Kasım
sayımız çıktı

Baba ocağı, koca ocağı

Evlenerek baba evinden ayrılan gelinin ilk günü, bir dizi törensel geleneğin ortaya çıktığı bir tarihi günümüze taşır. Kadınlara bu denli önem veren bir kültürü, salt erkeklerin konumuyla açıklamak ise bize özgüdür.

Moskova havalimanında Moğolistan’a gitmek için beklerken, İzmir’de okuyan bir Moğol öğrenci ile tanışmıştım. Daha önce tanıştığım Moğollar hep erkekti. Bu genç ise çok hoş bir hanım kızdı. “Türkiye’de yaşarken aile hayatında, kadın-erkek ilişkilerinde en dikkatini çeken şey ne oldu” diye sormuştum. Cevabı “Yaşlılara yeterince saygı gösterilmiyor, ama erkeklere çok hürmet ediliyor” olmuştu.

Önümde duran “Türk kültüründe Gelinler ve Ocak” adını taşıyan ayrıntılı inceleme yazısı, bana Moğol öğrencinin söylediklerini anımsattı. Yazı, söz konusu incelemenin başlığından görülebileceği gibi gelinlerden bahsediyor. Yazının içindeki ayrıntılı saha çalışması örnekleri hep gelinler ve ocak ilişkisi üzerine maniler, şiirlerle bezenmiş. Bu ayrıntılı ve incelikli çalışma, daha çok günümüzde kırsal kesimde görülen ocak anlayışı etrafında yoğunlaşmakta, arada Sibirya Türklerinden
de bazı örnekler vermekte. Ocağın mana ve ehemmiyeti konusunda ise tarih devreye girmekte; ortaya konan görüşler, ocağın sahibinin ailede Tanrı’yı sembolize eden baba olduğu belirtilmekte.

Öte yandan yazarın “ocak” ile ilgili deyimlerden «baba ocağı»na değinmemiş olduğu görülüyor. Ancak baba ocağı, baba açısından söylenmiş bir deyim değildir; bu deyim çocukların ve özellikle kız çocuklarının bakış açısını yansıtır; zira zamanla ocak onların kendi ocağı olacaktır. Eski düğün törenleri, artık yerini «kentsel» törenlere bırakmış görünüyor. Ilgaz dağlarındaki bir köye mensup olan bir dostum, eski düğün törenlerine dair konuşurken şunları aktarmıştı:

“Düğün öncesi kına gecesinden sonra, herkes özel giysilerini giyip gelin evine gider. Erkekler de kendi aralarında toplanır. Ayrıca kız evine getirilmiş yemekler erkeklere gönderilir. Erkekler yedikten sonra, “artık gelini hazırlayın» derler, kadınlar da gelinin «başını düzmeye” başlar. Baş düzerken, gelinin sağdıcı geline abdest aldırır, sonra gelini herkesin ortasına getirir. Köye özel giysileri getirirler. Önce «taç» konur, sonra tacın üzerine «Fadimeanne çöküsü» (bazlama büyüklüğünde dışı kumaş) koyarlar ve üzerine beyaz başörtüsü bağlarlar. Sonra genelde kırmızı şalvar, üzerine de üçetek, onun üzerine «salta», yani cepken giydiriler. Hepsinin üzerine kırmızı kuşak bağlarlar. Onun üzerine de «duvak kuşağı» (büyük bir gri, yeşil, kırmızı, kahverengi çizgili bir kumaş) örterler. Atalardan kalmış olan bu kumaştan köyde sadece bir tane vardır ve köyün özel bir yerinde saklanır. Kim gelin olursa, ona örterler. Bu örtünün üzerine başörtü büyüklüğünde iki tane «al» örterler. Ellerine de akşamki «kına çulları» bağlanır. Gelin bir müddet annesi, kardeşleriyle helalleşir, sarılıp ağlarlar, sonra da evin erkekleri ile kardeş, baba ile helalleşir.

Daha sonra kızın erkek kardeşi ve babası, kızın kollarından tutup (koltuklayıp) kapıya kadar getirirler. Erkek tarafı, süslenmiş bir at getirir; bu köyün en iyi atıdır. Kapıda erkek tarafı oğlanın babası, kardeşleri, yani yakınları gelini ata bindirir. Birisi atın dizgininden, iki kişi yerden yürüyerek gelini (düşmesin diye) kolundan tutar. Gelini cami önüne götürürler. Üç defa camiye selam verdirirler, yani at üstündeki gelin başını üç defa sallar. Su üzerinden geçerken, geline ekmek verip rızkı bol olsun diye suya attırırlar; sonra tekrar oğlan evinin kapısına kadar getirirler.

Gelini indirip eline su dolu bir ibrik verirler. Gelin suyu döke döke odaya kadar gelir. Eve (yani odasına) girene kadar su bitmiş olur. İbriği yere bıraktıktan sonra, odadaki ocağın arka duvarına üç sefer tekme vurdururlar. Bazılarında duvar göçer, bazılarında göçmez. Gelinin ocağı teptiği oda, aslında ekmek evidir ve bereket olsun diye tören burada yapılır. Tekmeledikten sonra gelini kız evinden gelmiş olan çeyiz sandığının üzerine oturturlar. Kaynana hoş geldin yemeği yapar, odadaki erkek tarafının komşuları damat gelinceye kadar oynarlar. Sonra da nikah kıyılır”.

Bu anlatıda gelinin ocağa uzaktan saygı göstermek yerine, tekmeleyecek kadar sahiplendiğini görürüz. Su üzerinden suya ekmek attırılması da bizi İslâmiyet öncesi su kültü anlayışına götürür. İşin ilginç tarafı, burada “su ecesi”ne ekmek, başka yerlerde iğne-iplik atanlar hep kadındır. Su ecesini besleyenler kadınlardır.

Kadınlara bu kadar önem ve yer veren bir kültürü, erkeklerin konumları ile açıklamak herhalde ancak bize mahsustur diyeceğim.