçiş belgesi verilmişti. Bu gemiler Cezayir’e yük indiriyor, korsanların ganimetlerini satın alıp, bu kölelere yükletiyorlardı. Cezayir Akdeniz’in nicedir yönetildiği merkezdi ve Hayrettin’in oğlunun da ölümünden sonra, Turgut Reis’in yanında yetişmiş son büyük deniz kurdu Uluğ Ali Bey, Cezayir Beylerbeyi unvanını taşıyordu.
Uluğ Bey’in 1570’de Kıbrıs’ı alması San Marco donanmasının, bir anlamda Haçlı donanmasına dönüşerek, üzerine sefer düzenlemesine yol açtı. Bir yıl sonra, Osmanlı donanması tarihinin en büyük yenilgisini alacaktı.
Uluğ Bey’in sonu oldu bu, onunla birlikte Avrupa’da küçük devletlerin de önemli bir bölümü çöktü. Venedik, Ceneviz hatta İspanya, deniz gücü küçümsenemeyecek ölçüde gelişkinleşen Portekiz, Hollanda ve İngiltere karşısında silindiler. Ardından, Cezayir Beyberbeyliği Hıristiyanların eline geçti. Korsika, Arnavutluk, Danimarka, İngiltere kökenli gemiciler Akdeniz’in yazgısını çizdiler.
İslâm dünyasında Akdeniz’in önemi hep büyük olmuştu. Hıristiyanlar için ise Akdeniz’i yitirmek, orada denetimi Müslüman gemicilere bırakmak, süreğen bir tehdit altında yaşamak anlamına geliyordu. Bu nedenle de XVII. yüzyıldan başlayarak, her iki dünyada da gemicilik mesleği, mesleğin zorunlu kıldığı teknolojik evrim önem kazandı. Forsa gemileri askerî açıdan önemli gelişmenin ürünü oldular. Ancak onlarla birlikte aşılması güç sorunlar doğmuştu. Gemi üstünde fazla insan bulundurma zorunluluğu, bu insanların beslenmesi için gereken malzemeyle birleşince, ağır, hareket yeteneği sınırlı savaş araçları giriyordu devreye. Öte yandan, forsa gemileri yapım kolaylığı ve iktisadi amaçlar nedeniyle, bir de rüzgâra gereksinme duydukları için, tercih edilir olmuştu. Hava şartları Akdeniz’de bu tercihi doğrulayan nitelikler arz ediyordu. Gene de kısa sürede bu avantajlarını kadırgalara kaptıracaklardı.
Kadırgaları, teknik donanım ve hareket üstünlüğü açısından geliştiren gemici Uluğ Ali Bey olmuştur. Daha az gemi personeli gerektiren bu tekne türü, ne var ki, koşullara fazla ayak uyduramamış, ortadan kalkmıştır. Usul usul yerini kalyonlar almıştır. XVI. yüzyılın ikinci yarısında Akdeniz’in limanları kalyonlarla dolup taşıyordu. Ama asıl yenilikler, gemi teknolojisi alanında XVII. yüzyılda gözükmeye başlamıştır.
1606 yılında Dordrechtli bir Hollandalı, Simon de Danser, Cezayirlilere; bir İngiliz, John Ward da Tunuslulara gemicilik alanında yeni bilgiler aktardı. Onları İngiliz Sampson Denball ve Hollandalı Jan Janz izledi. İlk ikisi korkunç şartlarda öldüler, öbür ikisi ise İslâm dinini benimsediler, hatta Janz, İzlanda’ya başarılı bir sefer bile düzenledi. Batı dünyasından Osmanlılara yeni teknikler bu yollarla gelmiştir. Öte yandan Osmanlı gemicilerinin geleneksel Arap tekne yapımından kotardığı yöntemler de Batı’daki teknik evrimi yönlendirmiştir.
Cemal Süreya, Osmanlıların her şeyden çok toprağa bağlı, denize yabancı olduklarını vurgulamak için “Denizyolları çapasının bile toprakçıl bir edâ” taşıdığını söylerken haklıydı. Osmanlı denizcileri hemen hep yabancı kökenli olmuştur. Öte yandan, ne olursa olsun, Osmanlıların denize hâkim olma isteği de tartışılacak gibi değildir. Gemileri dünyamızın canalıcı bir yerine koymuşsak, bunun nedenini başka bir noktada arayamayız herhalde.