Günümüzde “hukuk devleti” olmanın temellerinden biri kabul edilen anayasa mahkemeleri, Türkiye’de ilk dönemlerinden itibaren seçilmiş iktidarların eleştirilerine uğradı. Siyasetçiler, aldıkları kararları iptal etme gücüne sahip bu yetkiye tahammül gösteremediler. 1960’lardan günümüze, krize dönüşen tartışmalar ve uygulamalar…
Yazılı anayasaların ortaya çıkması, dünyada önemli bir soruyu da beraberinde getirmişti: Başta kanun koyucu yasama organı olmak üzere devlet organları anayasaya uymaya nasıl zorlanacaktı? Bunu sağlamak için iki yöntem ortaya çıktı. Birincisi, siyasi denetim mekanizmalarıydı. Fransa gibi bazı ülkeler, yasama organları içinde ya da dışında özel komisyonlar kurmuşlardı. Bu komisyonlar, parlamentodan geçen yasa tasarılarını anayasaya uygunluk açısından inceliyordu.
Anayasaya uygunluk denetimini sağlamak için ortaya çıkan ikinci ve daha etkili olan yöntem ise yargısal denetimdi. Bunun da iki yolu vardı; ya bütün mahkemeler bu bakımdan yetkili kılınacak ya da anayasaya uygunluk denetimi yapacak özel yetkilerle donatılmış anayasa mahkemeleri kurulacaktı.
Yargısal denetimin ilk örneği ABD’de görüldü. 1803’te Federal Yüksek Mahkeme’nin bir atama işlemiyle ilgili başvuruyu 1787 ABD Anayasası’na uygun olup olmadığı yönünden incelemesi, kanunların anayasaya uygunluğunun yargısal denetimi açısından bir dönüm noktası olacaktı. “Amerikan modeli” olarak da bilinen bu sistemde, anayasa mahkemesi gibi özel bir mahkeme yoktu ve denetim yargı sistemi içindeki mahkemeler tarafından gerçekleştiriliyordu. Bu model günümüzde de Japonya, Hindistan, Danimarka, Norveç, Kanada ve Yeni Zelanda, Estonya, İrlanda, Bangladeş, Singapur, Kenya ve Gana tarafından uygulanıyor.
Anayasal denetimin yargı organlarına bırakılmasının önemli bir sonucu da yargının anayasal sistemin en önemli denge ve denetleme mekanizmasına dönüşmesi oldu. Yargı kurumları daha önce olmadıkları kadar güçlü bir hâle geldi.
Denetimi anayasa mahkemelerine bırakan “Avrupa modeli” ya da “özel yargı sistemi” olarak adlandırılan diğer yargısal denetim biçiminin ilk örneği ise bu düşüncenin mimarı ünlü hukukçu Hans Kelsen’in ülkesi Avusturya’da ortaya çıktı. 1920 Avusturya Anayasası’nın kabul ettiği bu sistemde, denetim görevi diğer mahkemelerden bağımsız olarak kurulmuş bir anayasa mahkemesine bırakılıyordu. Bu model, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok ülkenin anayasal düzenini etkileyecek, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında yaygınlaşacaktı. Savaş öncesindeki totaliter iktidarların açıkça anayasaya aykırı kanunlar çıkarmasından dersler çıkaran ülkeler, anayasanın üstünlüğünü kurmak için bu yolu seçmişlerdi. Türkiye de 1961 Anayasası ile “Avrupa modeli”ni benimsedi ve 1962’de Anayasa Mahkemesi kuruldu.
Türkiye’deki tartışmalar
1923’te cumhuriyet ilan edildiğinde, 1921’de çıkarılan Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu yürürlükteydi. Bu kanunun anayasa olup olmadığı tartışmalı bir konudur. Olağanüstü koşullarda, olağanüstü bir meclis olarak kurulan Büyük Millet Meclisi’ne özgü, geçici bir kanun olarak görülebileceği gibi, geniş bir yorumla yeni kurulan bir devletin (Türkiye Devleti) anayasası olarak da görülebilir.
Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’nda Büyük Millet Meclisi’nin yasama yetkisinin sınırsız olmadığı belirtilse de bunun denetiminin hangi yollarla yapılacağına değinilmiyordu. Buna karşın, çıkarılan kanunların Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’na uygun olup olmadığının denetlenmesine dair görüşlerini açıklayanlar da vardı.
Cumhuriyet dönemi hukuk literatüründe anayasa mahkemesi düşüncesinin öncülerinden biri Ziya Gökalp’ti. 18 Aralık 1922’de Küçük Mecmua dergisinde yayımlanan “Yüce Mahkeme” başlıklı yazısında “Her millette anayasaya aykırı birtakım kanunlar vardır ki ya eskiden kalmış yahut sonradan bilinmeyerek yapılmıştır. Bu gibi kanunların mevcudiyeti, anayasanın bütün kanunların üstünde olması ilkesini ihlal etmez mi?” diye sorduktan sonra çıkarılan kanunlarla anayasa arasında çelişki olmasını “anarşilerin en büyüğü” diye nitelendiriyor ve “Biz kanunları en karışık bir millet olduğumuz için Türkiye’de de Amerika’da olduğu gibi bir Yüce Mahkeme’nin tesisine ihtiyaç var” diyordu.
Cumhuriyetin ilanından sonra kabul edilen 1924 Anayasası’nda da “Anayasanın hiçbir maddesi hiçbir sebep ve bahane ile savsanamaz ve işlerlikten alıkonamaz. Hiçbir kanun Anayasaya aykırı olamaz” hükmü olmasına karşın kanunların anayasaya uygunluğunun denetimi sistemine yer verilmiyordu. Gerçi bu anayasa, 1946’ya kadar tek parti rejimi altında uygulandı. Otoriter tek parti rejiminde -en azından teorik olarak- kuvvetler ayrılığı değil kuvvetler birliği ilkesi benimsendiği için anayasa yargısına pratikte ihtiyaç da yoktu.
1946’da çokpartili yaşama geçilmesinden sonra ise durum değişti. 1924 Anayasası TBMM’nin yetkileri üzerinde hiçbir etkili sınırlamaya yer vermediği için Meclis’te çoğunluğa sahip partiler anayasaya aykırı kanunları kolayca çıkarabilirdi. Bu durumda anayasanın üstünlüğü yasama organı açısından bir anlam ifade etmiyordu ve anayasada düzenlenen temel insan hakları anayasaya aykırı olarak çıkarılan kanunlar karşısında korunmasız hale gelebiliyordu. Bu durum en belirgin şekilde 1950-1960 arası Demokrat Parti (DP) iktidarı sırasında ve özellikle 1954’ten sonra ortaya çıktı.
1950 seçimlerinde demokrasi vaadiyle ve toplumun geniş kesimlerinin desteğiyle iktidara gelen DP, 1951’de “kanunlardaki antidemokratik hükümlerin ayıklanması için” bir komisyon kurmuştu. Komisyonun 1952 Şubat’ında sunduğu rapordaki önerilerden birisi de bir anayasa mahkemesi kurulmasıydı: “Demokrasi rejimi kökleşmemiş memleketlerde istibdat ve diktatörlüğün hortlamasını engellemek için birtakım tedbirler almaya ihtiyaç vardır. Almanya, İspanya, İtalya ve Türkiye bu nasipsiz memleketler arasındadır. (…) İtalya ve Almanya hürriyetlerine tekrar kavuşunca, yakalarını bir daha diktatörlüğün pençesine kaptırmamak için hukukî tedbirler almış; anayasalarını düzeltmiş ve anayasa mahkemesi kurmuşlardır”.
DP iktidarı komisyonun raporundaki birçok öneri gibi anayasa mahkemesi önerisini de kabul etmemişti. Muhalefet partileri içinde bu talebi ilk dillendiren ise Osman Bölükbaşı liderliğindeki Millet Partisi oldu. Parti programında, çıkarılan kanunların anayasaya aykırı olup olmayacağını denetleyecek bir yargı oranına ihtiyaç duyulduğu, böyle bir mahkemenin kurulmasının partinin önemli hedeflerinden biri olduğu belirtiliyordu. CHP de 1952’den itibaren Genel Başkan İsmet İnönü ve Genel Sekreter Kasım Gülek’in açıklamalarıyla anayasa mahkemesi talebini sürekli gündemde tutmaya çalıştı.
1954 seçimleri, 4 yıl önce demokrasi vaadiyle iktidara gelen DP’nin demokrasiden uzaklaşmasının ve âdeta bir parlamento diktatörlüğü kurmasının miladı olmuştu. Yüzde 58.4 oy oranıyla 541 milletvekilliğinden 503’ünü kazanan DP, yargı bağımsızlığını, üniversite özerkliğini, basın özgürlüğünü, örgütlenme hakkını hiçe sayan bir dizi antidemokratik yasa çıkardı. Yeni düzenlemelerle seçim öncesi radyoda propaganda günleri bitiyor, devlet radyosunun kapıları muhalefete kapatılıyordu. Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu ise muhalefetin miting ve etkinlik yapmasını olanaksız hâle getiriyordu.
DP iktidarının baskısı arttıkça, muhalefet de denge mekanizması olarak bir anayasa mahkemesi kurulmasını daha yüksek sesle savunmaya başladı. Muhalefet partilerinin 1957 seçimlerinden önce yayınladığı ortak bildiride “Anayasaya aykırı mevzuatın çıkmasına ve tatbik edilmesine engel olmak üzere siyasî kuvvetlerin dışında kalacak bir anayasa mahkemesinin kurulması” önerisi de yer alıyordu. Bu amaçla bir anayasa değişikliği yapılması talebi CHP ve Hürriyet Partisi’nin 1957 seçim beyannamelerinde de yer aldı.
1957 seçimlerinden sonra, Anayasa değişikliği konusundaki istekler daha da somutlaşırken, sınırsız iktidarının sınırlanmasını istemeyen DP iktidarı bu taleplere kulaklarını tıkadı. Giderek artan siyasi gerilim 27 Mayıs 1960 darbesiyle son bulacaktı.
27 Mayıs’ta DP iktidarının devrilmesinden sonra yönetim Millî Birlik Komitesi’nin eline geçti. 1924 Anayasası yürürlükten kalkarken, yeni anayasayı 38 subaydan oluşan Millî Birlik Komitesi ile üyeleri atama-seçim karışımı bir usulle belirlenen Temsilciler Meclisi’nin oluşturduğu Kurucu Meclis hazırladı. 9 Temmuz 1961’de halkoyuna sunulup kabul edilen 1961 Anayasası’nın getirdiği belki de en büyük yenilik Anayasa Mahkemesi’nin kurulmasıydı.
Anayasa Mahkemesi ilk döneminde yasaların ve TBMM içtüzüklerinin şekil ve esas bakımından anayasaya uygunluğunu denetleme görevinin yanısıra, görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Anayasa’da sayılan kişileri Yüce Divan sıfatıyla yargılamak, siyasi partilerin kapatılması hakkındaki davalara bakmak, siyasi partilerin gelir kaynakları ile giderlerine ilişkin hesapları incelemek ve anayasa ile verilen diğer görevleri yerine getirmekle de yetkili kılınmıştı. 15 asıl ve 5 yedek üyeden oluşacak mahkeme üyelerinden 4’ü Yargıtay, 3’ü Danıştay, 1’i Sayıştay Genel Kurulu tarafından, 3 üye TBMM, 2 üye Cumhuriyet Senatosu, 2 üye ise biri Askerî Yargıtay’dan olmak üzere cumhurbaşkanı tarafından seçilecekti.
Mahkemenin yasaların anayasaya uygunluğunu denetleyebilmesi için, anayasada sayılan belli kişi ve kuruluşların doğrudan doğruya iptal davası açmaları ya da uygulanacak bir yasa hükmü dolayısıyla başka bir mahkemede ileri sürülen anayasaya aykırılık iddiasının ciddi bulunarak aynı mahkemece Anayasa Mahkemesi’ne başvurulması gerekiyordu. 1961 Anayasası’nın ilk metnine göre doğrudan doğruya iptal davası açma hakkına sahip olanlar şunlardı: Cumhurbaşkanı, son milletvekili genel seçimlerinde muteber oy sayısının en az yüzde 10’unu alan veya TBMM’de temsilcisi bulunan siyasal partiler veya bunların meclis grupları, yasama meclislerinden birinin üye tamsayısının en az 6’da 1’i tutarındaki üyeleri, kendi varlık ve görevlerini ilgilendiren alanlarda Yüksek Hâkimler Kurulu, Yargıtay, Danıştay, Askerî Yargıtay ve üniversiteler.
“Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun” 25 Nisan 1962 tarihinde yürürlüğe girdi, Anayasa Mahkemesi resmen çalışmaya 28 Ağustos 1962’de başladı.
1960 darbesinin yapıldığı 27 Mayıs günü, 1963’ten itibaren Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak kutlandı. İlk yıllarında vatandaşlardan da epey katılımın olduğu bayram törenlerinde Ankara’daki devlet erkanının Anayasa Mahkemesi’nin Selanik Caddesi’ndeki eski binasına gelerek mahkeme başkanı ve üyelerini kutlaması âdettendi (1982 Anayasası yürürlüğe girince Hürriyet ve Anayasa Bayramının kutlanmasından vazgeçildi; o tarihten sonra Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş günü olan 25 Nisan’da yıldönümü törenleri yapılmaya başlandı).
Kanunların anayasaya uygunluğunu denetleme işini anayasa mahkemelerine bırakmak ve iptal yetkisi vermek, bir anlamda yasama yetkisinin, yasama organı ile anayasa mahkemesi arasında paylaşılması anlamına geliyordu. Zaten, anayasa mahkemesi düşüncesini ilk ortaya atan Hans Kelsen de “Bir kanunu iptal etmek, o kanunu çıkarmakla eşdeğerli bir yetkidir” diyor; yasama organının kanun yapma yetkisini “pozitif kanun koyuculuk”, anayasa mahkemelerinin iptal yetkisini ise “negatif kanun koyuculuk” olarak nitelendiriyordu.
Anayasa mahkemeleri, özellikle ilk dönemlerinde birçok ülkede seçilmiş iktidarların eleştirilerine uğradı. Batı demokrasisi geliştikçe, seçilmiş iktidarlar aldıkları kararları iptal etme gücüne sahip mahkemeye tahammül etmeyi öğrendi. Normlar hiyerarşisinin en üstünde yer alan anayasanın üstünlüğünü sağlama ve temel hak ve özgürlüklerin korunması açısından önemli katkılar sunan anayasa mahkemeleri, günümüzün demokratik dünyasında hukuk devletinin önemli kurumlarından biri olarak kabul görüyor. Türkiye’de ise Anayasa Mahkemesi konulu anayasal ve siyasal tartışmalar mahkeme kurulduğu günden beri devam ediyor.
1965’ten sonra iktidara gelen istisnasız tüm Sağ partiler bu mahkemeleri yasama organının “üstünde”, ondan daha güçlü yetkilere sahip, siyasal sistemi yönlendiren bir aktör olmakla eleştirdi. Karşıt görüştekiler ise Anayasa Mahkemesi’nin, anayasaya aykırılık dolayısıyla ortadan kaldırdığı kuralların yerine kural koymadığını hatırlatıyor ve bu mahkemenin yasamanın “üstünde” değil, “yanında” olduğunu savunuyordu.
Gerçek mesele, iktidarların başka organlar tarafından denetlenmekten rahatsız olmasıydı. 1961 Anayasası yürürlükteyken TBMM’den geçen kanunlar sadece Anayasa Mahkemesi tarafından değil, Senato gibi başka organlar tarafından da denetleniyordu. 1965 ve 1969 seçimlerini kazanan, Süleyman Demirel liderliğindeki Adalet Partisi’nin en büyük şikayetlerinden biri bu denetim mekanizmalarıydı. Demirel, “ellerinin kollarının bağlandığını, icraat yapamadıklarını” söylüyordu.
Günümüzde Anayasa Mahkemesi ile 1962’de kurulan Anayasa Mahkemesi arasında epey fark var. Özellikle 1982, 2007, 2010 ve 2017’deki düzenlemelerle Anayasa Mahkemesi’nin yapısında değişiklikler yapıldı; yetki alanı daraltıldı. Ancak bunların da yeterli olmadığı anlaşılıyor; zira Anayasa Mahkemesi bu kez yalnızca siyasi iktidarın değil, üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunan başka yargı organlarının da hedefinde. İktidarın bir kanadından “Gerekirse Anayasa Mahkemesi’ni kapatalım” önerisi gelebilmesi, durumun vahametini göstermeye yetiyor.
HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ
Adalet sadece devletin değil ekonominin de temelidir…
“Sermaye nazlıdır” tespiti kulağa hoş gelse de aslında sermaye nazlı değildir. Oluşumu ve birikimi meşakkatli olduğundan, çok zaman gerektirdiğinden ve kimi zaman büyük riskler altında ortaya çıktığından sağlam güvence arar. Bunu da ancak kuvvetli hukuk sistemlerinde ve oturmuş adalet yapısında arayıp bulabilir.
Adliye saraylarında, mahkemelerde hep karşımıza çıkan bir cümle var: “Adalet mülkün temelidir”. Hak ve hukukun toplum yaşamında temel norm olmasının altını çizen; davalıya da, davacıya da, hüküm verene de bunu hatırlatan, genlerinde devlet kurma olan bir ırkın varolma imbiğinden geçmiş bu özlü deyiş. Bu deyişin içinde geçen “mülk”ün kastettiği de devlet.
Asur Ticaret Kolonileri devrinde kil tabletlerle yapılan ticari sözleşmelerden, İtalya’daki banker ve banka dönemlerine; Amerika kıtasının keşfinden sonra İngiltere’den Amerika limanlarına yapılan ticaretin finansmanına ilişkin kontratlara kadar ticaret hukuku her dönemde oldu. Adalet, tüm coğrafyalarda ticaretin varlığı ve de hukukun işlemesi için titizlikle korunmaya çalışıldı. Zaman içinde adaletin yüksek standartlara ulaştığı ülkeler daha öne çıktı; bu ülkelerin şehirleri de ticari mahkemeleriyle marka-referans oldu.
20. yüzyıl ortasından sonra gittikçe artan bir ivmeyle hız kazanan küreselleşmeyle, adalet artık sadece “mülklerin” değil, yerel ve küresel kapsamda ekonomilerin de temelidir. Kuşkusuz, devlet olan her coğrafyada bir “adalet sistemi” vardır. Kıta Avrupası hukuku, İngiltere hukuku, çöl hukuku, Bedevi hukuku, Ortadoğu hukuku, Latin Amerika hukuku vb. tanımları altında geniş bir yelpazeden sözedebiliyor. Genel kabul görmüş bu tanımlar, o coğrafyalarda iş yapacak muhataplarının nelerle karşılaşacağını da ifade ediyor.
“Sermaye nazlıdır” diye, çok bilinen ve kulağa hoş gelen bir tanım vardır. Oysa sermaye nazlı değildir; oluşumu ve birikimi meşakkatli olduğundan, zaman gerektirdiğinden ve kimi zaman büyük riskler altında ortaya çıktığından sağlam güvence arar; bunu da sağlam ve kuvvetli hukuk sistemlerinde ve adalet yapısında arayıp bulur.
Ticaretin ve de yatırımın münbit zemininin bileşenlerinin başında gelen “seçkin adalet”, ülkelerin refahlarına doğrudan etkisi olan bir unsurdur. Ampirik ve bilimsel çalışmalar bunu çok açık ve net şekilde kanıtlar. “Seçkin adalet”e ulaşmak zaman ve emek ister; adil sicil onyıllar içinde kendini inşa eder. Sicilin ve kredibilitenin oluşturulması uzun süreli ve meşakkatli, kaybı ise kısa süreli ve kolaydır. “Seçkin adalet” seviyesine gelmek hedefi olan ülkelerin iktidarları ve adalet mensupları da ülkelerini o seviyeye taşımak için titizlikle gayret gösterirler.
Uluslararası ekonomi dünyasında, adalet ve hukuk sisteminin norm altı olduğu ülkelerde iş yapanlar (ticaret ya da yatırım), bu nedenle “seçkin adalet”in olduğu ülkelerin mahkemelerini sözleşmelerine alırlar. Ülkelerin birbirine artan oranda bağlı/bağımlı olduğu global dünyada, bu mahkeme kararlarına göre haklarını en azından bir noktaya kadar koruyabileceklerini bilirler.
Global ekonominin oyuncularından biri olmak, ülke refah seviyesini yükseltme hedefi bulunan ülkeler için “seçkin adalet” ve bunun mütemmim cüzü bir hukuk sistemine sahip olmak gereklidir, şarttır. Eksikliği ya da yokluğu ülkeye küresel rekabette zemin kaybetme, ülke halkına da refah azalması olarak yansır.
Kısacası, adalet ekonominin de temelidir.
Alp Aksudoğan