9 Şubat 1918 tarihinde Sultan Abdülhamid’in rahatsızlığı artmış, doktor muayeneleri durumun vahametini ortaya koymuştu. Dönemin en meşhur tabiplerinin yaptığı konsültasyon sonucunda hastanın ciddi durumunun başta padişah olmak üzere üst makamlara bildirilmesine rağmen, Abdülhamid’in teşekküllü bir hastaneye nakledilmesi nedense hiç sözkonusu olmamıştı.
Osmanlı padişahlarının otuz dördüncüsü olarak 1876’da tahta çıkan Sultan II. Abdülhamid, tam otuz üç yıl saltanat sürdükten sonra 27 Nisan 1909’da Ayan ve Mebusan meclislerinin ortak kararı ve çıkarılan fetvaya istinaden hal‘ edilerek tahttan indirilmişti.
Mecburi ikamet etmek üzere gönderildiği Selanik’ten, bu şehrin Balkan Savaşı’nda düşman tehdidine uğraması üzerine İstanbul’a nakledilmiş ve Beylerbeyi yazlık sarayına yerleştirilmişti. Hakan-ı sâbık II. Abdülhamid, Beylerbeyi Sarayı’nda altı sene ömür sürdükten sonra tam yüzyıl önce 10 Şubat 1918’te dâr-ı bekaya göçtü.
Sultan II. Abdülhamid, meşhur vehminden dolayı hastalıklardan ve hastalanmaktan çok korkan, bu yüzden sağlığına son derece dikkat eden, bilmediği ilaçları asla kullanmayan birisi olarak hayatının son altı yılını önemli bir rahatsızlık yaşamadan Beylerbeyi Sarayı’nda geçirmişti.
Vefatından birkaç gün önce nezle ve soğuk algınlığı şikâyetiyle hususi doktoru Âtıf Hüseyin Bey’e muayene olmuş her zamanki gibi yaptırdığı ilaçlarla biraz iyileşmişti. Ancak sonraki iki gün boyunca rahatsızlığı tam olarak geçmediği gibi, 8 Şubat günü midesinde ağrı ve nefesinde daralma şikâyetleri çoğalmıştı.
9 Şubat 1918 tarihinde akşama doğru rahatsızlığı artınca hususi doktoru gelene kadar daha yakında bulunan Beylerbeyi Hastanesi nöbetçi tabibi Nikolaki Paraskevaydis ile Saltanat Veliahdı Vahideddin Efendi’nin hekimi Alkivyadis Efendi gelerek ilk müdahaleyi yapmışlardı.
Hususi doktoru Âtıf Hüseyin Bey, Beylerbeyi Sarayı’na akşam saat 20.30’da gelebilmişti:
“Hakan-ı sâbık Abdülhamid-i Sani’yi yatağının paravanası dışında ayak ucuna paralel olan şezlongda, limon sarısı bir renkte, alnından soğuk terler döküyor, şiddetli bir nefes darlığı gösteren ağır bir halde, yanında Beylerbeyi Hastanesi’nde gece nöbetçi tabibi ihtiyat Yüzbaşı Nikolaki Efendi ile Veliahd-ı Saltanat Vahideddin Efendi’nin hususi tabibi Alkivyadis Efendi’yi hacamat yaparken buldum. Saray Muhafızı Rasim Bey de bir kenarda duruyordu.
Hakan-ı sâbık beni görünce elini uzattı:
– ‘Pek rahatsızım. Nabzıma bakınız’ dedi.
– ‘Efendim, bakınız ben hiç telaş etmiyorum. Korkmayınız. Ehemmiyetli bir şeyiniz yok, geçer’ dedim. Fakat tehlikeli bir vaziyette bulunduğunu takdir etmemek de mümkün değildi. Nabzını saydım, 145’di. Nefes alıp verme sayısı 65’i geçiyordu.
– ‘Korkmayınız diyorsunuz, evet korkmuyorum. Fakat ıstırabım var. (Midesini göstererek) buradan çok mustaribim. Bakınız, elinizi koyunuz, orası çop çop çarpıyor, ağrıyor. Saat dörtte pisboğazlık ettim, beş adet maydanozlu köfte, iki kotlet, balık, börek, ve tatlı yedim’ dedi. Saat beşte sıkıntı başlamış.
– ‘Müsaade buyurunuz bir kere de kalbinizi, göğsünüzü dinleyeyim’ dedim.
Muayene ettim. Kalp atışı o kadar hızlıydı ki bir gürültüden başka bir şey fark etmek mümkün değil. Sırtının sol tarafında sağdan daha ziyade bir ihtikan var. Adeta zatürrenin başlangıcı. Doktorlarla yaptığımız konsültasyon sonucunda akciğerde sıvı birikmesine bağlı olarak oluşan ödem ve zatürre teşhisi konuldu.
O sırada Doktor Nikolaki Efendi’nin yazdığı reçete ile hastaneden yapılan ilaç geldi.
– ‘Reçeteyi okuyunuz, ilaç nasıl?’ dedi. Okudum, ‘Pek güzel, içebilirsiniz’ dedim.
İlacı tarifesi üzere fincan ile almaya başladı. Bir-iki fincan bizim yanımızda içti. İlaç içmeyen hakan-ı sâbık nasıl oluyor da ilaç içiyordu! Gözüme inanmak istemiyordum. Istırabından olacak, fakat bir an ölüm hatırına gelmiyordu.
Verilen ilaca rağmen genel durumu aynı vahameti gösteriyordu. Saat 22’de idi.
– ‘Artık ben biraz rahat gibiyim. Yatağa gireyim. Siz de dışarı çıkınız. Fakat Nikolaki Efendi burada kalsın’ dedi.
– ‘Merak buyurmayınız, buradadır’ dedim.
Dışarı çıkınca Muhafız Rasim Bey’e, ‘Hastanın halini pek ağır görüyorum, icap eden makamlara haber veriniz’ dedim. O da telefonla Harbiye Nazırına telefonla malumat verdi.
Bir saat sonra Başmâbeyinci telefonla Rasim Bey’i aradı, ‘Zât-ı şâhane, biraderlerinin ağır hasta olduğunu haber alarak çok üzüldü. Hangi doktorları isterse gönderelim, buyuruyorlar’ dedi. Kendisine soruldu.
– ‘Teşekkür ederim, benim doktorlarım var’ diye cevap verdi. Fakat biz (Tıp Fakültesi Dekanı Müderris) Âkil Muhtar, Neşet Ömer, (Taksim Hastanesi Baştabibi) Selanikli Doktor Rifat Beyleri istedik.
Her yarım saatte bir içeri girip yatakta olduğu halde muayene ediyor, kâh hardal kâğıdı gezdirerek, kâh midesi üzerine lâpa (keten tohumu) koymak gibi kabul edeceği şeyleri yapıyorduk. Ağrıyı teskin için morfin yapalım dedik, ‘Hayır, morfinden ölenleri bilirim, istemem’ dedi. Sabaha karşı saat 4’te ilaç bitti, bizi yine çağırdı. ‘İlacım bitti, ıstırabım devam ediyor, bu ilaçtan daha yazınız’ dedi. İlacı tekrar ettik.
İlaç geldi, bir fincan içti, ‘İlaç yaramadı’ dedi ve artık içmedi. Sabahleyin banyoya girmemesini tavsiye etmiştik, ‘Banyo benim medâr-ı hayatımdır, beni ondan kimse men edemez’ diye banyosunu yaptı”. (Âtıf Hüseyin, Sultan II. Abdülhamid’in Sürgün Günleri) Daima beraberinde bulunan Müşfika Kadınefendi, Sultan Abdülhamid’in son sabahını şöyle anlatmaktadır: “O gün sabah banyosunu yaptı. Ben çamaşırlarını giydirdim fakat baktım ki sırtı durmadan terliyor, ‘Aman efendiciğim çok terliyorsunuz’ dedim, ‘Kadın bu ecel teridir’ cevabını verdi. Çamaşırlarını, elbiselerini giydi, kahvesini verdik, hamamdan sonra kahve içmek alışkanlığıydı. Yarım bardak sütlü maden suyu içti. Oturduğu yerde iki rekât sabah namazını kıldı, bundan sonra ağırlaşmaya başladı” (Halûk Y. Şehsuvaroğlu, Tarihî Odalar).
Sabah saat 10’da padişah tarafından gönderilen doktorlar geldi. Abdülhamid, “Hayır, ben doktor istemem. İyiyim” demiş ve doktorların kimler olduğunu sormuş. Tekrar, “Hayır, hayır istemem” demiş. Müşfika Kadınefendi, “Aman efendiciğim! Biraderiniz gücenir. Müsaade edin de bir kere gelsinler” deyince, “Doğru! Belki biraderin gücüne gider, gelsinler” demiş. (Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid)
Hususi doktoru Âtıf Hüseyin Bey’le birlikte Âkil Muhtar Bey, Rifat Bey, Nikolaki Efendi ve Alkivyadis Efendi’den oluşan konsültasyon heyeti tarafından saat 11’de yapılan muayenede, hakan-ı sâbıkın şiddetli nefes darlığından mustarip olup, nabzının dakikada 120 ve zayıf olduğu ve sol akciğer kaidesinde ağırlık hissedildiği ve hırıltılı bir şekilde nefes aldığı ve bu hırıltının iki akciğerinin her tarafında işitildiği ve sürekli balgam çıkardığı görülmüştü. Gerekli ilaçlar yazılıp tarif edildikten sonra, Abdülhamid’in onayı alınarak sırtına dokuz adet hacamat yapıldı. Tabip heyeti, son olarak görünüşünün gayet vahim olduğunu beyan ederek, yapılan uygulamayı anlatan bir rapor hazırlamış ve saat 13’te Beylerbeyi Sarayı’ndan ayrılmıştı (BOA, İ.DUİT, 2/4_9). Dönemin en meşhur tabiplerinden olan bu heyetin yaptığı konsültasyon sonucunda hastanın durumunun ciddi olduğu görülmesine ve bu durum başta padişah olmak üzere üst makamlara da bildirilmesine rağmen, Abdülhamid’in teşekküllü bir hastaneye nakledilmesi nedense hiç söz konusu olmamıştı.
Hususi doktoru Âtıf Hüseyin sarayda kalmıştı:
“Saat 14.45’te beni çağırdılar. Hakanın yanına gittim. “Istırabım geçmedi, göğsüme kanlı hacamat yapınız. Haydi çabuk diğer doktorlarla geliniz” dedi. Ben dışarı çıktım. O sırada Şehzade Selim Efendi (Abdülhamid’in oğlu) geliyor dediler. Bir taraftan doktorları hastaneden çağırmaya haber gönderdim, diğer taraftan Şehzade Selim Efendi’yi karşıladım” (Âtıf Hüseyin).
“Dilberyal Kalfa içeri girerek Mehmed Selim Efendi’nin geldiğini bildirince babam, ‘Biraz beklesinler’ diyerek sulu bir kahve istemiş. Şöhreddin Ağa kahveyi getirerek içeri girince babam, annemin (Müşfika Kadınefendi) koluna dayanarak oturmuş, ‘Ver kahveyi, içeyim’ demiş. Babam bu sırada odada bulunanlarla adeta vedalaşmış. Önce annemin avucunu öperek, ‘Allah senden razı olsun’ demiş. Sonra Saliha Naciye Hanım’ın (diğer eşi) elini tutarak, ‘Hakkını helâl et’ diye vedalaşmış. Ayak ucunda duran Gülşen’e (Hazinedar Kalfa) de, ‘Kızım, Allah senden de razı olsun’ diyerek kahveden bir yudum içmiş. Fakat ikinci yudumu içemeden kahve annemin avucuna dökülmüş ve babam yüksek sesle ‘Allah’ dedikten sonra başı annemin koluna düşmüş. O zaman annem, ‘Efendimiz bayıldı. Doktor yetişsin’ diye bağırmış” (Ayşe Osmanoğlu).
“İçeriden beni istedikleri haberi geldi. ‘Efendimiz bayıldı’ sözleri de kulağıma çalındı. Harem dairesine gittiğim vakit orada bir fevkaladelik, bir heyecan, bir karışıklık başlamıştı. Alelacele yatak odasına ulaştığımda hakan-ı sâbık Abdülhamid-i Sânî öğleden sonra saat tam 3’te vefat etmişti. Gözler açık, gözbebekleri büyümüş, nabız ve nefes durmuş. Etraf zaten akşamdan beri soğuktu. Fakat yüzü, vücudu henüz daha sıcaktı. Suni teneffüs maksadıyla kolları aşağı yukarı kaldırılıp usulü dairesinde indirildi. Göğsün iki tarafına parmaklarımla bastırdım. Çenesini açıp dilini çektim. Hepsi boş. Abdülhamid-i Sânî’nin yalnız bî-ruh cesedi kalmıştı” (Âtıf Hüseyin).
VEFAT RAPORU
Akciğer ödemi ve kalp yetmezliği
Sultan II. Abdülhamid’in ölümünün haber alınması üzerine Beylerbeyi Sarayı’na gönderilen tabiplerden oluşan heyetin, yapılan muayene sonucu hazırlamış oldukları vefat raporu:
“Bin üçyüz otuz dört senesi Şubatının onuncu Pazar günü (10 Şubat 1918) akşamı saat 22’de aldığımız davet üzerine aşağıda imzası olan tabipler, Beylerbeyi sahil sarayına giderek harem dairesinde hakan-ı sâbık Abdülhamid Han-ı Sânî hazretlerinin yatak odalarına girdiğimizde karyola içerisinde hakan-ı sâbık hazretleri olduğu aramızda bazıları tarafından teşhis olunan bir zâtın giyinik olarak sırtüstü yatmakta olduğunu gördük.
Muayene esnasında kalp ve nabzın tamamen durmuş ve ölümün gerçekleşmiş olduğu anlaşıldıktan sonra vücudun her tarafı enine boyuna tetkik ve muayene olundu. Muayene sonucu ölüm hali ile tedavisine memur olan tabipler tarafından sırt ve göğsüne tedavi maksadıyla tatbik olunan on üç kadar hacamat yeri ve vefatından bir saat önce hakan-ı sâbık hazretlerinin kendi taraflarından yapıldığı maiyetleri erkânı canibinden ifade edilen kaburga kemiklerinin en alt bölümündeki gayri muntazam ve yüzeysel küçük dağlama izinden başka hiçbir zorlama, doku zedelenmesi ve yaraya tesadüf olunmadı.
Hakan-ı sâbık hazretlerinin Şubat ayının beşinden beri hasta bulundukları ve ekte sunulan rapordan da anlaşılacağı üzere Sultan Abdülhamid Han-ı Sânî hazretlerinin, akciğerde meydana gelen sıvı birikmesine bağlı olarak oluşan ödem neticesi ortaya çıkan bir kalp yetmezliği sebebiyle irtihal ettikleri anlaşılmış olmakla işbu müşterek raporumuz hazırlanarak takdim olunmuştur.
Beylerbeyi Sahilsarayı, 10/11 Şubat 1918 gecesi.
Dersaadet Alman Hastanesi Sertabibi Doktor Schleib
Gülhane Seririyat Hastanesi Sertabibi ve Müdürü Yarbay Z. Zelling
Harbiye Nezareti Sıhhiye Dairesi Üçüncü Şube Müdürü Albay Sadık
Sıhhiye Müdür-i Umumi Vekili
Doktor Adnan
Tıp Fakültesi Reisi Müderris Âkil Muhtar
Hakan-ı sâbıkın Hususi Tabibi Yarbay Âtıf Hüseyin
Taksim Hastanesi Sertabibi Doktor Rifat
Sahra Sıhhiye Müfettiş-i Umumi Muavini Binbaşı Refik İbrahim
BOA, İ.DUİT, 2/4_8
(Günümüz Türkçesine uyarlanmıştır)
II. ABDÜLHAMİD’İN ÖLDÜĞÜ ODA
Mütevazı bir odada son nefesini vermişti
‘II. Abdülhamit ikametine tahsisini memnuniyetsizlikle karşıladığı Beylerbeyi sarayında kendisine münasip bir yatak ve istirahat odası intihabında güçlük çekmişti. Senelerdir Yıldız kasırlarının gösterişsiz, tek katlı bir dairesinde yangına, zelzeleye, suikast ihtimallerine karşı emniyet tedbirleri hesaplanmış bir yatak odasında yatmaya alışmış olan eski hükümdar nihayet Harem dairesinin alt katında sarayın arka cephesindeki nisbeten küçük bir odayı tercih etmişti.
Bu oda sokak kapısından harem sofasına girilince karşıya rastlayan büyük merdivenlerin hemen sol tarafındanki bir koridor üzerinde bulunmaktadır. Aynı koridorun sağında küçük bir istirahat odası, solunda bir apteshane ile servis merdivenine çıkan bir kapı vardır. II. Abdülhamit bu servis merdiveninin altına bir banyo ve duş tertibatı yaptırmıştır.
Sultan Hamid’in iki kanatlı bir kapıdan girilen müstatil şekildeki yatak odasının arka bahçeye bakan bir büyük penceresiyle Boğazı alan üç penceresi mevcuttur. Odanın tavanı pembe nakışlarla ve yıldızlarla süslüdür. Duvarlarda da aynı tezyinat bulunmaktadır.
Oda geceleri iki kollu mavi, beyaz billûrdan bir avize ile aydınlanmaktadır. Pencerelere altın yaldızı kornişlerle bej üzerine toz pembe çiçekli Hereke kumaşından perdeler asılmıştır.
II. Abdülhamid’in odası kendi kullandığı ve vefat ettiği zaman şu şekilde tanzim edilmiş bulunuyordu. Kapıdan girince sağda bir tuvalet masası ve yanında ilâç şişeleri, diğer şişelerle dolu aynalı beyaz lâke bir dolap vardı. Eski Hükümdarın karyolası bu dolabın yanında ve kapının tam karşısında baş tarafı duvarda ayak ucu pencereler hizasında olmak üzere duruyordu.’
(Halûk Y. Şehsuvaroğlu, Tarihî Odalar)