Aralık
sayımız çıktı

Asırlık aile tarihi sessizce yok oluyor

Divriği’ndeki Alanlı Evi kuşaklar boyunca bir kasaba ailesinin kültür zenginliğini korudu, yaşattı. Eski bir Anadolu ailesi olan Alanlıların son ferdinin hayata gözlerini kapatmasının ardından, yaklaşık 200 yıllık evin cümle kapısı da kapandı. Önlem alınmazsa ev zamanın çarkları arasında harabeye dönecek, bu topraklardaki binlerce sahipsiz kültür varlığına bir yenisi daha eklenecek. Köklü bir Anadolu ailesinin özel tarihinin en yakın tanığı, hatıralarıyla birlikte yok olup gidecek.

Kültür-tarih zenginliklerimizle övünüyoruz ama sahipsiz, bakımsız örenler, eski eserler binlerce. Divriği’deki Alanlı Evi de bunlara katıldı. Temel taşlarını 1820’lerin ustaları koymuş. 200 yıllık bir maziye oturan bu ev, 6-7 kuşak boyunca bir kasaba ailesinin kültür zenginliğini korudu, yaşattı. Fakat artık cümle kapısını “sahip” kimliğiyle açıp kapayan kimse yok! Dam ve çatı, saçak ve sıvalar, kapı ve pencereler, rüzgâra, yağmura, kara teslim durumunda. Bu yerel mimarlık ve kültür atmosferi, önce hüzünlü bir harabeye, sonra bir virane görüntüsüne, sonra yokluğa hazır. Karşısındaki büyük Ayanağa Konağı ise darmadağınık! Paylaşılmış, parçalanmış, saçakları mertekleri sökülüp yakılıyor. Yine de restore edilen iki başodasıyla diklenerek varım diyebiliyor. O odalarda oturup kahve içen zamane konukları, “ağalık” neymiş, boyutlara, özene, bezemelere bakarak kavramaya çalışıyorlar.

Her odasında başka bir hatıra Bugün yazgısıyla baş başa kalan Alanlı Evi, yaklaşık iki yüz yıllık ömründe bir Anadolu ailesinin farklı kuşaklarının birbirinden ilginç fertlerinin hayatlarına tanıklık etti.


Bizde aile tarihlerini yazmada iki yüzyıl geriye gitme olanağı yoktur. Aileler, mensubiyet ve köken konusunda sığ bilgilerle şecere kurmaktalar. Eski bir Anadolu ailesi olan Alanlılar da en uzun 200 yıllık tarihiyle şu yakında sönüverdi. Bundan kimsenin haberi yok! Kapısı kapanan aile evinin, damı çatısı saçakları duvar ve sıvaları kapı ve pencereleri, esip savuran rüzgârın yağmurun, kar sularının amansızlığında eriyip gidecek. O evden hüzünlü bir harabe yığıntısı kalacak! Selçuklu, Osmanlı, Kayzer sarayları da böyle yok olmuştu. Anadolu, kendi mirasını tüketmede dünya birincisidir!

Sınıf düzeyleri dikkate alınarak her yörede birkaç ailenin ve evin tarihi yazılmadı. Kent ve kasabaların sosyal- tarihsel katmanları için bu gerekliydi. Ailelerin özel tarihleriyle yok olması toplum tarihi bakımından kayıptır. Sıradan bir Selçuklu veya Osmanlı ailesinin tarihine sahip değiliz. Yüzyıl önceki ailelerinden taşınır taşınmaz neleri saklayabildik?

Yapısal özellikleri, mimari ayrıntıları

Divriği Karayusuf mahallesinde Abıçemen deresi yamacına yaslanmış yarı tarihî yarı romantik esintili Alanlı Evi’nin iç dünyasının eski kalabalık nüfusundan tek ses yok! Her biri ayrı melodiler çalan duvar saatleri, konsollar, aynalar, levhalar da artık yok. Sessiz evde kalan öteberi, çökme yazgısına eşlik edecek. Bunlar maddi değerden yoksun eski kiler küpleri, kırık kopuk eşya döküntüleri, çul palaz nevinden şeylerdir. 1840-1880 arasında iki veya üç evrede eklemelerle yapılanan evin temel taşını aile atası sayılan tüccarlardan Alanlıoğlu Veli ve Mehmed efendiler 1830’larda koymuş olmalı. İkinci aşa­mada evin bânisi Veli oğlu İbrahim, üçüncü aşamada ta­mamlayanlar da torunlardan Rıza ve Halim Efendiler’dir. Bu evde 20. yüzyıl dünyasına göz açıp seksen yıllık yaşamı­nı Alanlı Evi’nde geçiren be­şinci kuşaktan Ömer Çalap­verdi (öl. 2014), cümle kapısı­nı özgün anahtarıyla son açıp kapayandır.

Evin yapılışı için ondan dinlediğimiz öykü, en erken, İbrahim Efendi’ye dayanıyor­du. Aynı sokağın sağındaki büyük Ayanağa Konağı’nın da Hicrî 1254 (1838) tarihinde yapıldığı; Ayan Mehmed Ağa ile İbrahim Ağa arasındaki ya­kınlık da dikkate alındığında, iki aile arasında bir zaman ko­şutluğu yakalanıyor. Demek ki iki dönüm bahçesi, 1000 m2 oturma-kullanma alanı olan bu üç katlı evde 170 yıllık bir aile tarihi saklı.

Bayramlarda açılmayan kapı

Alanlı Evi selamlık kapı üstü odası. Altında yalın cümle kapısı. Artık gireni çıkanı, açanı kapayanı yok. Pencere kepenkleri dökülüyor. Saçaktan, kireç sıvadan iz kalmamış.

Dış albeniden yoksun evin pencereleri uzak manzaralara açık. Cümle kapısından giri­lince: Kaldırım döşeli selam­lık avlusu, köylü odası, ayaz ve avlu, örtme, işlik, binek taşı, ayakçak (üst kat merdiveni), selamlığın altında mabeyn ve köylü odalarının kapıları, am­bar ve işlik görülüyor.

Ayakçak (merdiven) ba­şından geçilen, çarhıfelekli di­vanhaneden selamlık sofası­na giriliyor. Bu kattaki geniş ve aydınlık odalarda, çarhıfelekli tavanlar, alçı işlemeli yaşmaklı ocaklar, duvar nişleri, mihra­biyeler var. Dördüncü kat ko­numundaki çadır tavanlı köşk odasının pencerelerinden Div­riği’nin dört tarafı, uzaktaki dağlar ve yaylalar seyrediliyor.

Avludaki orta kapıdan ve örtme kapısından girilen ha­rem dairesinin sofasına, evin salonu sayılan kürsübaşı­lı (tandırlı) toyhane ile üç yaz iki kış odasının, mutfak ve ki­lerin kapıları açılıyor. Harem odaları da bezemeli tavanlar, alçı yaşmaklı ocaklar, silmeli işlemeli direk, dikme ve kiriş­ler, avadanlıklı kapılar, gömme dolaplarla uyumlu bir iç tasa­rım sergiliyor.

Zemin ve bodrum katında yer damı, ahır, depo, odunluk, samanlık taksimatı var. Ku­yulu harem avlusu, taş döşeli ark, ulu meyve ağaçlarının göl­gelediği, bağ bostan evlekle­riyle bahçe, evin açık mekân­ları. Bütün bu zenginlik, Alanlı Evi için, geçen asırların “ev dediğin evrendir, içinde har­man da döndürülür” sözünü doğruluyor. Başka yaşıtı evler gibi bu mekân da imar edilmiş bir doğa parçasında aile özgür­lüğünü sağlayan bir iç âlemdi.

Selamlık avlusundaki taş sahanlıktaki tahta basamak­lardan çıkılan divanhâne, yaz akşamlarına özel, bir hayat/ hanaymış. Bu balkonu, Divri­ği’nin mertek örtülü divanha­nelerinden ayıran, zengin de­korasyonlu tavanıdır. Bununla ilgili söylenceye göre İbrahim Efendi’nin oğlu Halim Efen­di ustaların yaptığı ilk tavanı beğenmeyerek sökmüş. İnce marangozluk hüneriyle zemini mavi çuha kaplı yeni bir tavan yapmış.

Alanlı Evi’ndeki kerpiç, taş, kireç, ardıç ve çam ter­kipli yapılanmada yerel- gele­neksel yaşantının “ev” boyut ve ayrıntılarını oluşturan inşai ve mimari birçok ayrıntı, ölçü ve biçimleme görülebilir. Ker­piç yapının iki asırlık direnme gücünde, ömürlerini bu eve adayan, sanatta ve zanaatler­de mahir Rıza ve Halim kar­deşlerin emekleri çoktur. Evin yapım tekniğini ve malzemesi­ni 2001 yılında inceleyen Yük­sek Mimar Hüsrev Tayla (öl. 2003) Geleneksel Türk Ev Mi­marisinde Yapı Sistem ve Ele­manları isimli 2007 tarihli ça­lışmasında bu yapının, Anado­lu sivil mimarisi için sunduğu referansları saptamış ve resto­re edilmesini önermişti.

Yapı, Divriği’deki konut mimarisinin geçirdiği evre­ler için de bir dizi kanıt içerir. Yerli ustaların uygulamalarla ilerlettikleri tavan, kiriş, ah­şap direk, kapı, sergen, dolap türlerinin tipik örnekleri gö­rülebilir. Dikey ve yatay öl­çülerdeki şaşırtıcılık, kerpiç örgüsündeki mükemmeliyet, miras taksimine uğramayışı, satılarak sahip değiştirmeme­si de bu evi ayakta tutan ne­denlerdir. Geçen uzun zaman­da, konut planının ve kullanım geleneğinin değiştirilmeme­si ise bir koruma taassubunu düşündürüyor. Beş hatta altı kuşağa meskenlik edişini sağ­layan, bu muhafazakârlık ol­muştu da denebilir.

Yapı evrimleri açısından bakıldığında ise Alanlı Evi, Orta Anadolu eski konut mimarisinin geçirdiği evreleri yansıtan bir sivil mimari örne­ğidir. 1800’lerde akarsu yoluy­la taşınarak ev yapıcılığında kullanılan omcalı (balta çiziği mühürlü) ardıç ve çam kütük­ler bu evde görülüyor. Klasik kerpiç tipleri, ahşap, alçı süslemeler, revzen, kepenk, stuka, ocak örnekleri; yerli ustaların geliştirdikleri planlar; tavan, kiriş, direk, kapı, sergen, dolap üslupları için de bu ev sanki bir laboratuardır.

Ev sahiplerinin el emeği göz nuru Bir zamanlar yaz sohbetlerinin, konu komşu buluşmalarının yapıldığı divanhane, çarhıfelekli tavanı ile Divriği’nde tekmiş (üstte). Tavşan işi denen ince marangozlukta mahir Halim Efendi’nin kendi eseri Divanhane tavanını yaparken tek tek el çakısıyla ürettiği küçük ahşap bezeme paftaları.

Aile bireyleri ve sosyo-kültürel mirasları

Alanlıoğulları, orta zenginlik­te, kasaba eşrafından, arazi sa­hibi, varsıl, bireyleri yetenekli ve aydın, ilişkileri dengeli bir aile olarak tarif edilebilir. Ge­lenekleri değişmediğinden de uzun bir süreçte sosyal-yapı­sal bir koruma örneği olarak soyut değerleri sonraki kuşak­lara aktarmışlar. Ailenin öz­günlüğünü sağlayan diğer bir etken, tek bir evde yaşamak ve “dışa kapalılık”tır. Bir dönem edinilen altın, gümüş, bank­not, ziynet ve eşyadan oluşan servet doğal ki bugüne ulaş­mamıştır. Buna karşılık çağ­daşı başka evlerde yer bula­mamış usturlap, kuyumculuk, saatçilik, tartı, tıp, eczacılık…. âlet ve edevatın -evden uzak­ta da olsa- korunmuş olma­sı özel bir durumdur. Eşya ve araç gereçlerin aynı kullanım işlevinde tutulduğu, mektup yazışma, tebrik, ticaret belge­leri ve kitaplar saklanarak bir ev arşivi – kitaplığı oluşturul­duğu da görülüyor. Uzun bir tereke ilamı ise Alanlı ailesi­nin 1870’lerdeki zenginliğini belgeliyor. Aile atası İbrahim Efendi’nin mezartaşı da eve taşınmış.

İhtişamlı günleri geride kaldı

Barok-rokoko karışımı alçılı yaşmaklı ocaklı odanın işlemeleri dökülmekte, tavanı çökmekte. Bir vakitler, odanın sedirleri, döşemesi ışıltılı halılar, kız kilimleri ile döşeliydi (solda). Haremden selamlığa çıkan nişli küpeşteli ahşap merdiven. Sofanın çıtakâri tavanları perişan. Durum, bir yıkılışı haber veriyor.

Barındırdığı ailenin, uzun bir tarih sürekliliğinde edindi­ği kültür, somut-soyut birikim, örneğin oda geleneği ve söyle­şileri, kış geceleri Binbir Ge­ce Masalları, Ferhat ile Şirin okumalar, çoktan unutulmuş­tur. Dünü doğru aydınlatacak okuryazar aile bireylerinin ölüm suskunluğuna gömülme­leri de aile tarihinin yazımına engeldir. Orta Anadolu’da Hi­titlerden beri gelişen ev yapı­cılığının 1840’lardaki bu yerel yorumunun, 2010’lu yıllarda ayakta olması bir şans sayıl­sa da sosyal ve mimari araş­tırmalardan, kamusal ilgiden yoksun kalışı, sönüşe ve çö­küşe terk edilmesi tam bir ay­mazlıktır.

Aile bireylerine gelince: 1840-1880 arasındaki ilk kırk yılından, örneğin aile ata­sı Alanlıoğlu Veli Efendi’nin yaşamına ve mesleğine dair bir bilgi yok. Evin ve ailenin başlangıcını temsil eden tüc­car kimlikli İbrahim Efendi’ye (öl.1874), ama asıl, onun oğul­ları Rıza (1867-1944) ve Halim Efendiler’e (1868-1949) dair bilgilerse epeycedir. Bir sonraki aşamada içgüveyleri Çalap­verdili Hacı Bekir (1878-1950) ve oğlu Hafız Hilmi (1897- 1959) Efendiler var. Bu dörtlü ve eşleri, evdeki yaşama kül­türünü doruğa ulaştıranlardır. Dışarıya olabildiğince kapalı bu zengin iç dünya, 1890’lar­dan 1940’lara, elli yıldan fazla sürmüştür.

Alet edavatlarını kendileri yapıyordu Alanlı ağaların hem yaptıkları hem kullandıkları araç gereçten örneker: Kapı tokmağı, mıh, zenne çekici, kepenk çengeli, kapı tokası, gullep, Testere, bıçak, orak, eğe, biz, frenk kilidi.

Yetenekleri, bilgelik ve efendilikleri çokça anlatılan “küçük ağalar” Rıza ve Halim Efendiler, babaları İbrahim Efendi öldüğünde çocukmuş. Anneleri Samsunlu Fatma Ha­nım, yetimlerini alıp memle­ketine dönmüş. Bunları sana­yi mektebinde okutmuş. Baba ocağına dönüşleri 1880’lerde olmalıdır. Rıza Efendi, iyi okur yazar, Arapça Farsça, fıkıh, ilm-i heyet ( astronomi, astro­loji) bilir ve çalışırmış. Kasa­banın saatçisi, muvakkidi imiş. Bir yaş küçük Halim Efendi, ince marangoz ve çilingirmiş. Avludaki işlikte çalışırlarmış. Ortak merakları arasında kim­ya- eczacılık, tarih- edebiyat, hattatlık da varmış. Rubu tah­tası kullanarak güneş açılarına göre alaturka saat ayarı yapar, namaz, iftar, imsâk vakitleri için cetveller yapar, halk he­kimliği ilaçları hazırlarlarmış. Rıza Efendi arada İs­tanbul’a gider, kitap­lar, yeni alet edevat­la dönermiş.

Kullandıkları marangoz küstirelerini (rendeleri) de kendi elleriyle üretiyorlardı.
Kavrulan kahvenin soğutulmasında ve kahve değirmenine doldurulmasında kullanılan ahşap el işi kap.

Alanlılar 1910’larda bir üç­lü evlilik çaprazlaması yaşa­mışlar. Bu, Seferberlik koşul­larında bir nüfus eklemleme­sidir. Çalapverdili ailesinden baba-oğul Hacıbekir ve Hilmi Efendiler, Alanlı Rıza Efendi­nin birer kızını alıp içgüveyle­ri, dolayısıyla bacanak olmuş­lar. Hacıbekir’in kızı Vesile de Rıza Efendi’nin dul karde­şi Halim Efendi’yle evlenerek aileye gelin gelmiş. Bu bağlar ve yeni doğanlar, “kim kimin nesi oluyor? sorusuyla merak­lıları uğraştıradursun, aile bü­tünlüğü, dirliği devam etmiş. Şu anekdot ilginçtir: Hilmi Efendi bir İstanbul seyaha­tinde otelde mektup yazarken oda arkadaşı “-kime yazıyor­sun? demiş ve “Bacanağıma” yanıtını almış. “Hilmi’nin ba­canağı kim?..” sorusuna cevap ararken uykusu kaçan adam­cağız: “Senin bacanağın var mı?” dediğinde “Babam” yanı­tını almış!

Belki de aile atasının yazılı taşı bekçilik yapsın diye ailenin hayatta kalan son fertleri tarafından eve getirilen Alanlı İbrahim Efendinin mezar taşı. Taşın kitabesi şöyle: “Hüve’l-Bâk / Bu dünyâda bulmadım hiç rahatı/ İhtiyâr etdim anın-çün rıhleti / Kimse gülmez, kimse dahi gülmedi / Zevkıne değmez cihânın mihneti / Dâr-ı dünyâ bir misâfirhânedir/ Aklı olan benden alsın ‘ibreti/ Alanlı-zâde İbrahim Efendi/ İbni Veli rûhuna fâtihâ / Sene 1290”.

Besime-Hacı Bekir, Nazi­le-Hâfız Hilmi, Vesile-Halim Efendi evlilikleri sonrasında Alanlı Rıza ve Halim kardeş­ler, çarşı pazar, köy ve çift­lik işlerini, baba-oğul Çalap­verdili damatlara bırakarak 1920’lerde -kırklı ellili yaşları sürerlerken- ev ortamına daha çok kapanmışlar. Yeniliklere kulak tıkayarak Osmanlı te­baası kimliğinde fesli, sakolu, entarili yaşamayı sürdürmüş­ler. Kardeşinden beş yıl sonra vefat eden Halim Efendi’nin, Cuma ve bayram namazları için gittiği camiden dönüşün­de avludaki ambarının üstüne koyduğu fesini giyer bir “oh!” dermiş. Rıza ve Halim Efendi­ler’in ortak hayatları bir bakı­ma Alanlı Evi’nin de öyküsü­dür. Yaklaşık altmış yıl süren sanat ve zanaat çalışmaları bir kasaba düzeyinin ötesinde çok yönlü bir kültür faaliyeti ol­muştur. Çarşı-arasta geleneği dışında, ev içinde kurdukları özel çalışma ortamı, dış dün­yadan el çekerek ev yaşamına ve evde çalışmaya yönelmele­ri, imal ettikleri veya onardık­ları saatler, dürbünler, has­sas aygıtlar, çilingir­lik ve kuyumculuk üretimleri, muvak­kitlikleri, hazırladık­ları takvimler, ilaç formülleri, hattatlık düzeyinde yazı ça­lışmaları, okudukları kitaplar, kendi başları­na kırlara tepelere yaptıkları gözlem gezileri, ot, taş, çevre incelemeleri şaşırtıcıdır. Kuş­kusuz Rıza ve Halim Efendi­ler geçen asrın, “nev’i şahsına münhasır” fenomenleriymiş.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı image-285-965x1024.png
Bir zamanlar Rıza ve Halim Efendiler’in ışık-gölge ölçümleri, trigonometrik hesaplar yaparak vakit cetvelleri hazırladıkları “rubu” tahtası, minik çekülü (sarkaç) ve işlemeli çuha kılıfı.

Bu iki kardeşi bir arada veya aile bireyleriyle göste­ren tek fotoğraf yok. Dürbün­ler, saatler, gramofon, hatta piyano ve akordeon evde yer bulurken bir fotoğraf makine­sinin onlardan görüntüleri bi­ze ulaştırmamasını açıklamak zordur. Çocukluğumda Rıza ve Halim Efendiler’i tanımadım. Aileden Hafız Hilmi Efen­di’yi dükkânımızın önünden geçerken görürdüm: Kısa kır sakallı, güleç yüzlü, aksak ama telaşlı, düzgün giyimli bir zat­tı. Onun evrak-ı metrûkesini incelerken, mal getirmek için kira hayvanıyla Sivas’a oradan arabayla Samsun’a, vapurla İstanbul’a gidiş dönüşlerinin muhataralarını düşünmüşüm­dür. 62 yıllık yaşamının esnaf­lıkla geçen kırk yılında tuttu­ğu defterlerde iki satırcık anı yok ama İstanbul’dan babası­na yazdığı “Velinimetim “ di­ye başlayan uzun mektupları birer anı belgesidir.

İmza yerine mühür İmza atma yerine gümüş alaşım mühürlerin basıldığı eski devirlerde künyeler de Arapça yazılırdı: “Ali Rıza bin İbrahim”, “Abdülhalim bin İbrahim” kardeşlerin mühürleri. Birinin kordonuna cep saatinin kurma anahtarı da bağlı

Alanlı Evi’ne ve ailesine dair dinlediklerim de gelenek bağına tutunmuş, işbirliğine ve saygıya dayalı bir aile yapı­sının ödün vermeyen kural­larını düşündürmektedir. Ça­lapverdili Hacı Bekir ve Hâfız Hilmi Efendiler’le Vesile Ha­nım üçlüsü de göçtükleri bu uzak mahalle evinin gidişatı­na besbelli ayak uydurmuşlar. Çarşı işlerini yüklenen baba oğul damatlar, Hüma Hatun arastasındaki iki dükkânda, manifaturacı, bonmarşeci, tu­hafiyeci, züccaciyeci, kitapçı, oyuncakçı, hatta eczacı… ola­rak kasabanın ticaret yaşamı­na hizmet etmişler.

Aile yaşamının sona er­mesi kardeş, elti, gelin, yen­ge.. kadınların ölümleriyledir. O evrede, damat Hafız Hilmi daha bir on yıl aile reisliğini üstlenmiş. Dul, yaşlı bacı ve eltiler de “ah vah” ederek sedir köşelerine çekilmişler. Aile miladı, Rıza Efendi’nin 1867’ deki doğumu, aile sonu da Ve­sile Hanım’ın 1993’ teki ölümü sayılırsa, aile tarihi bir buçuk asır sürmüş oluyor. Bu kapa­nıştan sonra daha 15 yıl Alanlı ocağını tüttüren, Rıza Efen­di’nin torunu, Besime Ha­nım-Hacıbekir Efendi çiftinin oğlu, bu evde doğup büyümüş, aile kurmuş, soyadı Çalapver­di olsa da Alanlı’yı temsil eden Ömer Bey’dir. (1934-2014)

Ondan dinlediğim anılar, geleneğe dayanan bir aile ya­pısının sırlarıydı: Kalkma, yatma, oturma, sofra ve ko­nuşma… Öyle anlaşılıyor ki gündelik hayatın her ayrıntı­sı için kurallar vardı. Örne­ğin, açlık olan yerde dirlik olmayacağından her aile, bireylerinin tüketimine yetecek yiyecek edini­mine öncelik veriyor­du. Şöyle ki mevsimlik bağ bahçe ürünleri, yağ, süt, şeker vs. dışında, temel tüketim maddeleri olmak üzere bir kış sezonu için bir ailenin her bireyine asgari 1 koyun (20 kilo et-kavur­ma); 10 ölçek buğday (80 kg un, bulgur, umaç, eriş­te, nişasta vs); ahırda­ki hayvan­ların her birine de 10 şehir yükü veya 1 harar yem (1 ton saman, yon­ca, fiğ, arpa…) güz aylarında de­polanıyormuş.

Alanlı damatlarından 1875 doğumlu ÇalapverdiliHacıbekir Efendi’nin nüfus cüzdanı. Bu zat, 1950’de Hac izni çıkınca ilk gidenlerden olmuş, diğer birçok hacı gibi, Hicaz bedevileri tarafından kaçırılıp soyulmuş ve öldürülmüştü.

Sonuçta, karşımızda 1800’ler-2010’lar arasına ta­rihlenebilen somut ve soyut bir birikim var. Bu, nesep tut­ma merakı olmayan Anado­lu aileleri açısından da epeyce bir geçmiş derinliğidir.

Alanlıoğullarının, Divriği yerel tarihine eklediği tab­loyu hayırsever bir kalem, uzun öykü veya roman konusu yapabilir. Aile bi­reyleri arasındaki çet­refil bağ­lar, bir “Yanlış­lıklar Komedyası” tarzında da işlenebi­lir. Aileye ait etnog­rafik malzeme ve bel­geler ayrı bir zengin­liktir. Korunabilen belgeler arasında: Alanlıoğlu İbrahim Efendi ile kardeşi Ve­li’nin, baba, amca ve büyük babalarının bir zamanlar sahip oldukları varlığı, aile arasındaki bağla­rı gösteren tereke kayıtları, beratlar ticaret belgeleri, re­çeteler, mektup ve defterler, kitaplar çok. Rıza ve Halim Efendiler’in sanat-zanaat araç gereçleri, saatleri, dürbünleri rubu tahtası, kilit-anahtarlar, narin el âletleri ise bir koleksi­yon değerindedir.

Alanlı İbrahim Efendi’nin vefatının (1874) ardından Kadılıkça düzenlenen tezkere belgesi.

Türkiye büyük bir ülkedir: Yetkililer, her kültür varlığına ve birikimine yetişememek­te mazurdur. Âyanağa Konağı da yıkılır, Alanlı Evi de çöker. Eski yaşantılar unutulur. Se­yirci kalmak hatta hiç tanı­mamak olağandır. Âlî Paşa’nın İstanbul Mercan’daki konağı­nın arsası otopark olur. Tarihi yapıların ahşap enkazı çarşı fırınlarında yakılır. Anadolu kent, kasaba ve köy silüetleri, yerel mimari yapılar, bunların tarihleri, dirençsiz ve sahip­sizdir. Hepsi, hepten silinme­ye ve unutulmaya mahkûm­dur. Maalesef!

Dindar Alanlı ailesinin bireylerinden birine ait kozaklı, işlemeli kesesinde bir Kur’an-ı Kerim.